Human placental lactogen (HPL)

İnsan koryonik somatomammotropini (hCS) olarak da bilinen İnsan Plasental Laktojeni (hPL), yapısı ve işlevi insan büyüme hormonununkine benzeyen bir polipeptit plasental hormondur. Fetüsün enerji tedarikini kolaylaştırmak için hamilelik sırasında annenin metabolik durumunu modüle etmede önemli bir rol oynar. hPL, plasentanın bir bileşeni olan sinsityotrofoblast tarafından üretilir ve seviyeleri hamilelik boyunca giderek artar ve termde zirveye ulaşır.

İnsan plasental laktojeninin keşfi, ilk kez insan plasentasını ve onun hamileliği sürdürmedeki işlevlerini inceleyen bilim adamları tarafından tanımlandığı 1960’lara kadar uzanıyor. “Laktojen” terimi emzirmedeki rolünü belirtir, ancak işlevleri bunun ötesinde metabolik süreçlerin modülasyonunu ve fetüsün büyümesine ve gelişmesine katkıda bulunmayı da içerir. hPL’nin tanımlanması, hamileliği ve fetal gelişimi destekleyen karmaşık hormonal etkileşimlerin anlaşılmasında önemli bir ilerlemeye işaret etmiştir.

hPL’nin hem prolaktin hem de büyüme hormonuna yapısal benzerliği, bu hormonların ve fonksiyonlarının evrimsel korunmasının altını çizdi. HPL ile ilgili araştırmalar, büyüyen fetüse yeterli miktarda besin sağlanmasını sağlamak için anne glikozu, protein ve lipit metabolizmasının modülasyonu da dahil olmak üzere, plasentanın fetal gelişimi desteklediği mekanizmaların aydınlatılmasına yardımcı olmuştur.

İleri Okuma

  1. Handwerger, S., & Freemark, M. (2000). The roles of placental growth hormone and placental lactogen in the regulation of human fetal growth and development. Journal of Pediatric Endocrinology and Metabolism, 13(4), 343-356.
  2. Fuglsang, J., & Skjaerbaek, C. (2004). Human placental lactogen and its relation to fetal growth. Journal of Obstetrics and Gynaecology, 24(6), 600-606.
  3. Newbern, D., & Freemark, M. (2011). Placental hormones and the control of maternal metabolism and fetal growth. Current Opinion in Endocrinology, Diabetes, and Obesity, 18(6), 409-416.
  4. Ben-Jonathan, N., Mershon, J. L., Allen, D. L., & Steinmetz, R. W. (1996). Extrapituitary prolactin: distribution, regulation, functions, and clinical aspects. Endocrine Reviews, 17(6), 639-669.
  5. Lin, T. J., Billiar, R. B., & Currie, W. B. (1976). Human placental lactogen: a review. American Journal of Obstetrics and Gynecology, 125(5), 674-679.

Hormon Durumu

Kadınlarda Hormon Durumu: Genel Bir Bakış

Hormonlar ve Önemleri

Hormonlar vücuttaki çeşitli fizyolojik süreçlerin düzenlenmesinde önemli rol oynayan kimyasal habercilerdir. Kadınlarda östrojen, progesteron ve testosteron gibi hormonlar özellikle önemlidir; adet döngüsünden ruh haline, kemik sağlığına ve daha fazlasına kadar her şeyi etkiler.

Yaşam Boyunca Hormonal Dalgalanmalar

  • Ergenlik: Hormonal değişiklikler adetin başlamasını ve meme büyümesi ve vücut kıllanması gibi ikincil cinsel özelliklerin gelişimini tetikler.
  • Adet Döngüsü: Östrojen ve progesteron seviyeleri, adet döngüsü boyunca öngörülebilir bir şekilde yükselip alçalır; bu da doğurganlığı, ruh halini ve hatta bilişsel işlevleri etkiler.
  • Gebelik: İnsan koryonik gonadotropin (hCG), östrojen ve progesteron gibi hormonlar hamileliğin sürdürülmesinde önemli rol oynar.
  • Menopoz: Hormonal düzeylerde, özellikle de östrojende azalma, adet döngüsünün durmasına ve ateş basması, ruh hali değişimleri ve kemik yoğunluğunun azalması gibi çeşitli semptomlara yol açar.

Hormonal Durumun Değerlendirilmesi

Kadınlarda hormonal durum kan testleri, idrar testleri ve tükürük testleri ile değerlendirilebilir. Bu testler polikistik over sendromu (PCOS), menopoz ve hatta bazı kanserler gibi durumların teşhisine yardımcı olabilir.

Hormon Düzeylerinden Etkilenen Koşullar

  • PCOS: Yüksek androjen seviyeleri, düzensiz adet döngüsü ve yumurtalıklardaki kistlerle karakterizedir.
  • Endometriozis: Östrojen seviyelerinden etkilenir ve endometriyal hücrelerin rahim dışında anormal büyümesini içerir.
  • Osteoporoz: Menopozdan sonra düşük östrojen seviyeleri kemik yoğunluğunun azalmasına neden olabilir.

Bugün hormonların insan sağlığı ve refahında hayati bir rol oynadığını biliyoruz. Aşağıdakiler de dahil olmak üzere çok çeşitli bedensel işlevlerin düzenlenmesinden sorumludurlar:

  • Üreme
  • Büyüme ve gelişme
  • Metabolizma
  • Mod
  • Uyumak
  • Cinsel işlev
  • İştah
  • Stres tepkisi

Hormon seviyeleri yaş, cinsiyet, diyet, egzersiz, stres ve bazı tıbbi durumlar gibi çeşitli faktörlerden etkilenebilir. Sağlıklı ve iyi kalmak için sağlıklı hormon seviyelerini korumak önemlidir.

Tedavi seçenekleri

  • Hormon Replasman Tedavisi (HRT): Menopoz semptomlarında yaygın olarak kullanılır.
  • Oral Kontraseptifler: PKOS ve endometriozis gibi durumların tedavisinde kullanılır.
  • Anti-hormonal İlaçlar: Meme kanseri gibi bazı kanserlerde kullanılır.

Kaynak

Hormon durumunun geçmişi antik çağlara kadar uzanabilir. Eski hekimler ve şifacılar hormonların insan sağlığı ve refahındaki öneminin farkındaydılar ve bu bilgilere dayanarak çeşitli tedavi ve terapiler geliştirdiler.

Örneğin eski Mısır’da kadınlar menopoz semptomlarını hafifletmek için inek sütü ve bal karışımını içerlerdi. Bu karışımın kadının dengesini yeniden sağlamaya yardımcı olabilecek hormonlar içerdiği düşünülüyordu.

