Tiksinme Duygusu ve Ahlak İlişkisi

Tiksinme duygusu, evrimsel olarak, pis, küflü ya da bozuk yiyecek ve içeceklere karşı verdiğimiz “kendimizi hastalıktan koruma” amaçlı bedensel tepkidir. Acaba bu duygu ve beraberinde getirdiği “kendini koruma” hissi, aynı zamanda bencilce, çıkarcı ve sahtekar davranışlar sergileme eğilimine yol açabilir mi?
Karen Winterich ve Vikas Mittal adlı araştırmacıların yapmış olduğu bir dizi deney, tam da bu iddiayı doğrulayan cinsten. Deney serilerinin birinde, bir grup katılımcıya, içinde iğrenç bir tuvalet görüntüsünün olduğu “Trainspotting” adlı filmden bir sahne gösteriliyor. Diğer bir gruba ise mercan kayalıklarıyla ilgili bir belgesel izlettiriliyor. Aktivitelerin hemen sonrasında oynanan bir oyunda, tiksindirici tuvalet sahnesini seyredenlerin diğer gruba kıyasla oyundaki partnerlerini aldatmaya daha çok meyilli oldukları görülüyor. Ve yine diğer bir deneyde, bir grup denekten hayatlarındaki en iğrenç olayı hatırlamaları istenirken diğer gruptan da tipik bir akşamlarını anlatan bir yazı yazmaları rica edilir. Akabinde her iki gruptan, karışık halde verilmiş harflerin tamamını kullanarak bir sözcük oluşturmaları istenir. (Aslında, bu harflerden hiçbir sözcük oluşturulamaz.) Burada da, mide bulandırıcı bir olayı hatırlaması istenen grup diğer gruba fark atarak çözemedikleri halde bulmacayı çözdüklerini söylerler.
Araştırma, aynı zamanda, ahlak kavramının her geçen gün hayal meyal tanımlardan uzaklaşıp daha sağlam temellere oturduğunu da gösteriyor.

Kaynak:

  • NPR
  • Karen Page Wintericha, Vikas Mittal, Andrea C. Morales Protect thyself: How affective self-protection increases self-interested, unethical behavior Organizational Behavior and Human Decision Processes Volume 125, Issue 2, November 2014, Pages 151–161 doi:10.1016/j.obhdp.2014.07.004
  • Emir Kamenica Behavioral Economics and Psychology of Incentives Annu. Rev. Econ. 2012. 4:13.1–13.26 doi: 10.1146/annurev-economics-080511-110909

Bilim, Felsefe Ve Gerçeklik

Görünen o ki, bilim ve felsefe arasındaki ilişki ya da yapılması gerekli olan zorunlu ayrım, günümüzde hala tartışılmaya açık bir konu. Birçok iyi niyetli insan günümüzün aydın dünya anlayışına rağmen, “ön-dayanaksız” bilgi sağlayan felsefe ve din gibi diğer birçok spekülatif ve metafiziksel sistemlere karşı her zamankinden daha çok bağlılık göstermekte. Bunun sonucu olarak, bilim ve felsefe arasındaki inanılmaz boyutlara varan fikir ayrılığı, bilim insanlarının egemen tüm çabalarına rağmen belirsizliğini hala koruyor. Ve genel eğilime göre bilimi, tıpkı dinde olduğu gibi felsefenin karşısında bir rakip olarak çıkartmak, toplumun gözünde bilimi şüpheli hale getiriyor.

Felsefe, bir bilim değildir. Çünkü felsefe kendi başınadır. Ateşli birçok felsefe savunucusu, yalnızca felsefenin bizi doğruya veya hakikate ulaştıracak bir düşünce biçimi olduğundan eminmiş gibi davranarak, bilimin gözünde kendini küçük düşürmektedir. Doğal olarak felsefenin, “bilimsi” olma iddiası devam ettiği sürece; ya dinileşerek ya da siyasileşerek felsefe olmaktan çıkmaya devam etmektedir. Bir noktada felsefenin ortaya çıkışı ve tüm tarihsel gelişimi göz önünde bulundurulduğunda, bilimin temelini oluşturduğu gerçeği şüphe götürmezdir, bu inkâr edilemez. Örneğin, eskiden fiziğe “doğa felsefesi” deniliyordu veya felsefe, “bilimlerin anası” olarak kabul ediliyordu vb.

Felsefenin gelişimiyle birlikte evrene ve dünyaya dair olan tüm eski, basmakalıp ve dogmatik düşünceler yerini şüpheye bırakarak, akla duyulan güven sayesinde yoğun, beşeri bir sorgulama dönemi başlamış oldu. Pre-sokratik filozoflar da evreni somut bir biçimde anlamaya çalıştılar. Her ne kadar ellerinde bilimsel bir metot bulunmasa da, evrenin kökenine dair yaptıkları yoğun ve derin sorgulamalar, bugünkü bilime ön-ayaklık etmiştir.  Elbette o dönem filozoflarının evrene dair olan tüm açıklamaları, tamamen varsayımdan ibaretti. Fikirleri, gözlem ve deneye asla dayanmasa da, yaşadıkları zamanın koşul ve şartları düşünüldüğünde ortaya attıkları temel varsayımlar, o zamanın tüm dinsel ve diğer birçok türdeki “mitik” temelli inanışlarını kökten sarsmıştır. Yeterli bir sağduyuya sahip herkes, ilk çağlarda bilim ve felsefe ayrımını görmenin olanaklı olmadığını söyleyecektir. Bu bir gerçektir. Ve dahası, felsefenin bilgi düzeyimizde yarattığı büyük sıçramalar, tutumlarımızda ve akıl yürütmelerimizde meydana getirdiği değişimler; bizi dar düşünce duvarları arasından kurtararak, anlayışımızda yepyeni ufuklar açmıştır. Her şeye rağmen tüm bu düzlemdeki gelişimler göz ardı edilemeyecek olsa bile, günümüz modern bilimiyle birlikte yeni bir anlayışa ulaşıyoruz; evrene yönelik fikirlerimizi değiştirdik ve evrenin önceden düşündüğümüz her şeyden daha olağanüstü olduğunu, yalnızca felsefi bakış açısıyla tasvir edildiği gibi olmadığını öğrendik. Fikirlerimizi değiştirmek, hatta hatalı olmak; karşı konulmaz bir merakı da bize sağladı. Dolayısıyla şuan sahip olduğumuz yeni ve üstün derin kavrayışımızın bugün ne denli önemli olduğu konusu, herkesin derhâl kabul edebileceği bir gerçektir.

