YOLDAN ÇIKAN PSİKOLOJİ DENEYLERİ

Bilimde insanlarla deney yapmanın çeşitli riskleri olduğu için deney hayvanları bir alternatiftir, ancak söz konusu olan sosyal psikoloji deneyleri ise konu direk olarak insan olduğu için deney hayvanı kullanma şansı bulunmuyor. Hayvanlar konuşamadığı için ise beyne ya da psikolojiye ait pek çok konuyu araştırmak için insanların birebir kullanılması bir gereklilik olarak karşımıza çıkıyor.

Günümüzde sosyal psikoloji deneyleri katılımcılara zarar vermemek, bir zarar verilse dahi bunu telafi etmek üzerine kurgulansa da geçmişte bu etik kuralların bulunduğunu ya da bulunsa bile bilim insanlarının bu kurallara uymak konusunda çok da hevesli olduklarını söyleyemiyoruz. Ayrıca bazı etkenlerin insanda ne çeşit bir tepki yaratacağını ancak yine deneylerle gözlemlemek mümkün.

Tarihte yoldan çıkarak amaçlanandan farklı bir noktaya sapan, iyi niyetli başlasa da kötü sonuçlar doğuran, katılımcılarına acılar ya da kalıcı ruhsal bozukluklar yaşatan psikoloji ya da sosyal psikoloji deneylerinin ardında kabaca üç nedenin yattığını söyleyebiliriz:

1. Bilim insanının deneyi tasarlarken olabilecekleri ön görememesi, (“Kaş yaparken göz çıkarmak…”)
2. Bilim insanının etik kurallarını, insan ya da hayvan haklarını önemsememesi (“Zafer yolunda her şey mübahtır”)
3. Bilim insanının tezini kanıtlayabilmek için aşırı hırslı davranması ve deneyin başarısızlığının birinci dereceden etkileyeceği kişiler arasında kendisinin bulunmaması. (“El elin eşeğini türkü yakarak ararmış”)

Bu yazımızda katılımcılarına zarar veren ya da tahminlerin çok ötesinde sonuçlar verdiği için yarıda kesilen deneylerden bahsedeceğiz.

“Canavar” Çalışması (1939)

Wendell Johnson (F.W. Kent Fotoğraf Kolleksiyonu, Iowa Üniversitesi Kütüphanesi)

Iowa Üniversitesi’nden, kendisi de kekemelikten mustarip olan [1] Wendell Johnson tarafından tasarlanan ve 1939 yılında 5 ila 15 yaş arasındaki 22 yetiştirme yurdu öğrencisiyle gerçekleştirilen deney, deneklerde kalıcı hasar yaratma konusunda akla gelen ilk örneklerden biridir [2].

10’u kekeleyen, 22 öksüz ve yetim çocuğun kontrol ve deney grupları olarak iki gruba bölündüğü çalışmada her iki gruba da diksiyon dersleri verilmiştir. Bir gruba doğru telaffuzlarında pozitif geri besleme verilirken, diğer gruba yaptıkları telaffuz hatalarında dayak atma ve kekeme olduğunun yüzüne vurulması gibi uygulamalar gerçekleştirilmiştir.

Bu 6 aylık çalışmanın sonuçları ortaya korkunç bir manzara çıkarmıştır: Negatif geri besleme alan gruptaki çocuklardan sadece kekeme olanlar değil, normal olanlar dahi hayatları boyunca konuşma güçlüğü çekmişlerdir.

Sonuçları halen Iowa Üniversitesi kütüphanesinde bulunan araştırma, tarihin tozlu sayfalarına gömülü idi. Ancak 2001 yılında California eyaletinde yayınlanan San Jose Mercury News konu hakkında bir makale kaleme aldı. Bu makaleyi ihbar kabul eden savcıların devreye girmesiye deney ulusal bir skandala dönüştü. Haberlerden sonra Iowa Üniversitesi özür diledi, ancak 2005 yılında Iowa yüksek mahkemesi davayı görüştü ve 2007 yılında kalıcı hasara uğramış 6 denek, toplamda 925.000 ABD doları tazminata hak kazandı.