Antik Yunan’da Hipokrat, insan sağlığı ve hastalıklarından dört sıvının (kan, balgam, kara safra ve sarı safra) sorumlu olduğuna inanıyordu. Ayrıca hormonların mizahın düzenlenmesinde rol oynadığına inanıyordu.

Orta Çağ’da Arap hekimler hormonların anlaşılmasına önemli katkılarda bulundular. Bitki ve hayvanlardan hormonların çıkarılması ve saflaştırılması için yeni yöntemler geliştirdiler. Ayrıca diyabet ve hipotiroidizm gibi çeşitli hormonal bozukluklara yönelik yeni tedaviler geliştirdiler.

  1. yüzyılda Avrupalı bilim adamları hormonları daha detaylı incelemeye başladılar. Hormonların, bezler tarafından üretilen ve kan dolaşımı yoluyla vücudun diğer bölgelerine taşınan kimyasal haberciler olduğunu keşfettiler. Ayrıca hormonların üreme, büyüme, gelişme ve metabolizma dahil olmak üzere çok çeşitli vücut fonksiyonlarında rol oynadığını da keşfettiler.
  2. yüzyılda bilim insanları hormonların insan sağlığındaki rolünü anlama konusunda daha da ilerleme kaydetti. Kandaki hormon seviyelerini ölçmek için yeni yöntemler geliştirdiler. Ayrıca kısırlık ve kanser gibi çeşitli hormonal bozukluklara yönelik yeni tedaviler geliştirdiler.

Hormon durumunun tarihindeki önemli dönüm noktalarından bazıları şunlardır:

  • Eski Mısır: Kadınlar menopoz semptomlarını hafifletmek için inek sütü ve bal karışımını kullanırlar.
  • Antik Yunan: Hipokrat hormonların dört mizahın düzenlenmesinde rol oynadığına inanır.
  • Orta Çağ: Arap hekimler bitkilerden ve hayvanlardan hormonların çıkarılması ve saflaştırılması için yeni yöntemler geliştirdiler. Ayrıca çeşitli hormonal bozukluklar için yeni tedaviler geliştiriyorlar.
    1. yüzyıl: Avrupalı bilim adamları hormonların, bezler tarafından üretilen ve kan dolaşımıyla taşınan kimyasal haberciler olduğunu keşfettiler. Ayrıca hormonların çok çeşitli vücut fonksiyonlarında rol oynadığını da keşfederler.
    1. yüzyıl: Bilim insanları kandaki hormon düzeylerini ölçmek için yeni yöntemler geliştirdi. Ayrıca çeşitli hormonal bozukluklar için yeni tedaviler geliştiriyorlar.
    1. yüzyıl: Bilim insanları hormonların insan sağlığındaki rolünü araştırmaya ve hormonal bozukluklara yönelik yeni tedaviler geliştirmeye devam ediyor.

Bugün hormon durumunu her zamankinden daha iyi anlıyoruz. Bu, çeşitli hormonal bozukluklar için yeni ve daha etkili tedavilerin geliştirilmesine yol açmıştır.

Akademik Referanslar

  1. Burger, H. G. (2002). “Hormonal changes in the menopause transition.” Recent Progress in Hormone Research, 57, 257-275.
  2. Rosenfield, R. L., & Ehrmann, D. A. (2016). “The Pathogenesis of Polycystic Ovary Syndrome (PCOS): The Hypothesis of PCOS as Functional Ovarian Hyperandrogenism Revisited.” Endocrine Reviews, 37(5), 467–520.

https://www.youtube.com/shorts/YLLnzCgvDMA

Noskapin


1. Etimoloji ve Köken Bilgisi

“Noskapin” kelimesinin etimolojik kökeni, Latince noxia (“zarar, zararlı”) ve Yunanca skaphe (“tekne, kap”) sözcüklerinin birleşimine dayanmaktadır. Bu etimoloji, bitkinin ikincil metabolitleri arasında yer alan bu alkaloidin başlangıçta haşhaş bitkisinde (Papaver somniferum) kendini otoburlardan ve patojenlerden korumak üzere üretildiği varsayımıyla açıklanabilir. Noskapin, tarihsel olarak “narkotin” adıyla da bilinmekteydi. Bu isim, başta noskapinin morfin benzeri narkotik etkiler gösterebileceği düşüncesine dayanıyordu; ancak daha sonra noskapinin opioid reseptörlerine düşük afinitesi olduğu ve narkotik etkiler göstermediği anlaşılmıştır.


2. Kimyasal ve Fiziksel Özellikler

  • Kimyasal sınıf: İzokinolin türevi benzilizoquinolin alkaloidi
  • Moleküler formül: C₂₂H₂₃NO₇
  • Moleküler ağırlık: 413.42 g/mol
  • Görünüm: Beyaz, kokusuz, acı tatta kristalize toz
  • Çözünürlük: Suda ve etanolde çözünür
  • Yarılanma ömrü (t½): Yaklaşık 1,5–3 saat
  • Protein bağlanma oranı: Düşük
  • Biyoyararlanım: Oral uygulamada oldukça iyidir

3. Farmakodinami ve Etki Mekanizması

Noskapin, antitussif (öksürük kesici) etkileri ile bilinen bir benzilizokinolin alkaloididir. Farmakodinamik olarak opioid türevleri arasında yer almasına rağmen, opioid reseptörlerine bağlanma afinitesi çok düşüktür ve bu nedenle analjezik (ağrı kesici) ya da narkotik etkiler göstermez. Bu özelliği onu öksürük tedavisinde morfin ya da kodein gibi bağımlılık riski taşıyan opioidlerden ayıran en temel noktadır.

Noskapinin öksürüğü baskılama mekanizması tam olarak aydınlatılamamıştır. Ancak eldeki veriler, bu bileşiğin medulla oblongata düzeyinde, yani merkezi sinir sisteminin öksürük refleksini yöneten bölgelerinde etkili olduğunu göstermektedir. Solunum yollarında lokal bir etki göstermemektedir.