21. yy’ da toplumun ihtiyaçlarının ve modern hayat tarzının, bilim temelli düşünce ve ürünleri tarafından giderildiği açık bir şekilde ortadadır. Ne yaşamaya değer? Ne ölmeye değer? Ya da iyi bir yaşam nelerden oluşur? gibi hayati soruların dahi felsefenin himayesinde olduğuna inanmak için de ortada hiçbir iyi neden kalmamış durumdadır. Geleneksel felsefecilerin, ılımlı dindarların ve aslında daha çok köktendincilerin, demir çağından kalma bir felsefeyi seyreltmekten başka bir şey yapmadıkları apaçık bir gerçek gibi görünüyor. Felsefenin, her şeyi cevaplayacağı ve çözeceği yanılgısından daha fazla tepki göstermemiz gereken başka bir şey varsa eğer, o da; kişilerin kendi taleplerine göre inançlarını ve düşüncelerini temellendirmek istemeleridir. Birçok felsefecinin olduğu gibi, birçok dindar insanın da tercih edebileceği ve aynı zamanda köklü bir arzu içerisinde bağlanabileceği hayal âlemi, felsefenin spekülasyonlarının dizginliğinde daha da perçinlenmektedir. Böylece hayalin değeri, gerçeğe göre haksız yere abartılarak, bir olasılık neredeyse gerçek bir olayla eşit sayılmaktadır. Felsefe de dinde olduğu gibi, hayalin değerini gerçeğe göre abartmaktadır. Bu sebeple deneyimimizin ötesindeki bir gerçekliği savunmanın, anlayışla karşılanabilecek bir şey olduğunu söylemiyorum; bunun bir tür deliliğe veya Berkeley’ciliğe işaret ettiğini söylüyorum.

Bugünkü düşünsel çöküşümüzün dehşet verici boyutları düşünülürse eğer, insanlığın refahına ilişkin tüm bilimsel gerçekler görmezden gelinmeye devam edilmektedir. Ortada hiç bir iyi sebep yokken, bilim alanına mutlak anlamda felsefeyi dâhil ederek, bir anlamda bilim istismarlığının ya da bilim düşmanlığının yapılmasına yataklık ediyoruz. Her şeyi felsefileştirme fikri şaşılası bir biçimde, çok iyi bilim ve felsefe eğitimi alan sofistike kişiler tarafından da savunulmaya devam ediyor ve bu görüşün ne kadar kötü bir fikir olduğu gerçeğinden bihaber yaşamaya devam ediyoruz.

Sanırım burada kullanacağımız dil çok önemli. Çünkü felsefe alanında ve ahlaki konularda dilin yüzeysel yapısının bizi oldukça yanıltarak, yanılgılara düşürdüğü açıktır. Felsefenin birincil ilgi alanı dilin işleyişinin anlaşılması, hata ve yanılsamalardan kendimizi koruyacak biçimde kullanımının sınırlandırılmasıdır. Neyin var olduğu ya da olmadığı, neyi bilip neyi bilemeyeceğimiz gibi sorulardan önce, neyi ne ölçüde ifade edebileceğimiz sorusu felsefenin asli konusu haline gelmiştir. Kısacası bu odak noktasındaki kayma, bilinen bir tanımlanmaya; “dilsel felsefeye sapış”a karşılık gelmektedir. Bu durumda “Felsefe diğer bilgi türlerini güvenilmez bilgi haline getirebilmektedir. Dolayısıyla felsefe dışı bilgiler felsefe tarafından sorgulanmadan güvenilir bilgi haline gelmektedirler.”[1] Daha da ilginci, felsefenin ortaya koyduğu bilgilerin hiçbiri filozoflar tarafından genel olarak benimsenmezken, doğru bilgi sağlamak amacında olması, gülünç gözükmektedir

Felsefe sürprizlerle doludur. Bu nedenle neyin doğru, neyin yanlış olduğu konusu, felsefi bir zeminde irdelendiğinde içinden çıkılmaz bir hal almaktadır ve bu kaçınılmazdır. Herhangi konuda, herhangi bir şeye dair bir argüman iddiasında bulunulması, felsefi bir bakış açısı içerisinde herhangi bir şeye karşılık gelebilmektedir. Bu da aslında gerçekte neyden bahsedildiğini bilmemek demektir. Felsefe hep aynı kalan, değişmeyen ve tümel olanın bilgisidir. Felsefe bizi tüm zamanlar için aynı şeyin olmuş olduğu, olmakta olduğu ve olacağı öngörüsüne ulaştırmaya çalışır. Bu sebeple felsefe kendisini, kendi elleriyle düşürmüş olduğu kısır bir döngü içerisinde hapsetmiş durumdadır. Kim ne derse desin, felsefenin genel geçer bilgilere ulaşma çabası, evrensellik iddiası, hakikatin kökende olduğu düşüncesiyle kökendeki ilke ya da ilkeleri keşfetme çabası gibi temel nitelikleri, onu, İslam’ın Tanrı tarafından bildirildiğine inanılan bilgi anlayışına yaklaştırmaya devam etmektedir. Oysa felsefenin bizi en doğru hakikate ya da mutlak bir gerçeğe ulaştırabileceği yönünde elimizde iyi kanıtlar bulunmuyor.

Felsefe ile ilgili başka bir problem ise, bilim ile girdiği fikir savaşının galibini kendisi gibi göstermesidir. Çünkü genel olarak bilim ile ilgili düşünülen şey, onun yalnızca dünyanın nasıl göründüğüne ilişkin açıklamalar yapabileceğinden ibaret olduğudur. Bilimin, yalnızca yaşadığımız dünyayı tasvir etme işini yaptığına inanıyor olmak, bilim etkinliğinin gerçekte ne olduğu konusundaki korkunç bilgisizliğimize dayanır. Gerçek şu ki, bilim değer biçme işinde de her zaman görev almıştır. Fakat buna ek olarak diğer bir problem de, gündelik alışkanlıklarına ve sorgulanamaz inançlarına körü körüne bağlı, yıkılmaz tabuları olan insanlarla girdiğimiz önemli tartışmalarda doğar. Bilimin tüm konularda kapsamlı bir çözüm yöntemi olabileceğini söylemek sizin genelde katı, soğuk ve acımasız bir indirgemeci olarak eleştirilmenize neden olur. Bu kesinlikle iç karartıcı bir durumdur. Fakat bilimin başarısı tam da buradadır, çünkü “Bilimin iyi tarafı ona inansanız da inanmasanız da gerçek olmasıdır.[2] İnsan yaşamındaki aşk, korku, ıstırap gibi diğer birçok duygu veya çocuk yetiştirmek gibi olağan konuların bilimin sınırları içerisinde tanımlanması, felsefecileri ve birçok sıradan insanı çileden çıkartarak, oradan oraya koşturmasına sebep olabiliyor. Modern bilim, daha önceleri çok soyut gibi görünen süreçleri, fiziksel olarak açıklamaya çalışıyor. Örneğin, “duygu” dediğimiz şey beyindeki moleküllerin belirli dizilişinden ve bir takım kimyasal etkileşimlerden oluşan tamamen fiziksel bir süreç olabilir. Fakat bu duygunun değer kaybetmesi demek değildir. Aksine bilincinde olduğumuz ve detaylı verilerine sahip olduğumuz şeylerin daha akıllıca temsil edilebilmesi anlamına gelir. Bilimin, sürekli olarak indirgemeci yönüne işaret eden bu gibi kişiler, bu olguların asla bilimsel olarak açıklanamayacağı fikrine saplantılı derecede takılı kalmış durumdadırlar. Bu önemli olguların bilim tarafından basite indirgenmesi hiçbir insanı ürpertmemelidir. Olguların açıklanması, bu olguların sahip olduğu değerlerin içeriğini asla boşaltmaz. Tam aksine, içini doldurur. Kendilerinden kaçmamız gereken böyle gerçekler olmamalı; bu gerçeklerle yüzleşmeliyiz. Gerçekler daima bizden, öznel değer yargılarımızdan bağımsız olarak var olmaya devam edeceklerdir. Tabii ki buna karşılık olarak, bizden bağımsız bir gerçekliğin bulunduğu varsayımının nasıl temellendirilebileceği ayrı bir tartışma konusudur. Fakat düşüncelerimizin nesnel bir karara bağlanmasında en harika zaferleri bilim yöntemi ile kazanabileceğimizi söylüyorum. Yaşam dünyamız, bizim birinci tekil şahıs olarak deneyimlediğimiz şeylerin dünyasıdır. Bilim ise nesneleri üçüncü tekil şahıs yani, “onun” perspektifinden açıklamaya çalışır. Bu sırada nesneler elbette öznellikle ilişkilerinden koparlar. Öznel değer yargılarından arınırlar ve durağan yapılar olarak düşünülürler. Ve eğer burada bir entelektüel dürüstlük söz konusu olacaksa, dünyayı anlamanın değerine başvurmak zorundayız. Mantıksal tutarlılığın değerine, kanıtların değerine başvurmak zorundayız.