Dava böyle sonuçlanmış, Wendell Johnson ve Iowa Üniversitesi suçlu bulunmuş olsa da bazı meslektaşları Wendell Johnson’ı  savunuyorlar. Aslında Johnson saygın bir bilim adamı. Adı böyle bir deneyle tarihe kötü geçmiş olsa da konuşma bozuklukları ve kekemelik tedavisindeki başarılı çalışmaları sebebiyle hala iyi bir şekilde anılıyor. Üniversite’nin savunma zemini ise daha farklı: İnsan kullanılarak yürütülecek deneylerle ilgili Nuremberg Kanunları 1948 yılında yayınlandığından, 1939 yılındaki bu deney o günün kurallarına uygun görünüyor [3].

Milgram Deneyi (1963)

1963 yılında Yale Üniversitesi’nde Profesör Stanley Milgram tarafından tasarlanan deney insanların belli bir rol altında anonimleşerek kendi kimliklerinden sıyrılacağını ortaya koymayı amaçlıyordu. Denekler gazete ilanları ve posta yoluyla bulundular ve 20 ila 50 yaşlar arasında toplumun her kesiminden erkekler seçildiler [4].

İşbirlikçi “öğrenci”.

Katılımcılara grubun “öğretici” ve “öğrenci” olarak iki gruba bölündüğü bilgisi verildi. Oysa öğrenci tekti ve tüm katılımcılar öğretici olarak görev yapacaktı; tabi ki deneklerin bundan haberleri yoktu. Zira öğrenci bir işbirlikçi  idi, ve iyi rol yapabilen bir muhasebeciydi. Denekler, rastgele verilen kağıtlardan “öğretmen” yazanın şans eseri kendilerine geldiğine inandırıldıktan sonra “öğretmen” ve “öğrenci” birbirini duyabilecek ancak göremeyecek şekilde ayrı odalara alınıyordu. Deney gözlemcisi -yine işbirlikçi-, gri bir laboratuvar önlüğü giyen, sert ve hissiz bir biyoloji öğretmeni rolünde idi.

Deney başlamadan önce “öğretmen”e 45 voltluk bir elektrik şoku  uygulanarak “öğrenci”ye uygulayacağını sandığı şokun neye benzediği hakkında bir fikir verilmiş oluyordu. Öğretmene daha sonra öğrenciye öğretmesi amacıyla sözcük çiftlerinden oluşan bir liste veriliyor, öğretmen de bu listeyi öğrenciye bir kere okuyarak işe başlıyordu. Ardından öğretmen listeyi oluşturan sözcük çiftlerinin ilk sözcüklerini teker teker okuyor, okuduğu her sözcük için öğrenciye dört adet seçenek sunuyor, öğrenci de bu seçenekler arasından doğru olduğunu düşündüğü cevabı bildirmek için bir cevap düğmesine basıyordu. Verdiği cevap doğru ise öğretmen sonraki sözcük çiftine geçiyordu. Cevap yanlış ise, her yanlış cevap sonucu giderek artan elektrik şoklarına maruz kalıyordu – aslında elektrik verildikçe çığlık atılan, önceden kaydedilmiş bir kaset aracılığıyla öyle olduğu sanısı veriliyordu-. Voltajın birkaç defa artırılmasından sonra işbirlikçi, kendisini yan odadaki denekten ayıran duvarı yumruklamaya başlıyordu. Deneyin sürümlerinden biri, işbirlikçi deneğin gerçek deneğe bir kalp rahatsızlığı olduğunu söylemesi gibi ek bir özellik taşıyordu. Birkaç defa yumrukladıktan ve kalp rahatsızlığını hatırlattıktan sonra ise artık sorulara cevap vermemeye ve şikayette bulunmamaya başlıyordu.

Bu noktada pek çok denek, öğrencinin ne halde olduğunu öğrenmek için deneyi durdurmak istediklerini ifade ettiler. Kimi denekler 135 voltta durup deneyin amacını sorgulamaya başladı, ama bunların çoğu sonuçlardan sorumlu tutulmayacaklarına dair güvence aldıktan sonra devam etti.

Denek herhangi bir noktada deneyi durdurma isteğini ifade ettiği zaman kendisine sırasıyla aşağıdaki sözlü uyarılarda bulunuluyordu:

1. Lütfen devam edin.
2. Deney için devam etmeniz gerekiyor.
3. Devam etmeniz kesinlikle çok önemli.
4. Başka seçeneğiniz yok, devam etmek “zorundasınız”.

Denek bu dört uyarıdan sonra bile hala durmak istediğini ifade ederse deney durduruluyordu. Tersi durumda ise deney ancak denek en yüksek şok olan 450 voltu 3 kere art arda uyguladıktan sonra durduruluyordu.