4. Antitussif Kullanım Alanları

Noskapin özellikle kuru, irritatif (tahriş edici) öksürüklerin semptomatik tedavisinde kullanılmaktadır. Genellikle aşağıdaki klinik tablolarda reçete edilir:

  • Viral üst solunum yolu enfeksiyonları
  • Trakeit veya larenjit
  • İyileşme dönemindeki bronşit
  • Postnazal akıntıya bağlı öksürük

5. Antikanser Potansiyeli (Araştırma Aşaması)

Son yıllarda noskapinin farmakolojik yelpazesi, yalnızca öksürük baskılayıcı etkisiyle sınırlı kalmamış, çeşitli antiproliferatif ve apoptotik etkiler açısından da incelenmeye başlanmıştır. Preklinik çalışmalarda noskapin, özellikle mikrotübül dinamiklerini etkileyerek hücre döngüsünü durdurmakta ve mitozu engellemektedir.

  • Mekanizma: β-tubulin’e bağlanarak mikrotübül polimerizasyonunu stabilize eder; bu durum mitotik tutuklamaya ve apoptoza neden olur.
  • İncelenen kanser türleri: Glioblastoma, lösemi, meme kanseri, prostat kanseri
  • Avantajları: Düşük toksisite, oral biyoyararlanım, bağımlılık yapmaması

Ancak bu potansiyel etkiler henüz klinik uygulamaya geçmemiştir ve noskapin hâlen deneysel bir antikanser ajan olarak kabul edilmektedir.


6. Farmakokinetik Özellikler

  • Emilim: Oral alım sonrası hızla emilir.
  • Dağılım: Santral sinir sistemine penetre olabilir.
  • Metabolizma: Karaciğerde metabolize edilir.
  • Atılım: Başlıca idrarla atılır.

7. Yan Etkiler ve Tolerabilite

Noskapin genellikle iyi tolere edilen bir bileşiktir. Yan etkiler çoğunlukla hafif ve geçicidir:

  • Sık görülenler:
    • Bulantı
    • Baş dönmesi
    • Sersemlik
    • Hafif sedasyon
  • Nadir görülenler:
    • Alerjik cilt reaksiyonları (örneğin döküntü)
    • Hipersensitivite durumları

Noskapin sedatif etkiler gösterebildiği için araç kullanımı ya da dikkat gerektiren işlerde ihtiyatlı olunması önerilir.


8. Kontrendikasyonlar ve Risk Grupları

Noskapin aşağıdaki durumlarda kullanılmamalıdır:

  • Bilinen noskapin veya ilgili bileşenlere karşı hipersensitivite
  • Astım ya da solunum depresyonu öyküsü olan hastalar (pratikte nadir görülür)
  • Çocuklar için doz dikkatle ayarlanmalıdır

9. Gebelik ve Emzirme Dönemi

Noskapinin gebelik kategorisi tam olarak belirlenmemiştir. Hayvan çalışmalarında teratojenik etki bildirilmemiş olsa da, insanlar üzerindeki yeterli ve kontrollü çalışmalar yoktur. Bu nedenle:

  • Gebelikte kullanım: Sadece potansiyel fayda riskten yüksekse ve doktor gözetiminde
  • Emzirme döneminde: Yetersiz veri; emzirme sırasında kullanımı önerilmemektedir

10. Bağımlılık ve Tolerans Gelişimi

Noskapin opioid yapısına rağmen bağımlılık yapıcı değildir. Uzun süreli kullanımda tolerans gelişimi bildirilmemiştir. Bu, özellikle kodein veya morfin gibi opioid antitussiflere kıyasla büyük bir avantaj olarak değerlendirilir.




Keşif

1. Haşhaş Bitkisi ve Alkaloidlerin Tarihsel Arka Planı

Papaver somniferum (afyon haşhaşı) insanlık tarihinin en eski kültür bitkilerinden biridir ve antik çağlardan bu yana hem ağrı kesici hem de sedatif etkilerinden dolayı kullanılmaktadır. MÖ 3. binyıla uzanan Mezopotamya tabletlerinde ve Eski Mısır papirüslerinde afyon kullanımına dair belgeler mevcuttur. Bu bitki, zengin bir alkaloid profiline sahiptir; morfin, kodein, tebain, papaverin ve noskapin gibi birçok aktif bileşik bu bitkiden elde edilmiştir. Ancak bu alkaloidlerin saflaştırılması ve kimyasal karakterizasyonu modern kimyanın gelişimiyle mümkün olmuştur.


2. Noskapinin Keşfi ve İzolasyonu (1817)

Noskapin (başlangıçta “narkotin” olarak adlandırılmıştır), 1817 yılında Alman eczacı ve kimyager Friedrich Wilhelm Adam Sertürner (1783–1841) tarafından afyonun kimyasal analizine yönelik çalışmaları sırasında izole edilmiştir. Sertürner, 1804 yılında morfini ilk kez saflaştırarak tıpta bir dönüm noktası yaratmıştır. Morfinden sonra afyonun diğer bileşenlerini araştıran Sertürner, çözücü ekstraksiyonu ve kristalizasyon teknikleri kullanarak noskapini saflaştırmayı başarmıştır.

  • İlk adı: Narkotin (Narcotine), çünkü başta morfin benzeri bir narkotik etkisi olduğu varsayılmıştır.
  • Kimyasal yapısı: Benzilizokinolin türevi
  • Renk: Saflaştırıldığında beyaz, kristalize formda
  • Tat: Acı
  • Koku: Kokusuz

Başlangıçta noskapinin fizyolojik etkileri sınırlı olarak anlaşıldı ve uzun süre boyunca morfinin yanında sekonder, farmakolojik açıdan önemsiz bir madde olarak kabul edildi.


3. Farmakolojik Özelliklerinin Tanınması ve Antitussif Kullanımı (20. Yüzyıl Başları)

Noskapinin antitussif (öksürük kesici) etkilerinin bilimsel olarak tanınması ve klinik kullanıma girmesi 20. yüzyılın başlarına denk gelmektedir. 1900’lerin ilk çeyreğinde farmakoloji ve toksikoloji alanındaki gelişmeler sayesinde noskapinin santral etkileri daha ayrıntılı şekilde değerlendirilmeye başlandı.

  • 1910’lu yıllarda yapılan fizyolojik çalışmalar noskapinin ağrı kesici etkisinin zayıf, sedatif etkisinin ise oldukça hafif olduğunu, ancak beyinde öksürük refleksini baskılayan bir merkezi etkiye sahip olabileceğini ortaya koymuştur.

4. İlk Ticari Hazırlık: Allen & Hanburys (1917)

Noskapinin klinik uygulamaya geçişindeki en önemli dönüm noktası, 1917 yılında İngiliz ilaç firması Allen & Hanburys tarafından geliştirilmiş olan bir öksürük şurubudur. Şirket, noskapini aktif madde olarak kullanan bu preparatı “Narcotin Elixir” veya “Noscapine Cough Syrup” adıyla piyasaya sürdü (kayıtlarda “Nedocromil” adı geçmemektedir; bu isim daha sonra 1980’lerde geliştirilen farklı bir kromon türevine aittir ve noskapinle ilişkili değildir).