Bir başka ve çok önemli bir konu, bilim ve insani değerler arasında yapılmaya çalışılan zorunlu ayrımla ilgilidir. Çünkü genelde dünyada iki kategori olduğu düşünülür: Bir yanda “olgular” (gerçekler), diğer yanda da “değerler”. Bunların monistik terimlerle anlaşılması mümkün olmayan soyut kavramlar olduğu düşünülür. Ve bilimin, değerler hakkında bir şey söyleyemeyeceği düşünülür. Ya da bilimin, insan hayatındaki en önemli sorulara cevap veremeyeceği söylenir. (Çocuklarımızı nasıl yetiştirebiliriz ya da iyi bir hayatı belirleyen nedir vb.) Bilim, prensip olarak bu konulara dokunmaz. Bir şeye değer verdiğimize karar verdikten sonra bilimin onu elde etmede faydalı bir araç olduğuna elbette herkes katılır. Ama neye değer vermemiz gerektiğini söyleyemeyeceğine inanılır. Dolayısıyla bilimsel bir bakış açısıyla evrene bakıldığında, sadece birbirini takip eden bir olaylar dizisi, yalnızca sonuçlardan meydana gelmiş bir ardışıklık gördüğümüz sanılır. Ve evrenin hiçbir yerinde, belli durumlar iyi veya kötü, ya da doğru veya yanlış şeklinde tanımlanmamıştır. Bu yargıları biz yaratırız. Bunu yaparak, sanki özünde değeri olmayan bir gerçekliğe ilişkin kendi tercihlerimizi bildirmiş gibi oluruz. Peki, tercihlerimiz nereden gelir? Doğru-yanlış, iyi-kötü gibi yargılar nereden gelir? “Bunların, maymunsu dürtülerin ve evrim sürecinde kazandığımız toplumsal duyguların ürünü oldukları açıktır. Sonra da kültür olgusu ile şekillenirler.[3] Her nasılsa, bu düşüncelere şiddetle karşı çıkan savunucular arasında ismine “kıta felsefesi” diyebileceğimiz bir felsefe ekolü içinde sayılan, post-modern felsefeciler bulunmaktadır. Bu savunuculara göre, gerçek daima belirsiz ve bulanıktır ve öyle de kalmalıdır. Bu tür endişeler besleyen kıta felsefecileri ve diğer ahlaki şüpheciler her zaman, “olması gereken” ile “olan”ı belirgin şekilde birbirinden ayrı tutan, David Hume’dan alıntı yapar. Buna göre, olana bakarak olması gereken hakkında fikir yürütemezsiniz. (Kızına, kendi ahlaki yargısına göre tecavüz etmekte sorun görmeyen bir baba için söyleyecek bir şeyimizin olmaması gibi.) Buna dayanarak, bilimin bize sadece dünyanın nasıl olduğuna dair tanımsal bir açıklama sunabileceğini ve o açıklamadan yola çıkarak dünyanın nasıl olması gerektiğine ilişkin bir çıkarım yapamayacağını savunurlar. Çünkü Hume, doğada değerlerin bulunmadığını söylemektedir. Hume’un düşüncesine göre eğer bizde duygular olmasaydı dünyanın çıplak olgulardan ibaret bir dünya olacağını düşünecektik, çünkü ona göre doğada değer yoktur.  Ancak bunun, açıkça bir dil oyunu olduğu ortadadır ve özellikle Sam Harris gibi düşünürlerin de iddia ettiği şekliyle olması gerekene ilişkin böyle bir bakış açısı, dilin cazibesinin yol açtığı zihin karışıklığının önlenmesinde felsefenin oynadığı role işaret eden Wittgenstein’ın görüşleriyle uyumludur. Yine aynı şekilde, Berkeley’ci somut, ne kadar somuttur? diye sorabiliriz. Felsefi olarak maddenin gerçekliğinden de şüphe duyabiliriz. Fakat bu da yalnızca bir dil oyunundan ibarettir. Diğer taraftan yine Hume ayrımına takılı kalan, Kuhn gibi çeşitli bilim felsefecilerinin de savunduğu paradigma kayması gibi fikirler, bizi “olan” içerisine hapsetmekten başka bir işe yaramamakta ve bilimsel ilerlemenin önündeki bir engel olarak durmaktadır.  A. Sokal’ın da belirttiği gibi, “Günümüzde en sevilen kavram, paradigma. Herkesin ‘kendi paradigması’ var. Oysa gerçek bilim yapmak zor. Eğer her şey bir yorum ve kanaat meselesiyse, zamanımızı neden ciddi biçimde fizik, biyoloji ve istatistik öğrenmeye harcayalım ki?”[4]

Diğer bir taraftan, geleneksel felsefenin sahte başarılarının önüne geçmeyi ilke edinmiş olanMantıksal Pozitivistlerin ve Neo-pozitivistlerin, Kıta felsefecilerine olan keskin karşıtlığı, kıtacılar tarafından savunulan ve yüceltilen sezgi, bilinemezlik, muğlâklık, belirsizlik, varlık gibi unsurlara dayanır. Gerçekten de analitik düşüncenin muğlâklığa karşı olan derin savaşı, felsefeyi yeni bir düzleme taşımıştır. Bu konuda Descartes’in alıntısını aynen aktarmakta fayda var:

Biliyordum ki… felsefe insana her konuda inandırıcı bir biçimde konuşma ve kendini cahiller nezdinde itibarlı kılma imkânı verir.”