Sizce deneklerden ne kadarı 450 volta kadar çıkmış ve öğrenciyi öldürmeyi, öldürmese bile onu çok büyük acılara maruz bırakmayı göze almıştır? %5? %10? Hatta yarısı?

Milgram, deneyini gerçekleştirmeden önce Yale üniversitesinin 14 psikoloji yüksek lisans öğrencisiyle sonuçların ne olacağına yönelik bir anket yapmış ve katılımcıların tümü, sadece birkaç sadist eğilimli deneğin (%1,2) en yüksek voltajı uygulayacağını düşünmüştü. Psikiyatristler ise sadece onbinde 12’sinin (%0,12) 450 volta kadar çıkabileceğini düşünmüşlerdi [5]. Oysa sonuçlar dehşet vericiydi: Bu ilk deneyde 40 denekten 26’sı, yani %65’i deneydeki en yüksek gerilim olan 450 voltu -her ne kadar epey huzursuzluk hissetmiş olsalar da- uygulamışlardı. Hepsi deneyin bir noktasında durup deneyi sorgulamış, hatta bazıları kendilerine ödenen parayı geri vereceklerini söylemişlerdi, ancak bir çoğu bunu yapmamıştı. Hatta katılımcılardan hiçbiri 300 volt seviyesinden önce şok uygulamaktan tereddütsüzce vazgeçmemişti.

Üçüncü Dalga (1967)

Milgram Deneyi’yle benzer özellikler taşıyan bu deney, California, Palo Alto’da bulunan Cubberley Lisesi’nde, tarih dersi kapsamında gerçekleştirilmiştir. “Nazi Almanyası” konusu kapsamında gerçekleştirilen uygulamanın amacı demokratik toplumların dahi faşizme meyilli olduklarını anlatmayı amaçlamış, ve aslında deneyin sahibi, tarih öğretmeni Ron Jones bir bakıma bunu kanıtlamıştır da.

Jones ilk gün bir kaç basit kural getirmiştir: Ders zili çalmasıyla birlikte öğrenciler 30 saniyede yerlerini alacak, söz almadan ve ayağa kalkmadan konuşmayacak, söz alırsa söyleyecekleri üç beş kelimeyi geçmeyecek ve her cümlelerinin sonunu “Bay Jones” diye bitireceklerdir.

İkinci gün Jones mevcut sınıfın özel olduğunu belirtmiş, diğerlerinden ayırmış ve disiplinin sağlanmasından sorumlu kılmıştır. Onlara “Üçüncü Dalga” adını veren Jones, bir okyanusun en güçlü dalgasının üçüncü dalga olduğu gibi sahte bir efsane uydurarak ismi anlamlandırmıştır. Bu gruba Nazi selamını öğreten Jones, bu grup öğrencilerinin sadece sınıfta değil, dışarıda dahi birbirlerini bu şekilde selamlamalarını emretmiştir. Öğrenciler bu kurala istisnasız uymuşlardır.

Tarih öğretmeni Jones’un talimatıyla üçüncü günden itibaren “Üçüncü Dalga” üyeleri birbirlerini nazi selamı ile selamlamaya başlamışlardır.

Üçüncü gün Jones  deneyin kapsamını büyüterek okula yaymıştır. Gün başında 30 öğrencilik sınıf, 13 katılımcıyla beraber 43’e yükselmiştir. Öğrencilerin hepsi derslerine hevesle sarılmaya başlamış, katılımlarında artış olmuştur. Ron Jones’un konuyla ilgili kendisinin kaleme almış olduğu makalede belirttiğine göre, kimi öğrenciler “İlk defa adam akıllı bir şeyler öğrendiklerini” beyan etmişler ve hatta “Bay Jones, niçin diğer konuları da bize böyle öğretmiyorsunuz?” şeklinde sitem etmişlerdir [6].

Kendilerine bir üye kartı düzenleyen öğrenciler, bir de logo tasarlayarak kurumsallaşmışlardır ve grup üyesi olmayan öğrencileri sınıfa sokmamışlardır. Yeni üye bulma koşul ve kurallarının da belirlendiği üçüncü günün sonunda toplam katılımcı sayısı 200’ü bulmuştur. Gün içerisinde bazı grup üyeleri diğer grup üyelerini kurallara uymadıkları gerekçesiyle jurnallemeye başlamışlardır.