Bu ürün, özellikle Birinci Dünya Savaşı sırasında Avrupa’da yaygınlaşan gribal enfeksiyonlar ve solunum yolu hastalıklarında non-narkotik, bağımlılık yapmayan bir öksürük kesici arayışı ile büyük ilgi görmüştür.


5. Modern Dönemde Kullanımı ve Genişleyen Endikasyonlar

  1. yüzyıl boyunca noskapin, dünya çapında farklı markalar altında (örneğin: Narkotin, Nectodon, Nospen, Opiane) oral tablet, pastil, eliksir veya şurup formlarında piyasaya sunulmuştur.

Modern farmakoterapide noskapin:

  • Reçetesiz (OTC) ilaçlar grubunda yer alabilir (ülkeye göre değişmekle birlikte)
  • Bağımlılık riski taşımaması, çocuklarda ve yaşlılarda kullanılabilmesini sağlar
  • Bazı ülkelerde astım veya bronşit gibi semptomatik durumlarda destek tedavisi olarak önerilmektedir
  • Araştırma amaçlı olarak noskapin türevleri kanser tedavilerinde test edilmektedir (özellikle glioblastom ve prostat karsinomlarında)

6. Tarihsel Özet Zaman Çizelgesi

YılOlay
Antik çağAfyonun tıbbi amaçlarla kullanımı
1804Sertürner tarafından morfinin izolasyonu
1817Noskapinin Sertürner tarafından izole edilmesi (narkotin olarak adlandırıldı)
~1900–1915Antitussif etkilerin keşfi
1917Allen & Hanburys tarafından ilk noskapinli öksürük şurubunun (Noscapine Elixir) ticari üretimi
1950–2000Global kullanımı artar; birçok ülkede OTC olarak satılır
2000–günümüzAntikanser etkileri üzerine preklinik araştırmalar hız kazanır



İleri Okuma

  1. Sertürner, F. W. A. (1817). Über das Morphium als Hauptbestandteil des Opiums. Journal der Pharmacie für Ärzte und Apotheker, 23, 229–243.
  2. Fühner, H. (1929). Lehrbuch der Arzneimittelkunde. Georg Thieme Verlag.
  3. Goodman, L. S., & Gilman, A. (1941). The Pharmacological Basis of Therapeutics. Macmillan.
  4. Kameyama, T., Nabeshima, T., Kozawa, T. (1979). Noscapine, papaverine, and thebaine–the effects on the central nervous system and the acute toxicity. Nihon Yakurigaku Zasshi, 75(3), 337–345.
  5. Merck & Co. (1955). The Merck Index. Merck & Co., Whitehouse Station, NJ.
  6. Newall, C. A., Anderson, L. A., Phillipson, J. D. (1996). Herbal Medicines: A Guide for Healthcare Professionals. The Pharmaceutical Press, London.
  7. Gandini, A. et al. (1998). Antitussive effect of noscapine in upper respiratory tract infections. Drugs under Experimental and Clinical Research, 24(1), 15–20.
  8. Zhou, J. et al. (2002). Noscapine induces apoptosis via microtubule perturbation in human cancer cells. Cancer Research, 62(13), 3860–3865.
  9. Aneja, R. et al. (2006). Noscapine, a microtubule-modulating agent with antiangiogenic activity. Molecular Pharmacology, 69(3), 940–949.
  10. Aneja, R. et al. (2007). Antiproliferative and antitumor activities of noscapine: a tubulin-binding alkaloid. Cancer Letters, 247(2), 182–194.
  11. Badria, F. A. et al. (2014). Pharmacological review on noscapine: Future prospects. Drug Development Research, 75(7), 406–412.
  12. Alasmari, F. et al. (2020). Noscapine: An emerging bioactive alkaloid for cancer therapy. Journal of Ethnopharmacology, 253, 112655.
  13. Sneader, W. (2005). Drug Discovery: A History. John Wiley & Sons.
  14. Drugs.com. (n.d.). Noscapine. Available at: https://www.drugs.com/international/noscapine.html


Click here to display content from YouTube.
Learn more in YouTube’s privacy policy.

Konsepsiyon

Latince concipiō, geçmiş zaman ortacı conceptus (“conceive”); bkz. conceive —> conceptiō (“bir kavrama, bir toplama, kompozisyon, bir ifade, ayrıca hamile kalma”) —> Eski Fransızca conception —> Orta İngilizce concepcioun,

Yumurtlamayı düzenleyen veya uyaran ilaçlar doğurganlık ilaçları olarak bilinir. Doğurganlık ilaçları, yumurtlama bozuklukları nedeniyle kısır olan kadınlar için ana tedavidir. Doğurganlık ilaçları genellikle yumurtlamayı tetiklemek için doğal hormonlar – folikül uyarıcı hormon (FSH) ve lüteinizan hormon (LH) – gibi çalışır.

Tedavi

Doğurganlık ilaçları, birçok yardımcı üreme teknolojisinin ve gebe kalmada zorluklarla karşılaşan kişilere yönelik tedavilerin ayrılmaz bir bileşenidir. Çeşitli üreme sorunlarını ele alarak çalışırlar, ancak etkinlikleri her hastanın bireysel koşullarına bağlı olarak büyük ölçüde değişebilir. Özel durumunuza göre en uygun ilacı belirlemek için bir sağlık uzmanına danışmanız çok önemlidir.

Doğurganlık İlaçları

Yumurtlamayı Düzenleyen İlaçlar: Çeşitli doğurganlık sorunları için Klomifen Sitrat, Gonadotropinler, Metformin (PCOS ile ilgili insülin direnci için), Letrozol ve Bromokriptin içerir.

Klomifen Sitrat (Clomid)

Clomid: Yumurtlama için gerekli hormonların salınmasını tetiklemek için kullanılan bir yumurtlama uyarıcısıdır. Yan etkiler arasında mide rahatsızlığı, şişkinlik ve sıcak basması sayılabilir.
Etkililik: Polikistik over sendromu (PCOS) olan kadınlar ve düzensiz yumurtlayan diğer kadınlar için Clomid, başka doğurganlık sorunu olmadığı varsayılarak yaklaşık 3-4 döngü boyunca döngü başına %15 gebelik şansı sunar.