Filozof, kendini genelin uzmanı olarak görür. Fakat filozof, kendini ilgilendiren meselelerle uğraşmaktan, muhtelif bilimsel disiplinlerden de uzaklaşmıştır. Felsefenin bu ekümenik çabalarına bağlı olarak bilimlerle felsefe arasına ciddi bir yabancılık girmiştir. Bilim adamı ve filozofun birbirlerini anlamadığını, birinin meselesini diğerinin göremediğini sıkça gözlemliyoruz. Reichenbachgibi radikal pozitivistler, bu gibi durumlarda suçun daima bilim adamında olduğunu değil, aksine çok defa filozofun kendisinde olduğunu vurgulamışlardır.[5] Bu doğrudur, çünkü soyut meselelerle uğraşmak yüzünden filozof, çoğu defa ayağının altındaki sağlam zemini kaybetmiştir. Genellikle herhangi bir varlık alanı veya varoluşu bulunmadığı halde, kendisine zorlama bir varlık alanı açmaya çalışan felsefecinin bunu yapma nedeni, kendi boş inancının bir sonucudur. Felsefeciler daima kendi spekülatif iddialarını geçerli kılmak pahasına, özel bir “deneysel olmayan dünya”dan yardım istemektedirler. Bu özel dünya, bilimin ölçümleyemediği, hayali bir dünyadan başkası değildir. Çünkü bilimsel yasaların söz sahibi olmadığı böyle bir dünya, tıpkı Matrix’te yaşadığını düşünenlerin inanma eğiliminde olacağı sınırsız ve yanlışlanamaz önermelere dayanır. (“Ad hoc” varsayımlar vb. [*]) Buna karşın bilim ise, tamamıyla yanlışlanabilir önermelerle ilgilendiğinden, tüm bunlara son verir.Bilimde belirli bir temsil edilebilirlik yoktur: kurbanlık hayvanlar gibi Tanrı’ya da kesinlikle yer yoktur. Temsil edilebilirlik evrensel bir işlevselliğe dönüşür. Atom temsili olarak değil, maddenin numunesi olarak parçalanır ve tavşan temsili olarak değil, görmezden gelinen salt bir örnek olarak laboratuarın çileli yollarından geçer. İşte bilimin başarısı da tam olarak buradadır. Çünkü bilim, kendimize ve dünyaya dair tüm akla yatkın bilgi iddialarını içerir. Örneğin Tevrat’ta belirtilenin aksine suyun, ışıktan önce var olamayacağına ilişkin elimizde gerçekten çok iyi bilimsel kanıtlar var, ya da suyun h2o bilgisinin kesinliğinde olduğu gibi.

Ancak felsefeciler genellikle, ontolojik soruların epistemolojik sorularla karıştırılmaması için uyarıda bulunurlar. Neyin var olduğu bir şey, onun hakkında bilebildiklerimiz ise başka bir şeydir, derler. Felsefenin ve felsefecilerin fikirlerini güvenli rehberler olarak görmeye özen göstermemiz, “varlığın” ve “var olanın” bilimsel olarak ele alınabilmesi ile mümkün olabilir. Sonuç olarak, bilimin gerçek amacı ve görevi; “akla uygun, eğlendirici, saygı değer ya da etkili söylevler veya birtakım kolay anlaşılır uslamlamalar(Argüman) değil; icra etmek, çalışmak ve yaşamı daha donanımlı ve kolay hale getirecek önceden bilinmeyen ayrıntıları keşfetmektir.”[6] Ancak bu noktada, bilimle ilgili en öne çıkan ve tartışılan sorulardan biri, bilimin insanın refahını ve mutluluğunu gerçekten de arttırıp arttırmadığı sorunudur. Mutluluk ve refah kavramlarına yüklenen anlam kişiden kişiye farklılıklar ve beklentiler üzerinden sorgulanmasından dolayı bu soruyu cevaplamak güç olabilir. Fakat diğer yandan bilim aracılığıyla elde edilen veriler sağlık, güvenlik, teknik, beslenme gibi hemen her konuda insanlığın yaşama kalitesini arttırmıştır. Bilimin ortaya çıkardığı bilimsel bilgi, teknolojiye kaynaklık ederek, bu sayede insanlığa pratik yarar sağlamaya devam etmektedir. Oysa felsefede ölçme yapılamadığı ve ölçülenler arasında eşdeğerlik kurulamadığı için ona dayanılarak bir teknoloji kurulamaz. Görülüyor ki felsefenin görevi, insana pratik bir yarar sağlamak değil, ele alınan konunun özünü, kavramların anlamını bulmaya çalışmaktır.

O halde buraya kadar, bilim ve felsefe ayrımını belirli bir ölçüde ortaya koymuş oluyoruz. Kafamızda belirmeye başlayan resim artık daha net ve berrak. Bilim, deneysel(empirical) olması farkıyla felsefenin, kavramsal(conceptual) yapısından ayrılmaktadır. Bilim, deneysel doğrularla ilgilenirken felsefe, kavramsal doğrularla ilgilenir. Buna bağlı olarak felsefeyi “değerler” olarak, bilimi ise “olgular” olarak tanımlamamız, bu noktada oldukça doğru ve rasyonel bir vurgu yaratıyormuş gibi görülebilir. Fakat olguları değerlerden ayrı tutmanın savunulacak bir tarafı olmadığı gibi, olgular ve değerler arasındaki bu ayrım da yalnızca bir yanılsamadan ibarettir. Her şeye rağmen tüm bu ayrımlar, felsefenin bilimden kesin olarak ayrışması gerektiğini kanıtlamaz. Eğer felsefe ile ilgili sınırlar bizim yaptığımız şekliyle çizildiği takdirde, belli bir ölçüde bilim ile iç içe olduğunu kabul etmemek için bir sebep yoktur. Savunulması gereken şey, elbette her bilim dalının içine biraz felsefe işlendiğidir. Örneğin bir soru işlevsel kılınamadığında, yapabileceğimiz bir deney olmadığında ve veriye nasıl ulaşacağımızı bilemediğimizde felsefi dili kullanmaya başlarız. Ve böyle düşünüldüğünde felsefenin, bilimin dilini tanımladığını, bilimin mantığı haline geldiğini görürüz. Ancak bir şey deneysel olarak çözümlenebilir hale geldiği anda, bu bilimler, felsefeden ayrılır. Felsefenin yapabileceği önemli bir şey, dilin kullanımına ilişkin muğlâklıkları gidermektir. Ve felsefenin bir başka yapabileceği bir şey de, belli bir önermenin doğruluğunu ya da yanlışlığını, ancak deney ve gözlemin gösterebileceğini söylemektir. Çünkü kanıtların söz konusu olabileceği her şey, tümüyle deneysel bir sorundur. Dolayısıyla bu iş yalnızca bilime aittir. Sonuç olarak, kabul edebileceğimiz tek felsefe görüşünün, deneyciliğin bir biçimi olarak betimlenmesi akla yatkın olacaktır. Filozof, filozof olarak, bir bilimsel kuramın değerini saptayacak bir durumda değildir. Buna ilişkin yapabileceği iş, bilimsel bir kurama ya da bulguya ilişkin kavramları ve sembolleri tanımlayarak, bunların mantıksal açıklığa kavuşturulması işidir. Felsefecilerin fantastik düşünce deneylerini bir kenara bırakırsak eğer, felsefecinin kendisinin gerçekten insan bilgisine ya da daha genel anlamda, dünyanın gelişmesine önemli bir katkıda bulunmasının yegâne yolu, kendisinin de bir bilim adamı olması gerektiğidir.

Bu son aşamada demek oluyor ki, felsefe de bilimleşmelidir. Böylece felsefe, “bilimsi” olma ihtirasından da kurtulup, kendi düşünce paradigmaları içerisinde yeni kavramlar yaratarak, bilimsel yöntemin izcisi olabilir ve kendisine bilimler sınıfında belli bir yer edinmeyi de deneyebilir. Aynı şekilde, düşüncelerimizde gerekli olan diğer tüm dönüşümler de; kendi yetişkinliğimizi, evreni ve dünyayı bilimsel kavrayışımızla gerçekleşecektir.