Dördüncü gün Jones, öğrencilerin projeye haddinden fazla dahil olduklarını, disiplin kurallarına görülmemiş bir liyakatle bağlandıklarını farkedince, olayların kontrolden çıkacağını sezerek deneyi durdurmuştur ancak bunu yaparken, bu hareketin ulusal bir hareket olduğunu, ertesi gün, yani cuma günü başbakanlıktan bir açıklama yapılacağını belirterek yapmıştır. Ertesi gün vaat ettiği gibi sınıfa bir televizyon getiren Jones, bir kaç dakika karıncalı ekran izlettikten sonra gerçeği açıklamış, bunun Nazi Rejimi dersi kapsamında faşizmi anlatmak için yaptığını belirtmiş, hemen ardından bir Nazi belgeseli izleterek amacını doğrulamıştır.

Çocukların olayı velilerine söylemesinden sonra gerçekleşenler ilginçtir: Bir haham (konu Nazi Almanyası olduğunda yahudi olan ABD vatandaşları daha hassastırlar) velilerin kaygılarını iletmek için Jones’u aramışlardır. Jones amacını anlattıktan sonra haham velilerin kaygılarını giderme sözü vermiş hatta deneyin bir parçası olmuştur [6].

En nihayetinde deney sonlanmış ve deneyin okul yönetimince duyulmasından sonra Jones çalıştığı okuldan kovulmuştur ama kovulma gerekçesinin bu deney olduğu resmi olarak belirtilmemiştir [7].

Ron Jones’un Üçüncü Dalga deneyi, 2008 yılında Alman yapımı “Die Welle” adlı filmde işlenerek beyaz perdeye aktarılmıştır.

Zimbardo Hapishane Deneyi (1971)

Zimbardo deneyi, beyaz perdeye de farklı şekillerde yansımış olan bir deneyi konu alır. 1971 yılında Stanford Üniversitesi ve ABD Deniz Kuvvetleri ile ortaklaşa gerçekleştirilen bu deneyi kabaca özetlersek, hiçbir psikolojik sorunu bulunmayan sıradan insanların bir deney için hapishane ortamına sokulmaları ve gardiyan ve mahkum olarak ikiye bölünmeleri sonrasında neler olduğunu incelemiştir. Asıl amaç  kişilerin sosyal rollerine nasıl ve ne kadar kolay uyum sağladıklarını gözlemleyebilmektir ancak çok başka sonuçlar doğurmuştur.

2001 yılı Alman yapımı “Das Experiment” filmi Stanford Hapishane Deneyi’nde yaşananları konu almaktaydı. Ancak yukarıdaki fotoğraflar gerçek deneyden… (12)

Stanford Üniversitesi’ne ait bir binanın altında kurulan hapishane benzeri odalarda gerçekleştirilen deneyde, mahkûmlar daha ilk günden edilgen, gardiyanlar ise daha ilk günden agresif olmak üzere, rollerine çok çabuk bir şekilde uyum sağlamışlardır. İkinci günden itibaren deney öngörülenden daha fazla duygusal şiddet barındırmaya başlamış ve iki hafta olarak planlanan deney 6. gününde mecburen sona erdirilmiştir.

Zimbardo deneyi öngörülen sınırların dışına çıkıp deneklerine tehlikeli ve psikolojik olarak hasar veren bir duruma gelmiştir. Mahkûmların ikisi daha deneyin başında zorunlu olarak deneyden ayrılmışlardır. Birçok mahkûm duygusal olarak travma geçirirken gardiyanların üçte biri “gerçek” sadistik eğilim sergilemekten yargılanmıştır.

Konuyla ilgili müdahalede bulunulmamasından dolayı eleştirilen Philip Zimbardo, bir gözlemci bulunması halinde deneyin gerçek sonuçlar vermeyeceğini düşünüldüğünden gözlemci bulundurulmadığını ve müdahalede bulunulmadığını belirtmiştir [8].

David Reimer Vakası (1966)

Tarihte bir vaka daha var ki, yukarıda saydığımız deneylerden bir çok yönüyle ayrılmaktadır, fakat yine de bir bilim insanının hatasının ya da hırsının hastayı ya da deneği nerelere sürükleyebileceğini göstermesi açısından manidardır. Ayrıca söz konusu deney, on iki yıl kadar uzun sürmüş, psikoloji sınırlarını aşmış ve çeşitli ameliyatları ve hormon tedavilerini de içermiştir.