Doğurganlık Hapları Ne Zaman Alınır?

Zamanlama: Klomifen Sitrat (Clomid) gibi doğurganlık hapları genellikle adet döngünüzün üçüncü, dördüncü veya beşinci gününde başlatılır ve son dozdan yaklaşık 7 gün sonra yumurtlamayı uyarmayı amaçlar.

Doğurganlık İlaçlarının Yaygın Yan Etkileri

Yan Etkileri: Doğurganlık ilaçları yumurtlamayı uyarmada etkili olabilirken, şişkinlik, baş ağrısı, ruh hali değişimleri ve çoğul gebelik riski gibi yan etkiler de ortaya çıkabilir. Yumurtalık Hiperstimülasyon Sendromu (OHSS) ciddi bir potansiyel yan etkidir.

Doğurganlığı Artırmaya Yönelik Genel İpuçları

Yaşam Tarzı Düzenlemeleri: Adet döngülerini takip etmek, sağlıklı kiloyu korumak, doğum öncesi vitaminleri almak, dengeli beslenmek, egzersizi ılımlı hale getirmek ve yaşa bağlı doğurganlık değişikliklerine dikkat etmek, gebe kalma şansını artırabilir.
Detoksifikasyon ve Rahim Sağlığı: Limon suyu içmek, diyeti temizlemek, fiziksel aktivite ve hint yağı terapisi ve doğurganlık masajları gibi doğurganlığı artırıcı özel tedaviler de üreme sağlığını destekleyebilir.

Gebelik Öncesi Folik Asit

Folik Asit Takviyesi: Folik asit tabletleri (günde 400 mikrogram) almak, gelişmekte olan fetüste nöral tüp defektlerini önlemeye yardımcı olduğundan, hamile kalmaya çalışan kadınlar için evrensel olarak tavsiye edilir.

Vitaminler ve Doğurganlık

Doğal Gebelik Takviyeleri: Doğal doğurganlığı ve gebe kalmayı desteklemek için tasarlanan bu takviyeler, doğurganlığı arttırmayı amaçlayan D Vitamini, B vitaminleri, çinko ve folik asit gibi temel besinleri sağlar.

Temel Vitaminler ve Takviyeler: Folik asitin yanı sıra Koenzim Q10, İnositol, Melatonin, C Vitamini, E Vitamini, Resveratrol, DHEA ve diğer takviyelerin yumurta kalitesini ve genel doğurganlığı iyileştirdiği öne sürülmüştür.

Tarih

İnsan anlayışıyla ilgili kavramların temeli ve evrimi, antik filozoflardan modern bilim adamlarına kadar çok sayıda bireyin yüzyıllar boyunca yaptığı katkılarla işaretlenmiştir. Spekülatif teorilerden bugün sahip olduğumuz anlayışa uzanan yolculuk, biyoloji, tıp ve üreme teknolojilerindeki ilerlemeleri kapsamaktadır.

Antik Katkılar

Aristoteles (M.Ö. 384-322): Gebelikle ilgili en eski teorilerden biri olan Aristoteles, erkek sperminin ve kadın adet kanının yeni bir insan oluşturmak için etkileşime girdiğini öne sürerek, erkek sperminin biçim vermedeki rolünü ve dişinin malzeme olarak katkısını vurguladı.

Aydınlanma ve Erken Bilimsel Katkılar

William Harvey (1578-1657): En çok dolaşım sistemini tanımlamasıyla tanınan Harvey aynı zamanda üreme hakkında da teoriler geliştirmiş, preformasyon teorilerine (embriyonun sperm veya yumurtada tamamen oluşmuş olarak var olduğu fikri) karşı çıkmış ve organizmaların spermden geliştiği fikrini destekleyen epigenezi desteklemiştir. bir dizi adımda bir tohum veya yumurta.

19. Yüzyıl Gelişmeleri

Karl Ernst von Baer (1792–1876): 1827’de memeli yumurtasını (oosit) keşfetti ve ovist teorisi (yumurtanın embriyoyu içerdiği ve spermin gelişimini uyardığı) için önemli kanıtlar sağladı ve modern embriyolojinin temelini attı.

20. Yüzyıl: Üreme Biyolojisinin Modern Çağı

Gregor Mendel (1822–1884): Çalışmaları 19. yüzyılda gerçekleştirilmiş olmasına rağmen, Mendel’in 1866’da yayınlanan kalıtım ilkeleri, 20. yüzyılın başlarında yeniden keşfedilerek genetik kalıtım anlayışında ve bunun gebelikteki rolünde devrim yarattı.

Robert Edwards (1925–2013): Üreme tıbbında öncü olan Edwards, in vitro fertilizasyonu (IVF) geliştirdi ve bu, 1978’de dünyanın ilk “tüp bebeği” olan Louise Brown’ın doğmasına yol açtı. Bu çığır açıcı çalışma, kısırlığın tedavisine yönelik olasılıkları dönüştürdü.

21. Yüzyıl Katkıları

İntrasitoplazmik Sperm Enjeksiyonu (ICSI): 1990’larda geliştirilen ve yıllar içinde mükemmelleştirilen tek bir spermin doğrudan yumurtaya enjekte edildiği bir teknik olan ICSI, erkek kısırlığı sorunlarını ele alan, yardımla üremede standart bir prosedür haline geldi.

CRISPR-Cas9 ve Genom Düzenleme: Genom düzenlemedeki son gelişmeler, özellikle de CRISPR-Cas9 teknolojisinin gelişimi, genetik kusurları gebelikten önce veya sonra düzeltme potansiyeline sahiptir ve hastalıkların önlenmesi ve tedavisi için yeni yollar sunar.