Kaynak: İlker Çağatay ÂŞIK

__________________________________________________________________________________________

[1] Teo Grünberg, 1970, 7
[2] Neil deGrasse Tyson’s quote
[3] Sam Harris, Science can answer moral questions

[4] Alan Sokal, Beyond the Hoax: Science, Philosophy and Culture sf:?
[5] Hans Reichenbach, Bilime Yeni Pozitivist bakış sf:40.
[6] Francis Bacon, “The Spirit Of Nature” sf:?
[*] AD HOC üzerinden inanç: Görünüşe göre “deney olguları”  hiçbir zaman bizi bir varsayımı bırakmaya zorlayamaz. Zorunlu ad hoc (o olaya özgü) kabulleri yapmaya kabul eden bir kimse, ters görünen kanıtlar karşısında inançlarını her zaman ayakta tutabilir. 

İnsan Bebeklerinin Ahlaki Davranışları ve Ahlakın Kökenleri: Hayvan Davranışları ve Oyun Teorisi Açısından Değerlendirme

1. Giriş

Kendinizin ve karşınızdakinin sahip olacağı elma sayısını belirleyeceğiniz bir oyun hayal edin. Ancak size söylendiğine göre, oyunda nihai olarak kazanmak ya da kaybetmek yok; sadece farklı şartlar altında nasıl düşündüğünüzün tespit etmeye çalışıldığı söyleniyor. Önünüzde üç seçenek var: A seçeneğinde, kendinize 10 elma alırken karşınızdakine hiç elma vermeyeceksiniz; B seçeneğinde, siz 2 elma alırken karşınızdakine 1 elma vereceksiniz; C seçeneğinde ise siz 4 elma alacaksınız, karşınızdaki ise 7… Hangisini seçmek isterdiniz?