“Bir süre için gerçekten de şirin, küçük bir kız çocuğu gibi davranan Brenda (David) ve ikiz kardeşi Brian Reimer için her şey sütlimanken zamanla durum değişmiştir.” [9]

22 Ağustos 1965 yılında Kanada’da ikiz kardeşi Brian Reimer ile birlikte Dünya’ya gelen David Reimer adındaki erkek çocuk, 8 aylıkken ailesi tarafından sünnet ettirilmek istenmiş, sünnet sırasında kazara penisi yanmış ve hasar görmüştür.  Profesyonel destek almak isteyen aile Baltimore’daki John Hopkins Hastanesi’ne, televizyondaki bir programda cinsiyet konuları tartışılırken tanıdıkları ve gayet de bilgili gördükleri Psikolog John Money’e başvurmuşlardır. Psikolog John Money durumu dinledikten ve inceledikten sonra aileyi bebeğin cinsiyetini değiştirmek üzere yönlendirmiş ve bu seçeneğin kesinlikle daha iyi olacağını söylemiştir. Ancak John Money, cinsiyetin doğuştan gelmediği ve öğrenilmiş olduğuna yönelik bir teorinin taraftarı olduğunu ve bir ikiz kardeşi de bulunduğu için aynı zamanda kontrollü deney olanağı sağlayacak olan David Reimer’ı bu teoriyi ispatlamak adına denek olarak kullanmak istediğini itiraf etmemiştir.

David’in testisleri 22 aylıkken orşidektomi operasyonuyla alınmıştır ancak henüz yapay bir vajina tesis edilmemiştir. Ona yeni bir isim verilmiştir: Brenda. Vakaya epey vakit ayıran Money, sosyal öğrenme yoluyla cinsiyetin sağlıklı bir şekilde değiştirilebilmesini garanti altına almak için enteresan uygulamalarda da bulunmuştur. Çocuklukta gerçekleşen seks provalarının cinsiyetin edinilmesinde önemli rolü olduğunu düşünen Money, kardeşleri cinsiyetlerine göre çeşitli cinsel pozisyonlara sokmuş, hatta bir kısmını fotoğraflamıştır. Bir başka uygulamada da ikisini de soyarak birbirlerinin cinsel organ farklılıklarını incelemelerini istemiştir[10].

Bir süre için gerçekten de şirin, küçük bir kız çocuğu gibi davranan Brenda (David) ve kardeşi için durum sütlimanken zamanla durum değişmiştir. Göğüslerinin gelişmesi için verilen östrojen işe yaramamış, kendisine bir kız çocuğuymuş gibi davranılmasına rağmen Brenda kendisini bir kız çocuğu gibi hissetmemiştir. 22 aylıkken gerçekleşen operasyondan ergenlik çağına kadar karın bölgesinde tesis edilmiş bir delik aracılığıyla idrarını yapan Brenda, tekrar Baltimore’a götürülürse intihar edeceğini beyan edince ona yapay bir vajina tesis edilmesini isteyen Dr. Money ile ilişkiler kesilmiştir. 13 yaşında iken, endokrinoloğu (salgı sistemi/hormonal sistem uzmanı) ve psikiyatristinin tavsiyesiyle birlikte, aile Brenda’ya gerçekleri açıklamıştır. Brenda, tekrar David adını almış, bir süre sonra da ameliyatla süreç tersine çevrilmiştir. Ayrıca 1990 yılında Jane Fontain ile evlenmiş, onun üç çocuğuna babalık yapmıştır.

David intihar etmeden önce evliydi ve eşinin üç çocuğuna babalık yapıyordu.

Maalesef Reimer kardeşler için hayat mutlu bitmemiştir.

Money’nin terapi uygulamalarından kaynaklanıp kaynaklanmadığı bilinmiyor ancak şizofreni hastası olan Brian, 2002’de aşırı dozda şizofreni ilacı alımı sebebiyle hayatını kaybetmiştir [11]. Ağabeyinin acısını yaşayan David, 2 Mayıs 2004’te bir de karısı Jane’in kendisinden boşanmak istediğini öğrenmiştir. 5 Mayıs 2004’te henüz 38 yaşındayken kendi kafasına kurşun sıkmak suretiyle intihar etmiştir [10],[11].