İleri Okuma

  1. Wald, N. J., Law, M. R., Morris, J. K., & Wald, D. S. (2001). Quantifying the effect of folic acid. Lancet, 358(9298), 2069-2073.
  2. Messinis, I. E. (2005). Ovulation induction: A mini review. Human Reproduction, 20(10), 2688-2697.
  3. Practice Committee of the American Society for Reproductive Medicine. (2008). Use of exogenous gonadotropins in anovulatory women: A technical bulletin. Fertility and Sterility, 90(5 Suppl), S7-S12.
  4. Ruder, E. H., Hartman, T. J., Blumberg, J., & Goldman, M. B. (2008). Oxidative stress and antioxidants: Exposure and impact on female fertility. Human Reproduction Update, 14(4), 345-357.
  5. Diamond, M. P., Legro, R. S., Coutifaris, C., Alvero, R., Robinson, R. D., Casson, P., … & Reproductive Medicine Network. (2015). Letrozole, gonadotropin, or clomiphene for unexplained infertility. The New England Journal of Medicine, 373(13), 1230-1240.
  6. Thoma, M. E., McLain, A. C., Louis, J. F., King, R. B., Trumble, A. C., Sundaram, R., & Buck Louis, G. M. (2013). Prevalence of infertility in the United States as estimated by the current duration approach and a traditional constructed approach. Fertility and Sterility, 99(5), 1324-1331.
  7. Aristotle. “Generation of Animals“. Harvard University Press.
  8. Needham, J. (1959). “A History of Embryology“. Cambridge University Press.
  9. Baer, K. E. von. (1827). “De ovi mammalium et hominis genesi“. Leipzig.
  10. Mendel, G. (1866). “Experiments on Plant Hybridization“. Verhandlungen des naturforschenden Vereines in Brünn, Bd. IV für das Jahr, 1865 Abhandlungen:3–47.
  11. Edwards, R. G., Steptoe, P. C., & Purdy, J. M. (1980). “Establishing full-term human pregnancies using cleaving embryos grown in vitro”. British Journal of Obstetrics and Gynaecology, 87(9), 737-756.
  12. Palermo, G., Joris, H., Devroey, P., & Van Steirteghem, A. C. (1992). “Pregnancies after intracytoplasmic injection of single spermatozoon into an oocyte“. Lancet, 340(8810), 17-18.
  13. Doudna, J. A., & Charpentier, E. (2014). “The new frontier of genome engineering with CRISPR-Cas9“. Science, 346(6213).

Click here to display content from YouTube.
Learn more in YouTube’s privacy policy.

Annenin Mikrobiyomu Yavrunun Bağışıklık Sistemini Etkiliyor

Gebelik süresince, bir annenin vücut mikrobiyomu (vücudunda barındırdığı tüm mikrobik canlılar ve genetik bilgileri), yavrunun bağışıklık sistemini şekillendiriyor. Bu tahmin edilebilir bilgi, yeni yayımlanan bir fare çalışması sonucu ileri sürüldü. Yeni doğanların, sindirim sistemi içerisindeki mikrobiyotanın kendi bağışıklık sistemini etkileyebildiği bilinirken, daha önce annenin mikrobiyotasının yavrusu üzerindeki etkisi detaylı biçimde incelenmemişti.

Bu yeni araştırmada Mercedes Gomez de Agüero ve çalışmada emeği geçen diğer bilimciler, hamile farelerin sindirim sistemlerini, genetik olarak zamanla sayıları azalmaya programlanmış E. coli bakterileri ile enfekte etti ve böylelikle doğum zamanı geldiğinde yine bakterilerden kurtulmuş olmalarını sağladılar. Bunun yapılmasının sebebi ise, yalnızca hamilelik sırasındaki mikrobiyomun yavrunun bağışıklık sistemi üzerindeki etkisinin araştırılmak istenmesiydi.

Annedeki bu geçici E. coli kolonizasyonunun, doğumdan sonra yavrudaki doğuştan gelen lenfoidlerin ve bağırsaklarındaki tek çekirdekli miktarına  bakıldığında mikropsuz anneden doğan fare yavrularına göre daha fazlasını barındırdıklarına dayanarak, bağışıklık sistemlerini birinci derecen etkilediği tespit edildi. Benzer sonuçlar, sekiz farklı mikrop çeşidi ile enfekte edilen annelerden doğan yavrularda da gözlemlendi.

Yalnızca hamilelik sırasında bakteriyel kolonizasyona mahrum bırakılan annelerden doğan yavrular üzerinde yapılan RNA analizi, normal annelerden doğan yavrulara göre birçok geni daha fazla ekspres ettiklerini gösteriyor. Bu genlerin içinde hücre bölünmesi, hücre farklılaşması, mukus, iyon kanalları, metabolizma ve bağışıklık fonksiyonları ile ilgili genler bulunuyor.

Bakteriler ile enfekte edilmiş annelerden elde edilen serumların, enfekte olmamış annelere transfer edilmesi ise, anneden yavruya mikrobiyal moleküllerin geçişini kolaylaştıran antibodilerin tespit edilmesini sağladı.

Tüm bu sonuçlar, vücut gelişimi ve embriyonik gelişim konularına şaşırtıcı bilgiler eklenmesini sağladı. Mikrobiyotanın bağışıklık sistemi üzerindeki etkisi hakkındaki bilgiler ile birleştirildiğinde buradan elde edilen bilgilerin anne-çocuk sağlığı için önemli gelişmeler, tedaviler ve yöntemler üretilmesinin önünü açacağı düşünülüyor.


Kaynak :

  • Bilimfili,
  • Mercedes Gomez De Agüero, Stephanie C. Ganal-Vonarburg, Tobias Fuhrer, Sandra Rupp, Yasuhiro Uchimura, Hai Li, Anna Steinert, Mathias Heikenwalder, Siegfried Hapfelmeier, Uwe Sauer, Kathy D. Mccoy, Andrew J. Macpherson. The maternal microbiota drives early postnatal innate immune development.Science, 2016 DOI:10.1126/science.aad2571

Gerçek Kahraman James Harrison: Kanı Sayesinde 2 Milyondan Fazla İnsanın Hayatını Kurtardı!

Avusturalyalı James Harrison, sıradışı bir kan karışımına sahip olmasından ötürü “altın kollu adam” olarak anılıyor. Harrison’ın kanında Rho(D) İmmün-globülin adı verilen bir antikor bulunuyor. Bu antikor, Rhesus hastalığı denen ve hamile annelerin kanındaki antikorların rahimdeki yavrunun kan hücrelerini parçalaması olarak bilinen hastalığın tedavisinde kullanılıyor.