Herkesin bu oyunda kullanacağı strateji farklı olacaktır. Bu oyunlarda “evrensel olarak geçerli” bir strateji olabilir veya olmayabilir; ancak her oyunda, tamamen rastgele tercihler yerine, genellikle en azından bir tane “mantıksal olarak desteklenebilir” strateji olacaktır. İşte bu oyunlar ve bunlar dahilinde kullanılan stratejiler Oyun Kuramı veya Oyun Teorisi isimli, ekonomi, savaş politikası, felsefe, mühendislik, bilgisayar bilimleri, işletme ve hepsinden önemlisi, biyoloji alanlarını kapsayan disiplinler arası matematiksel bir kuram çerçevesinde incelenir. Oyun Kuramı, bir katılımcının yaptığı seçimlerin diğer katılımcının kararları üzerinde etkisinin olduğu, rekabetçi oyunlarda izlenebilecek olan uzlaşmacı stratejileri analiz eder.
Bu gibi oyunların sonuçları, “maliyet – yarar matriksi” adı verilen bir tablo üzerinden analiz edilebilir. Mesela, iyi bilinenMahkum (Tutuklu) İkilemi oyunu, ayrı odalarda polislerle yüzleştirilen iki suçlunun maliyetini ve yararını araştırır. Suçluların önceden plan yapmadığı varsayılmaktadır. Eğer suçlular birbirlerine güvenir ve birbirleriyle işbirliği (cooperate) yapar ve ayrı ayrı suçlarını itiraf etmezlerse, ikisi de sadece 2 yıl hapis cezası alacaktır. Eğer ikisi de birbirini satar (defect) ve suçu diğerinin üzerine atarsa, maksimumu cezayı paylaşırlar (10 yıl / 2 = 5’er yıl). Eğer sadece birisi diğerini suçlar, diğeri ise konuşmazsa, sessiz kalan 10 yıl hapis cezası alırken, suçu diğerinin üzerine atan paçayı tamamen kurtarır (0 yıl). Böyle bir durumda, nasıl bir strateji oynamak daha mantıklı bir seçim olurdu? Bu oyun için aşağıdaki gibi bir matriks (tablo) çizebiliriz:
Tablodaki değerlerin, ödül-ceza miktarı olduğuna dikkat ediniz. Sayılar, rakibinizin değil, sizin alacağınız cezaları göstermektedir. Fakat hangi cezayı alacağınız, rakibinizin stratejisiyle de belirlenmektedir. Yani sadece sizin kararlarınız değil, rakibinizin kararları da sonucu etkilemektedir. İşte bu nedenle bu, Oyun Teorisi dahilinde incelenen bir “oyun” olarak görülür. Örneğin, tabloya göre sizin işbirliği yaptığınız bir durumda, karşı taraf da işbirliği yaparsa siz 2 sene hapis cezası alacaksınız demektir. Bu tabloda karşı tarafın alacağı cezalar gösterilmemektedir, çünkü sonuçta sizin için önemli olanın, sadece sizin alacağınız ceza olduğu varsayılmaktadır. Bazı daha kapsamlı kar-zarar matrislerinde (veya Oyun Teorisi tablolarında) iki tarafın da aldığı cezalara yer verilebilmektedir. Burada o detaylara girmeyecek ve sadece sizin bakış açınızdan oyunları değerlendireceğiz (makalenin geri kalanındaki tablolar için de aynı durum geçerlidir).
Tabloyu okuyabilmek için şu düşünme zincirini takip etmeliyiz: İki tarafın da uzlaştığı (ve bunun taraflar tarafından bilindiği) bir durumda, taraflardan birisi fikrini değiştirmek isteyecek mi? Eğer bu tabloya bakacak olursanız, iki tarafın da “işbirliği” stratejisini seçtiği durumda, tarafların 2 yıl hapis cezası alacağını görülecektir (negatif sayılar genelde “ceza” için kullanılır, bu bir “hapis cezası” değil de, bir “ödül” olsaydı pozitif sayılarla gösterilecekti). Bu durumda kararınızı değiştirme hakkı verilirse ve kararınızı değiştirirseniz (siz “satış” stratejisini oynayacaksınız, rakibinizse hala “işbirliği” stratejisini oynayacak), ceza almayacağınız tablodan görülmektedir.
Şimdi, diğer olasılığa bakalım: Eğer ki tarafların ikisi de birbirini satıyorsa, suçlulardan herhangi birisi fikrini değiştirmeye kalkışır mı? Eğer fikrinizi değiştirir de sessiz kalmayı tercih ederseniz, cezanız tabloya göre 5 yıldan 10 yıla çıkacaktır. Yani cezası artacaktır. Hiç de iyi bir fikir değil!
Son senaryoya ve matematiksel/mantıksal analize göre döneklik yapmak (ve karşıdakini suçlamak) en “güvenli” seçimdir. Çünkü bu tercih bir “pişmansızlık stratejisi”dir. Yani oyuncu, aldığı karardan pişmanlık duymayacaktır. Bir diğer deyişle yaptığı tercih, bu oyun hakkında uzman olan hayali bir kişinin yapacağı herhangi bir tercih ile en azından eşit derecede iyi bir tercihtir. Bu seçenek ayrıca Nash Dengesi (ND) olarak da bilinir. Ayrıca bu seçenek, her ne kadar tamamen aynı şeyler olmasalar da, işin içine biyolojik sistemler girdiği için Evrimsel Denge Stratejisi (EDS) olarak isimlendirilebilir. Bu makalemizin ele alacağı daha basit oyunlarda ND ile EDS tam olarak aynı şeydir. Biz bu makalemizde daha ziyade ESS üzerine odaklanacağız.
Sizlerin de farkına varmış olabileceğiniz gibi Mahkum İkilemi oyunu, gerçek hayatta göz ardı edilemeyecek basitleştirmelere sahip. Elbette hiç kimse hapis yatmayı tercih etmez ve ilk olarak karşıdakini suçlayıp, onun sessiz kalmasını umar (böylece kendisi ceza almayacak; ancak karşı taraf cezalandırılacaktır). Ancak bu denli bencil bir karar gerçekçi midir? Eğer oyuncular yakın akrabaysa neler değişirdi (örneğin taraflar kardeş ya da ana-oğul olsalardı)? Peki oyuncular arasında romantik bir ilişki olsaydı? Örneğin, eğer ki kişiler arasında büyük yaş farkı varsa, “gizli maliyet” de büyük farklılık gösterecektir. Bir taraf 80 yaşında, diğeri ise yirmili yaşlarda ise, sonuçlar gibi risk varyasyonu da eşitsizlik ve orantısızlık gösterecektir. Bir tarafın kaybedecekleri, diğer tarafın kaybedecekleri ile orantılı değildir. Bu tür durumlar, verilecek kararı kesinlikle etkileyecektir. İnsan davranışlarını analiz etmek ve bu karar sürecinin altında yatan mekanizmaları anlamak, sadece kendi davranışlarımızı anlamamızda değil, diğer canlılar ile aramızdaki benzerlikleri ve farklılıkları gözlemlememizde de önemli bir yeri vardır.
İnsan bebekleri bu tarz testler için adeta biçilmiş kaftandır! Dünya üzerindeki en zeki canlılar olmayabilirler. Aslına bakarsanız kargalar, 7 yaşındaki bir çocuk ile aynı seviyede zekaya sahiptir. Ayrıca, tartışmalı olsa da, tavukların başardıkları bazı testleri, bir insan yavrusu 4 yaşına gelene kadar başaramaz. Ancak belirtmekte fayda var, bu makalenin ana konusu etkilenmemiş zeka değildir. Tersine bu makale, duyguların etkisini ve saf zekanın sosyalleşerek öğrenilmiş özellikleri inceleyecektir. Dolayısıyla, gelişen bebekler ve onların günlük ikilemlerle (özellikle de etik kararları içeren ikilemlerle) ilgili kararları, hareketleri ve stratejileri, insan etiğinin her seviyesi hakkında kullanışlı ve ilginç bilgiler ortaya çıkarabilmektedir.
Dr. Paul Bloom, “Bebeklerin Ahlaki Yaşamı: İyiliğin ve Kötülüğün Kökenleri” isimli kitabında bu konuyu derinlemesine inceliyor. Dr. Bloom, Yale Üniversitesi’ndeki Bloom Laboratuvarında araştırmalarını gerçekleştiren, tanınan ve saygın bir psikologdur. Etik, uzun yıllardır felsefe çatısı altında tartışılıyor çünkü bilimin, bu alan için genellikle test edilebilir, deneysel bir hipotez ortaya koyamıyor. Bir düşünün: Nasıl olur da insan öldürmenin kötü olduğunu, insanlara yardım etmenin iyi olduğunu ve benzeri önermelerin “tekrarlanabilir ve bilimsel deneylerden objektif ve çürütülebilir hipotezler” aracılığıyla ispat edebileceğini iddia edebilir ki? Ötenazi, kürtaj gibi örnekler düşünülecek olursa, etik konular hakkında bilimsel açıklamalar oluşturmanın zorluğunu anlamak daha kolaylaşır. Bunların hepsi, çeşitli şartlar altında yüzlerce yıldır tartışılagelmekte olan ve hiçbir evrensel yargıya (nihai sonuca) varılamamış olan konulardır. Bu kararsızlık; sosyo-ekonomik seviye, coğrafik konum ve toplumun değerleri gibi değişken faktörlerle yakından alakalı olabilir. Farklı zaman aralıklarında, etik konulara olan yaklaşımlar farklılık gösterebilir. Örneğin bundan yarım yüzyıl önce, Avrupa’da kadınların kot pantolon giymesi etik olarak yanlış bulunuyordu. Suudi Arabistan gibi dünyanın farklı yerlerinde hala daha kot giymek hoş karşılanmayabiliyor. “Kot giyme” denen davranışın etik durumu zamanla içsel olarak mı değişti? Yoksa değişen ve evrimleşen toplumun kendisi mi? Ahlaki kararlarımızla ilgili olarak, en azından çok temel bir düzlemde, bilimsel açıklamalar geliştirebilir miyiz? Bir şeyin etik olup olmadığına karar verirken aktif olan bölgeleri belirlenebilir mi? Ahlaki kararlarla ilgili yaş sınırları, sosyo-ekonomik ve kültürel durumlar güvenli bir şekilde tespit edilebilir mi? Daha önemlisi ise, evrensel etik kurallarının (mutlak ahlak) var olduğu iddia edilebilir mi? Yoksa tüm etik çıkarımlar içsel olarak öznel (subjektif) olmak zorunda mıdır?