Brian’ın sahip olduğu şizofreninin ve David’in intiharının sebebinin kesin olarak Money’nin uygulamaları olduğu iddia edilemez. Her şeyden önce David, sünnet uygulaması sırasında cinsel organını kaybettiği için daha sekiz aylıkken ruh sağlığı açısından olası bir olumsuz geleceğe aday olmuştur. Ancak burada doktorun hastasını taraftarı olduğu bir teori uğruna denek olarak kullanması, David Reimer’ı yazımızın konusu haline getirmiştir.

 

Kaynaklar: AçıkBilim

[1] Gretchen Reynolds, The Stuttering Doctor’s ‘Monster Study’ http://www.nytimes.com/2003/03/16/magazine/the-stuttering-doctor-s-monster-study.html
[2]* 10 Psychological Experiments That Went Horribly Wrong, http://brainz.org/10-psychological-experiments-went-horribly-wrong/
[3] Robert Goldfarb, ETICS, The Case Study from Fluency,http://www.nicholasjohnson.org/wjohnson/hsr/njhsr512.pdf
[4] Wikipedia, ilgili makale. http://en.wikipedia.org/wiki/Milgram_experiment
[5] Thomas Blass, Obedience to Authority. (Taylor & Francis, 2000)
[6] Ron Jones’un kendi kaleminden “The Third Wave”, http://libcom.org/history/the-third-wave-1967-account-ron-jones
[7] Wikipedia, ilgili makale. http://en.wikipedia.org/wiki/The_Third_Wave
[8] Wikipedia, ilgili makale. http://en.wikipedia.org/wiki/Stanford_prison_experiment
[9] Resim kaynağı: http://unknownmisandry.blogspot.fr/2012/07/gender-is-hoax.html
[10] Wikipedia, ilgili makale. http://en.wikipedia.org/wiki/David_Reimer
[11] BBC yapımı olan ve David Reimer’ın hayatını konu alan bir belgesel bulunmaktadır:http://documentarystorm.com/dr-money-and-the-boy-with-no-penis/
[12] Resim kaynağı: http://www.manoneileen.com/2011/04/18/dyk-14-abu-ghraib-stanford-prison-experiment/

* Tüm başlıklar için bu kaynağa başvurulmuştur.

Makaleler:

  1. Milgram, Stanley (1963). “Behavioral Study of Obedience”.Journal of Abnormal and Social Psychology 67 (4): 371–8.doi:10.1037/h0040525. PMID 14049516
  2. Zimbardo, P. G. (1971). The power and pathology of imprisonment. Congressional Record. (Serial No. 15, October 25, 1971). Hearings before Subcommittee No. 3, of the Committee on the Judiciary, House of Representatives, 92nd Congress, First Session on Corrections, Part II, Prisons, Prison Reform and Prisoners’ Rights: California.Washington, DC: U.S. Government Printing Office

Ölüm fikri bizleri nasıl etkiliyor?

Ölüm fikri bizleri nasıl etkiliyor?

Bugünlerde Türkiye’de ve dünyada art arda meydana gelen terör saldırıları, güvendelik duygumuzu zedelemiş durumda. Geçtiğimiz Pazar günü İstanbul caddelerindeki trafik yoğunluğu, son yıllarda hiç görmediğimiz kadar düşüktü. İstanbul’un en kalabalık caddelerinde dahi in cin top oynuyordu. Esasında evde otururken bile daima belirli bir ölüm riskiyle karşı karşıya olmamıza rağmen, terör saldırıları bir tür bulunabilirlik etkisi yaratarak, hayatımızı ne kadar kolay kaybedebileceğimizi hatırlatıyor bize.

Timur Kuran ve Case Sunstein’in bulunabilirlik silsilesi (ing. availability cascade) olarak adlandırdığı sosyal etki (1), belirli bir olayın art arda gerçekleşmesi halinde o olayın gerçekleşme olasılığının çok yüksek algılanmasına neden olduğunu ifade eder. Terör saldırılarının bu kadar sık gerçekleşmesi ve engellenememesi, doğal olarak kendimizin ve sevdiklerimizden birinin bu gibi hadiselerde hayatlarını kaybetmelerinden ciddi seviyede endişelenmemize neden oluyor. Peki… Öleceğimizi bilmek davranışlarımızı nasıl etkiliyor?