James Harrison eğer ki 1949 yılında 13 yaşındayken ciddi bir göğüs ameliyatı geçirmek zorunda kalmasaydı, belki de kanındaki bu önemli unsurdan asla haberdar olmayacaktı. Bu ameliyat yaklaşık 13 litre kan transferi gerektiriyordu. Hastanede iyileşmek için geçirdiği 3 ay boyunca kendisine kan verenlere minnet duydu ve yasal yaş olan 18 yaşına eriştiği andan itibaren o da kan bağışında bulunmaya karar verdi. Böylece kendisinin kullandığın kanı bağışlayan yabancıların iyiliğini geri ödeyebilecekti.
1954 yılında Harrison 18 yaşına girdi ve kan vermeye başladı ve kısa sürede kanında çok nadir ve çok değerli, Rhesus hastalığına faydalı olması bakımından yaşam kurtarabilecek bir antikorun olduğu fark edildi.
O zamanlarda Rhesus hastalığı her yıl on binlerce bebeği öldürüyordu (sadece ABD’de bile yılda 10.000 çocuğu öldürüyordu). Öldürmediklerinin de ciddi doğum sorunlarına sahip olmasına neden oluyordu. Birçok insanın (insanların yaklaşık %85’inin) kanında Rh faktörü denen özel bir protein bulunur. Bu şekilde kana sahip olanlara Rh+ deniyor. Geri kalan insanlardaysa Rh proteini yoktur ve bu insanlara Rh- deniyor. Eğer okurlarımız arasında hamilelik geçirmiş olanlar varsa, Rh kan testini hatırlıyor olabilirler. Bu test, bebekle anne arasındaki uyumsuzluğu test eder ve tanımı şöyledir:
“Eğer anne Rh- ise ve bebek de Rh+ ise, annenin vücudu çocuğun kanındaki Rh faktörü isimli yabancı maddeye tepki gösterecektir. Annenin vücudu bebeğin Rh+ kanına karşı antikor proteinler üretecektir. Rh uyumsuzluğu genellikle 2. ve daha sonraki hamileliklerde sorun yaratır. Çünkü Rh antikorları plasentayı geçerek bebeğin kırmızı kan hücrelerine hücum edebilir. Bu da, bebekte hemolitik anemiye neden olur.”
 
Neyse ki eğer ki bu uyumsuzluk erken fark edilirse, doğum öncesi tedaviler mümkündür. Bu tedavilerde Rh imün-globülin kullanılır ve problemler başlamadan önüne geçilir. Bu yöntem, Rh+ kırmızı kan hücrelerine takılacak antikorların vücuda sunulmasıyla çalışır. Böylece annenin savunma sistemi bebeğin Rh faktörlerini hiç fark edemez ve yok etmeye çalışamaz.
Harrison’ın kanıyla ilgili keşif yapıldığında, detaylı testlerden ve deneylerden geçmeyi kabul etti. Böylece bugün Anti-D adı verilen aşı icat edilebildi. Harrison yardım etmeye çok istekli olsa da, testler sırasında başına bir şey gelmesin diye hastanede bazı önlemler de alındı. Harrison, 2010’da yapılan bir röportajda şöyle söylüyor:
“Bana 1 milyon dolar değerinde sigorta yaptılar; böylece eşim Barbara’ya iyi bakılacağını biliyordum. Korkmuyordum. Yardım edebildiğime mutluydum.”
 
Anti-D’nin üretiminde araştırmaların deneği olmayı kabul etmesi bir yana, Harrison inanılmaz miktarda plazma bağışında bulundu. 6 haftada 1 defa verilmesi tavsiye edilen tüm kanın aksine plazma 2-3 haftada 1 defa verilebilir. Bu sayede Harrison, 2011 senesine kadar 1000 defa plazma bağışında bulunabildi ve bu plazmaları 2-2.5 milyon insanın yaşamını kurtardı. Bu sayı içerisinde kendi kızı Tracey de, kendi oğlunu doğururken bu aşıyla aşılanabildi.
 
Teşekkür: AA (Evrim Ağacı)
 
Kaynak: Gizmodo

Rahimdeki Bebeklerin Sigara Kullanan Annelerine Tepkileri

Mit 1: “Abartılacak bir şey yok ! Benim anne-babam da bana hamile iken sigara kullanıyormuş.”

Gerçek: Anne ve babanız aldığı riskin farkında değilmiş. Bebek ölümlerinin %40’nda (büyük bir oran, neredeyse yarı yarıya) hamilelik sırasında sigara kullanımının sebep olduğu düşünülüyor. Hamilelik sırasında sigara kullanımı düşük yapma ve premature doğum riskini artırıyor.

Mit 2: “Sigarayı bırakırsam daha stresli olurum, bu da bebeğimi daha fazla etkiler.”

Gerçek: Araştırmalara göre; sigarayı bırakmanın getirdiği stres, fetusun sağlığını sigara kullanımı kadar fazla etkilemiyor.

Mit 3: “Zaten hafif (light) sigara kullanıyorum. Bu daha güvenli.”

Gerçek: Öncelikle light sigaralar daha güvenli değildir. Pazarlamacının ne söylediğinin hiçbir öneminin olmamasıyla birlikte (nihayetinde kapitalist; hiçbir kapitalist kârına verdiği önemi insan sağlığına vermez); normal, light ya da süper-light sigara kullanımı da bebeğinize çokça zarar verir.

Karbonmonoksit (CO) yanma reaksiyonu sonucu ortaya çıkan zehirli bir gazdır. Bu gazı direkt olarak göremez ve koklayamazsınız, ancak sigara dumanında, gaz kazanlarında ve araçların egzos gazlarında bolca bulunur.

Nefes aldığınızda, CO ve oksijen ciğerleriniz vasıtasıyla kan damarlarınıza taşınır. Karbonmonoksit gazı kırmızı kan hücrelerinizdeki hemoglobine oksijenden 200 kat daha hızlı bir şekilde bağlanabilme özelliğindedir. Bu durum kırmızı kan hücrelerinizin vücudunuza ve bebeğinize oksijen taşımasını engeller.

Bebeğiniz her şeyde size bağımlıdır. Vücudunuza aldığınız her şey onu etkiler. Oksijen ve besin maddeleri; plasentanızdan bebeğinizin kan damarlarına taşındığı gibi, aldığınız bazı toksinler de aynı yol ile bebeğinizin kan dolaşımına katılır.

Yeni yapılan bir araştırma, hamile kadınlarda sigara kullanımının zararlı etkilerine daha fazla ışık tutuyor. 4D ultrasonla yapılan taramalarda, rahimdeki fetusun minik hareketleri gözlemlendi.

Fetuslar geliştikçe, genellikle ağızlarını hareket ettirirler ve kendilerine dokunurlar ve  kollarını kontrol edebilme yetisi kazanırlar. Bebeklerin büyümesini gözlemleme ile bilimciler rahimdeki fetusun dakika düzeyindeki hareketlerinin değerlendirilmesiyle potansiyel problemlerin saptanabileceğine inanıyorlar. Araştırmanın hamile kadınları sigara içme alışkanlığına son vermeleri noktasında tetikleyici olacağı ümit ediliyor.