Tüm bu soruları sadece bir makalede cevaplamak çok güç, hepsi kendi içinde incelenmeli ve cevaplandırılmalıdır. Ancak, bebeklerin toplumlara özgü doğru ve yanlışlara maruz kalmadan evvel, etik hakkında verdikleri kararları gözlemleyebilir ve nasıl kararlar aldıklarını açıklamaya çalışabiliriz. Bu kolay bir iş değildir; çünkü bir bebeğin neyi, nasıl düşündüğünü soramazsınız, ancak hayvan davranışları ve Oyun Kuramı çerçevesindeki analizlerle gözlemler yapabilirak bazı genellemelere ve ortak desenlere odaklanabilirsiniz. Dr. Bloom’un araştırmasında ve kitabında yaptığı da tam olarak budur.
Bu makalenin bir sonraki bölümünde, Dr. Bloom’un yaptığı bazı deneysel çalışmalara yer vereceğiz. Sonrasında, bilimin ve özellikle hayvan davranışlarının önemli bir bölümünden faydalanarak bu çalışmaları analiz edeceğiz. Bu analizler, herkesin kolaylıkla takip edebileceği temel bir mantık sırasını izleyecektir. Her bir analizde ahlak konusuna farklı bir açıdan bakılacaktır ve bebeklerin (kimi örneklerdeyse yetişkinlerin) hareketlerine anlam kazandırılmaya çalışılacaktır. En son olaraksa, konu bütünlüğünü sağlamak adına kısa bir sonuç kısmına yer vereceğiz.
2. Deneysel Araştırmaların ve İddiaların Bir Özeti
Bu yazının başında bulunan Giriş & Arka Plan bölümünde sorulan soru bebek ahlakı araştırmalarında sorulmuş en önemli sorulardan biridir. Ama bu konuya girmeden önce, Dr. Bloom’un araştırmasında cevabını aradığı esas soruya bakalım: “İnsanlar doğası gereği kötü müdür, iyi midir?” Bu soru, yazarın bütün bir kitap boyunca cevap aradığı anahtar sorudur aslında. Doğuştan iyi doğduk da toplum biz büyürken bize karanlık, kötü yanları mı ekledi? Yoksa doğduğumuzda “bencil şeytanlar”dık da toplum, ebeveynler ve din mi bize iyi karakterler bahşetti? Dr. Bloom, bu soruların cevaplarını laboratuvarda bebekleri kullanarak aramaktadır. Ve bu yöntemlerden birinde o ve meslektaşları (özellikle de Yale Üniversitesi Bebek Bilişi Merkezi’nin direktörlü ve Dr. Bloom’un eşi olan Dr. Karen Wynn), 0–2 yaş arasındaki bebeklere ahlak sorularını kukla gösterisi yoluyla sundular.
Kitaptaki birçok konunun özeti bu videoda da verilmektedir. Burada işlenecek örneklerin büyük bir kısmı, yukarıda tarafımızdan çevrilmiş olan videoya dayanmaktadır. Videonun izlenmesi, konuların analizinin anlaşılmasında kolaylık sağlayacaktır.
Tabii ki, deneylerde bebekleri kullanmak etik açıdan bazı sorunlar doğursa da bu, sorunlarının en büyüğü değildi. Ahlaki bir karar vermeye çalışan bebeklerin tepkilerini hassas bir biçimde nasıl kaydedersiniz? Üç aylık bir bebekle deney tasarlamak, deneyi etkileyen dikkat dağıtıcı etkenleri ortadan kaldırmak ve bebeğin kararlarını etkilemek nasıl mümkün olabilir? Dr. Bloom, deneysel adımların yanında, bu bahsedilen problemleri de kitabının ilk bölümünde tartışıyor. Bu makalede bu problemlerin detaylarına girmeyeceğiz, çünkü problemlerin sonuçlarını tartışmak bu makalenin kapsamı ve bizler açısından daha ilgi çekici. Fakat bu bölümde, yine konu bütünlüğünü sağlamak adına, deneysel örneklerin yanında, kullanılan bazı yöntemleri de tartışacağız.
i) Mutlak Ahlak? Bebekler Nasıl Ahlaki Yargılamada Bulunabiliyor?
Kitapta bahsedilen ve Nature dergisinde 2007 yılında yayınlanan deneylerden birinde üç tane kukla bulunuyor: 1 kaplan ve 2 köpek yavrusu (bu yavrulardan birinde sarı gömlek birinde mavi gömlek bulunuyor). Kaplan, içinde oyuncak bulunan kutuyu açmaya çalışıyor ama bunu yapmakta zorlanıyor. Kaplan ulaşmak istiyor ama kutu öyle kolay açılacak gibi değil, en azından kuklacı öyleymiş gibi gösteriyor. Sarı gömlekli köpek yavrusu geliyor ve kaplana yardım ediyor, böylece kaplan kutudaki oyuncaklara erişebiliyor. Sonrasında sahne tekrar ediyor: kaplan, oyuncak kutusunu yine açmaya çalışıyor; ama açamıyor. Bu sefer mavi tişörtlü olan köpek yavrusu geliyor ve kutunun üzerine sertçe vurarak onu kapatıyor ve kaplan oyuncağı alamıyor.
Bu deney, en azından yetişkinlerin “tarafsız ahlak” veya “mutlak ahlak” dediği ahlaki davranış yaklaşımları bütünü çerçevesinde, birbiriyle taban tabana zıt davranışı göstermektedir: “iyi” davranış, “kötü” davranış. Buradaki soru, ismi Wesley olan beş aylık bir bebeğin köpek yavrularının davranışlarından bizim çıkardığımız ahlaki sonuçları çıkarıp çıkaramadıklarıydı. Ufaklık, bu iki davranışı birbirinden ayırt edebilecek miydi? İçlerinden birini seçmesi istendiğinde, köpek yavruları arasında tercih yapacak mıydı?
Cevap, evet! Wesley, iki köpek yavrusu kukla da aynı uzaklıktan gösterildiğinde, kendi tercih ettiği yavruya uzanarak “iyi köpek yavrusu”nu seçti. Tıpkı yaşıtlarının %75’inin yaptığı gibi! Bu da bize gösteriyor ki 5–7 aylık bebekler “iyi” ve “kötü” davranış arasındaki farkı ayırt edebiliyorlar.
Araştırmacılar deneyi bir adım öteye götürerek 3 aylık bebeklerle deneyi tekrarladılar. Bu bebekler tercih ettikleri köpek yavrusuna uzanamıyorlar (çünkü henüz uzuvlarını o kadar ehil bir şekilde kontrol edemiyorlar); ancak daha önce yapılan deneylerden anlaşıldığı üzere, tercih ettikleri şeyleri, gözlerini ona daha uzun süre dikerek belli edebiliyorlar. 3 aylık bebek Daisy’de buldukları sonuç ise, bebeğin kötü kuklaya bakışının 5 saniye, iyi kuklaya bakışınınsa 33 saniye olduğu! Bu örnek bile insan bebeklerinin 3 aylıktan beri kötülük ve iyilik arasındaki bağlantıyı anlayabildiğini gösteren güçlü bir kanıt oluşturuyor. Dr. Wynn şöyle söylüyor:
“Bebekler yardımsever bireylere pozitif duygular beslerken, diğerlerine karşı anti-sosyal davranışlar gösterenleri onaylamazlar, sevmezler ve hatta kınarlar.”
ii) Ahlaki Yargıya Dayalı Ceza Verme
Başka bir deneyde, Dr. Wynn ve Dr. Bloom konuyla ilgili bir diğer soru sordular ve bebeklerin, kötü davranışları için diğerlerini nasıl cezalandırdıklarını anlamaya çalıştılar. Bu gayet cazip bir deney; çünkü iyi ve kötü davranışları ayırt edebiliyor olmak, kişinin illa ki kötü davranışları cezalandırıp, iyileri ödüllendireceği anlamına gelmez. Bebeklerin kötü davranışları cezalandırmayı ve iyileri ödüllendirmeyi tercih edip etmeyeceğini keşfetmek için yine 3 kuklanın (1 kaplan ve biri yeşil, diğeri kırmızı 2 tavşan) olduğu bir deney tasarladılar.
Kaplan bir topla oynuyor ve oyun olsun diye topu kırmızı tavşana atıyor. Kırmızı tavşan da topu kaplana geri atıyor ve onunla güzelce oynuyor (“iyi davranış”). Ancak, kaplan topu yeşil tavşana attığında, tavşan topu alıp hızla kaçıyor (“kötü davranış”). Sonrasında araştırmacılar bebeklere ilkinin devamı olan başka bir sahne gösteriyorlar. Bu sahnede, önceki sahnede topu çalan yeşil gömlekli tavşan, birkaç oyuncak almak için bir kutuyu açmaya çalışıyor; ama açamıyor (tıpkı bu makalemizde anlatılan önceki deneydeki gibi). Bu sefer, ilave edilen kuklalar var: mavi gömlekli bir köpek yavrusu kukla ve sarı gömlekli bir diğer köpek yavrusu kukla. Sarılı kukla, “top hırsızı”nın kutuyu açmasına yardım ediyor ve mavili kukla kutunun kapağını çarparak kapatıyor. Yardım edilen ya da cezalandırılan kuklanın doğası gereği “kötü” olup olmaması, bebeklerin tercihini değiştirir mi? Cevap, bir kez daha, evet! Bu sefer, önceki deneyin aksine, bebekler cezayı tercih etti. Test edilen bebeklerin %87’si, top hırsızını cezalandıran mavi gömlekli kuklayı seçti.
Bu, bebeklerin en azından çok basit bir düzeyde adalet duygusuyla doğduklarını gösteriyor. Dr. Bloom bunun, ahlaki temelleri açığa çıkaran en doğrudan bilimsel deneylerden biri olduğunu düşünüyor. Bu deney, bilim ve felsefe için önemli bir dönem noktası; çünkü Jean Jacques Rousseau tarafından uzun zamandır “kusursuz aptallar” olduğu varsayılan insan bebeklerine bakarak, ahlaki kararların kökenlerini yakalamayı başarıyor. Bu çok katmanlı ve çok yönlü araştırma bize, Aristo’nun bir zamanlar iddia ettiği gibi “boş, beyaz bir sayfa” (tabula rasa) olarak doğmadığımızı gösteriyor. Evrimsel geçmişimiz, 3 aylıkken bile doğruyu yanlıştan ayırabilecek şekilde genetik yapımızı değiştirmek için yeterince güçlüdür.
Bu, psikolojideki birçok modele, özellikle ahlaki davranış dâhil her şeyi klasik koşullanma aracılığıyla öğrenmemiz gerektiğini iddia eden büyük etolog (hayvan davranışlarını doğal çevrelerinde inceleyen zoolog) B. F. Skinner’in modellerine meydan okuyor. İnsan davranışlarının çoğunun koşullanmayla şekillendiği doğrudur fakat bu bizim türümüzde yerleşik anlayış ya da davranışsal eylem/karar modellerin olmadığı anlamına gelmez. Diğer bir deyişle, ahlak sadece kültürel evrimimizin bir parçası değildir, aynı zamanda biyolojik evrimimizde de derin köklere sahiptir.
iii) “Kötü Davranış”ın Evrimi: Bebeklerde Irkçılık, Bencillik, Bağnazlık
 