Ölüm, her ne kadar kimi zaman inkâr etsek de, korkutucu bir hadise. Bilhassa yaşamı sevdiğimizde, uhdelerimiz olduğunda, yapmak isteyip de yapamadıklarımızı beklediğimizde… Aşırı ölüm korkusuna tanatofobi deniyor. Yani ölümden, normal bir hayat sürmenizi engelleyecek kadar korkuyorsanız, evet… Bu bir sorundur ve yüksek olasılıkla tedavi edilmesini gerektirir.

Ancak böyle bir sınıflama, bu sınıflama dışında kalanların ölümü düşündükleri zaman bazı davranış değişiklikleri yaşamayacağı anlamına gelmez. BBC’de yayımlanan bir makaleye göre (2), insanların ölüm anlarını hayal ettiklerinden sonraki davranış değişikliklerini inceleyen 200’dan fazla deney yapılmış.

Bunlardan çarpıcı olanlarından birinde, ABD’deki yargıçlara “kefaletle serbest bırakma” konusunda karar almaları gereken bir senaryo sunulmuş. Ölüm anını hayal etmeleri istenen yargıç grubunun kefalet talebini reddetme oranları, herhangi bir şey istenmeyen yargıçlara göre daha yüksek olmuş.

Yine bu tür deneylerden çıkan bir sonuca göre, ölümü düşünmek görüşlerimizde daha şahinleşmemize neden oluyor. Yani öleceğimizi düşündüğümüz anlardan sonra bir konuda tavır takınmamız gerektiğinde, liberalsek daha liberal, muhafazakârsak daha muhafazakâr davranıyoruz.

Belki intihar bombacısı olabilmek de böyle bir silsilenin sonucudur: Eğer ölümü düşünmek fikirlerimizde şahinleşmemize neden oluyorsa, daha aşırı uçlardaki ideolojilerin kendilerine intihar bombacısı bulabilmeleri kolaylaşıyordur. Zira burada bir döngü ortaya çıkıyor: Ölümü düşünmek fikirlerde şahinleşmeyi, fikirlerde şahinleşmek o fikirler uğruna ölmek istemeyi besliyor.

Elbette ölüm korkusu, toplumsal kurumları ayakta tutan etkenlerden birisi. Mesela ölüm korkusu çocuk sahibi ya da ünlü olma arzularımızı artırıyor (2). Bu da nüfus artışının ya da sanatsal üretimin ölüm korkusundan kaynaklanan bir fenomen olduğu yönünde spekülasyon yapmamıza izin verecek bir bilgidir. Zira aslında gen aktarımı dediğimiz şey, ölmemiz halinde genlerimizin hâlâ yeryüzünde varlığını sürdürme amacı taşırken, sanatsal başarı da kişinin isminin, eserlerinin ya da fikirlerinin kültürel zenginlik içerisinde varkalımının bir garantisidir. Toplumsal bir kurum olarak din, ölümden sonra hayat fikrini sunarak, zaten bireylerin ölüm adlı sonu kolaylıkla kabullenebilmelerini kolaylaştırır (3). Çok eskilerde, Türk hükümdarların fethettikleri yerlerdeki din adamlarını kendilerine uzun ömür dilemeleri halinde affettikleri de düşünülürse (4), dinin sadece bireysel düzeyde değil, politik bir kurum olarak da var olmasının ardında bile güç sahiplerinin ölüm korkularının olduğu iddia edilebilir.

Tevfik Uyar / @tevfik_uyar (HerkeseBilimveTeknoloji)

Kaynaklar

  1. Kuran T., Sunstein C. (1999). Availability cascades and risk regulation. Stanford Law Review. 51 (4), pp. 683-768.https://econ.duke.edu/uploads/assets/People/Kuran/Availability%20cascades.pdf
  2. Jong J. (2016). Why comtemplating death changes how you think. BBC Future.http://www.bbc.com/future/story/20160208-why-contemplating-death-changes-how-you-think
  3. Durkheim, E. (2005). Dini hayatın ilkel biçimleri. İstanbul: Ataç Yayınları.
  4. Roux J. P. (1999). Altay türklerinde ölüm. İstanbul: Kabalcı Yayınları.

Tekrarlanamayan “Bilimsel” Çalışmalar ve Bir Öneri

Psikoloji (ruhbilim) alanında yapılmış geçmiş bilimsel çalışma sonuçlarını, aynı çalışmalar tekrarlandıklarında ortaya çıkan sonuçlarla karşılaştıran yeni bir bilimsel çalışma çok ses getirecek gibi görünüyor.