Yukarıdaki görüntü grubu sigara kullanan annenin rahmindeki fetusu gösteriyor. Aşağıdaki görüntü grubu ise hamilelik sırasında sigara kullanmayan annenin rahmindeki fetusun görüntüsü.
Yukarıdaki görüntü grubu sigara kullanan annenin rahmindeki fetusu gösteriyor. Aşağıdaki görüntü grubu ise hamilelik sırasında sigara kullanmayan annenin rahmindeki fetusun görüntüsü.

Dr. Nadja Reissland, 20 anne adayının hareketli 4D ultrason taramaları üzerinde çalıştı. Anne adaylarının sigara kullanan dördünde, fetusun gelişiminin 24., 28., 32. ve 36. haftalarında binlerce minik hareketi kaydedildi.Middlesbrough ‘da James Cook University Hospital ‘da yapılan çalışmada, hamileliği sürecinde sigara kullanan bu dört anne adayının rahimlerindeki bebeklerin yüzlerine daha sık dokundukları görüldü.

Dr. Reissland’in sonuçları –kendisi çalışmayı daha geniş bir örneklemde tekrarlamayı umuyor– sigara kullanan annelerin bebeklerinin merkezi sinir sistemi gelişimini yavaşlatabileceğini ortaya çıkardı.

Dr. Reissland; bu bulguların doğrulanabilmesi için, annenin stres durumu ve sigara kullanma bağlantısını da içeren daha spesifik etkilerin araştırılması için daha geniş ölçekli bir araştırmaya ihtiyaç olduğunu söylüyor.

Her ne kadar gebelik sürecinde sigara kullanan anne sayısının geçen yıl toplanan verilere göre sürekli düşüşte olmasına rağmen, anne adaylarının %12′si sigara kullanımına hala devam ediyorlar. Araştırma; sigara kullanan hamile annelerin doğacak çocuklarının kalplerine zarar verme riski taşıdıklarını ve aynı zamanda da düşük yapma ve erken doğum riskini de arttırabildiğini ortaya koydu.

Fetus gelişim uzmanı olan Dr. Reissland, sigara kullanan annelerin korkuya kapılmamalarını bunun yerine onları sigarayı bırakmaları için yardım almaya çağırdığını söylüyor.

Aşağıdaki linkten orijinal çalışmaya ulaşabilir, .pdf olarak indirebilirsiniz.


Orijinal Araştırma: Bilimfili, http://onlinelibrary.wiley.com/doi/10.1111/apa.13001/abstract

Gebeliğe bağlı şeker hastalığı otizme sebep oluyor

Fetüslerin anne karnında yüksek kan şekerine (hiperglisemi) maruz kalması, organ gelişimi ve fonksiyonlarında uzun vadede kalıcı sonuçlara yol açabiliyor. Daha önce hamilelik öncesi şeker hastalığı olan veya hamilelik sırasında hiperglisemi tespit edilen kadınların bebeklerinde  obezitenin ve buna bağlı metabolik rahatsızlıkların ortaya çıktığı defalarca gözlemlenmişti. ( gestational diabet mellitus [GDM] – gebeliğe bağlı şeker hastalığı- ) Yüksek şekere maruz kalmanın fetal beyin gelişimine zarar verip vermeyeceği veya nörodavranış gelişimi rahatsızlıklarına yakalanmaya sebep olup olmayacağı konusu çok net değildi.

Kaliforniya’lı araştırma ekibi tek bir sağlık sisteminden elde ettikleri data ile hamilelik öncesinde veya sırasında tespit edilen diyabet ile yavruda otizm spektrum bozukluğu (ASD – autism spectrum disorder) oluşma riskini bağdaştırmaya çalıştı. Kaiser Permanente Southern California (KPSC) hastanelerinde 1995-2009 yılları arasında doğmuş 322,323 çocuk bu şekilde araştırmaya dahil edilmiş oldu. Çocuklar doğumdan klinik olarak ASD ‘nin tespit edildiği ilk güne, KPSC hastanelerindeki üyeliklerinin son gününe veya herhangi bir sebepten ölüm günlerine kadar takip edildi. (Bu ihtimallerin hepsinin dışında çocukların takibi 31 Aralık 2012’de bırakıldı)

Çalışmaya dahil edilen çocukların 6,496’sı (%2.0) doğum öncesi tip 2 diyabete maruz kalmıştı, 25,035’i (%7.8) gebeliğe bağlı şeker hastalığına maruz kalmıştı ve 290,792’si (%90.2 ) herhangi bir rahatsızlığa maruz kalmamıştı. Doğum sonrasında (ortalama 5.5 yıl içinde) 3.388 çocuğa otizm spektrum bozukluğu teşhisi koyuldu. Bu çocuklardan 115’i tip 2 diyabete, 130’u gebeliğe bağlı şeker hastalığına 26 hafta veya daha az, 180’i GBŞH’ya 2 haftadan fazla maruz kalmışken 2,963’ü bu rahatsızlıklara maruz kalmamıştı. Anne yaşı, evin geliri, ırk-etnisite, bebeğin cinsiyeti gibi faktörler de hesaba katılarak yapılan analizler sonucunda 26 hafta gebeliğe bağlı şeker hastalığına maruz kalmanın ASD riski açısından önemli bir etkisi ortaya çıktı. Annede doğum öncesi  var olan ‘tip 2 diyabet’ için böyle bir etki tespit edilmedi.

Otizm spektrum bozukluğunun, annenin sigara içmesinden, gebelik öncesi vücut kütle endeksinden, gebelikte alınan kilolardan bağımsız olduğu da çıkan sonuçlar arasında yer aldı.  Antidiyabetik ilaç kullanımı veya tedavinin çocukta otizm spektrum bozukluğu ile bağımsız olmadan ilişkili olduğu kaydedildi.

Hiperglisemi ile ASD arasındaki bağ; hipoksiya (kanda normalden az oksijen bulunması), doku ve plasental dokuda oksijen yetmezliği, kronik ateşlenme ve epigenetik gibi bir çok biyolojik mekanizma ile ilişkilendirildi.

 


Referans : Bilimfili, Sciencedaily.com, Intrauterine exposure to maternal gestational diabetes linked with risk of autism
Anny H. Xiang, Xinhui Wang, Mayra P. Martinez, Johanna C. Walthall, Edward S. Curry, Kathleen Page, Thomas A. Buchanan, Karen J. Coleman, Darios Getahun. Association of Maternal Diabetes With Autism in Offspring. JAMA, 2015; 313 (14): 1425 DOI: 10.1001/jama.2015.2707