Açık Bilim İşbirliği olarak 270 araştırmacının, sonuçları psikolojinin itibarlı 3 bilimsel dergisinde yayınlanmış, bilişsel ve sosyal psikoloji alanında yapılmış 100 deneysel ve karşılaştırmalı çalışmayı, çalışmalarda belirtilen metotlara sadık kalarak tekrarladıkları çalışmanın sonuçları bugün yayınlandı. Özetlediğimizde, elimizdeki bu yeni çalışmayı; eski itibarlı çalışmaların tekrarlarının, aynı itibarlı sonuçları vermediğini gösteren bir diğer itibarlı çalışma olarak tanımlayabiliriz.

Çalışmada “tekrarlanabilirlik”; anlamlılık ve P değeri, etki boyutu, öznel araştırmacı görüşleri ve meta analizlere dayanılarak oluşturulan ölçütler çerçevesinde değerlendirilmiştir. İncelenen geçmiş çalışmalardan, kişisel ve temel ussal işlemleri araştıran bilişsel çalışmaların %50’si, sosyal psikoloji alanında yapılan çalışmaların ise sadece %25’i ve genelde tüm çalışmaların %36’sı, tekrarlandıklarında, ilkiyle aynı yönde sonuçlar ortaya koyabilmişlerdir. Sadece etki boyutu açısından değerlendirildiğinde ise sonuçları tekrarlanabilir kabul edilen çalışmaların yarısında sonuçların “anlamlılığı” azalmış olarak bulunmuştur.

Bilimsel düşüncenin üzerine oturduğu temel sütun, bilimsel yöntemlerle elde edilmiş verilerin tekrarlanabilir olması gerekliliğidir. Doğrulama-sağlama çalışması niteliğindeki bu araştırma, kapsam ve açık kaynak sunumu açısından türünün ilk örneğidir ve psikoloji bilimi özelinde değerlendirilmesi gerekir. Ancak sonuçlara bakıldığında diğer bilim dallarında da, en azından soyut veya tinsel kavramlarla uğraşılan alanlarda (sosyal bilimler), tekrarlanabilirlik çalışmalarının yapılması gerekliliği kaçınılmazdır ve bu bilim dallarında, araştırmayla ulaşılan sonuçların “etki boyutları” belirlenmeli, sundukları yargısal sonuçlara bilimsel bir “değer ” atfedilmesi düşünülmelidir.  Farklı bilim dallarının ortaya koyduğu sonuçları tek bir bilimsel sonuç başlığında düşünmeyip, her bilim dalı için farklı katsayılar aracılığıyla değerlendirdikten sonra bilimsel etkililik veyagenelgeçerlik şeklinde bir “niceliksel kavram” geliştirmek söz konusu olabilir.

Bu çalışmanın sağladığı verilerden yapılabilecek en yanlış çıkarım, bilimden kesin, değişmez ve hatta arzuladığımız sonuçlar sunmasını beklemektir. Varsayımların doğrulanmadığı çalışmaların çok daha değerli olduğu, gerçeği bilimle arayan herkesin katılacağı bir önermedir.  Psikoloji özelinde düşündüğümüzde ise endişe verici olan şey, eski çalışma sonuçlarına göre varılmış “kesin yargılar” söz konusu ise bunların düzeltilmesi gerekliliğidir. Daha da ötesinde, psikoloji bilimine ilişkin bundan sonra yapılacak çalışmalardan elde edilen sonuçlar değerlendirilirken, yayınların “Sonuçlar ve Çıkarımlar” başlıklı bölümünde daha “temkinli” ifadelerle görüş açıklanması yerinde olacaktır.

“Yapılan bir araştırmaya göre sabah 06:32’de uyanan ve çizgili pijama tercih eden erkeklerin çatalı sol elleriyle tutma eğiliminde oldukları…” şeklinde özetlenebilecek sonuçlar veren “araştırmalara” itibar etmemek için yeterli bilimsel veriye sahip olabiliriz.

Kaynak: Bilimfili, Alexander A. Aarts, Joanna E. Anderson, Christopher J. Anderson, Peter R. Attridge,, Angela Attwood, Jordan Axt, Molly Babel, Štepán Bahník, Erica Baranski, Michael Barnett-Cowan, Elizabeth Bartmess, Jennifer Beer, Raoul Bell, Heather Bentley, Leah Beyan, Grace Binion,  Estimating the reproducibility of psychological science 10.1126/science.aac4716