Bu bağlamda, “Evrim neden dünyada kötülüğü bertaraf edip türümüze yalnız evrensel ahlak kurallarını bırakmadı?” diye sorabiliriz. Öncelikle şu gerçeği tespit etmekte fayda var: Bu soru, bencillik gibi “ahlak dışı davranışlar”ın avantajlı olmadığı ve dolayısıyla evrim tarafından elenmesi gerektiğini temel alan yanlış bir yaklaşımın ürünüdür. Ancak bize bu soruyu sorduran sağduyumuz büyük oranda sosyal normlar üzerine inşa edilmiştir ve bu nedenle iş evrimsel biyoloji alanındaki çıkarımlarımıza geldiğinde, sağduyu iyi bir ilham kaynağı değildir. Irkçılık, bağnazlık ve ben-merkezcilik gibi birçok “kötü davranış”, evrimin gözüyle en azından bazı açılardan faydalı olabilir.
Bloom’un, kitabının üçüncü bölümünde açıkladığı gibi; şaşırtıcı şekilde bebekler, bencillik, önyargı ve hatta ırkçılık barındıran belli bir sınıflandırma ve yabancılaşma davranışlarıyla doğuyor görünüyor. Oysaki bu “kötü davranış”lar türümüze, özellikle de çocuklarımıza yararlı olmuş olabilir. Bunu anlamak için öncelikle bebeklerimizin “kendinden başkalarını fiziksel özelliklere dayanarak dışladıkları hipotezi” kanıtlanmalı. Bu fikri test etmek için Wynn ve Bloom’un ekipleri ilk önce bebeklerden Graham Crackers ve Cheerios (farklı görünümlerde bisküviler ve yiyecekler) arasında seçim yapmalarını istedi. Daha sonra araştırmacılar, bebeklere (örneğin Cheerios‘u seçenlere) içinde bir turuncu ve bir gri kedi olan kukla gösterisi izlettiler. Gösterinin ilk bölümünde turuncu kedi, bebekle aynı yiyecek seçimini yaptı (Cheerios). İkinci bölümde ise, gri kedi diğer seçeneği (Graham Crackers) seçti. En sonunda bebeklere hangi kuklayı daha çok sevdikleri soruldu. Bebeklerin büyük çoğunluğu kendi seçtikleri marka ile aynı seçimi yapan kuklayı tercih etti.
Bu deney bebeklerin “kendiyle benzer olan”a eğilimi olduklarını gösteriyor. Yine de ileri araştırmalar olmadan bu deney insan yavrularını ırkçılık gibi aşırı ideolojilerle suçlamaya yetmiyor. Tam da bu sebeple Wynn ve Bloom bir sonraki aşamaya geçtiler: Bebeklerimizin kendiyle benzer olana pozitif duyguları var. Peki, kendinden farklı olana (ya da “diğerlerine”) karşı negatif duyguları var mı? Deneyin bir sonraki aşamasında araştırmacılar bebeklere, kendinden farklı bisküvi markasını seçen kukla kedinin (gri) bir oyuncak kutusunu açmakta zorlandığı bir gösteri izlettiler. Sonra iki kukla daha gösteriye eklendi: sarı gömlekli ve mavi gömlekli kedi. İlki, gri kediye oyuncak kutusunu açmasında yardım ederken diğeri, engel oldu. Bebeklerden tekrar seçim yapmaları istendiğinde, araştırmacılar bebeklerin %87’sinin gri kediye engel olan kuklayı seçtiklerini gösterdi! Bloom, Wynn’in bu sonucunda, insan yavrularının kendinden olmayanı cezalandırma eğilimi olduğunu açıklıyor.
Bu araştırmanın akıllara durgunluk veren yanı; bebeklerimizin, diğer bireyleri bir yiyeceği diğerine tercih etme gibi keyfi ve önemsiz sebeplerle ayrımlamasıdır. Bloom, oldukça önemsiz gibi gözüken ve göze batmayan ipuçlarına dayanarak, insanların dünyayı farklı insan gruplarına bölmeye yatkın olduklarını söylüyor. O bunu “ahlakın karanlık yüzü” olarak tanımlıyor. Bu araştırma gösteriyor ki; yetişkinlerdeki en kötü önyargıların bazılarının temelleri bebeklerin zihin ve davranışlarından geliyor. Bloom kitabında, ırkçılık gibi kötü davranışlardan kurtulmak için bebeklerimizin nasıl “bağnaz” olduklarını anlamamız gerektiğini söylüyor ve bunun yolunun “kendini kayırma eğilimi”nin anlaşılmasından geçtiğini belirtiyor. Buradaki “kendi” kavramının yalnızca kişinin kendisini değil, bizim gibi düşünen ve davranan veya bizim zevklerimizi paylaşan insanları da barındırdığını belirtmemiz gerek.
Bu oldukça anlamlı, çünkü evrim ahlakın kendisiyle ilgilenmez; ancak bireyin hayatta kalma ve üreme kabiliyetinin arttırılmasına müdahil olur. Sonuç olarak bireyin ahlaki öğeleri yaşamsal verimliliği arttırıyorsa kötü veya iyi davranışlar kaçınılmaz şekilde o yönde evrimleşecektir. Bu davranışların bazıları yalnızca bireyin kendi çıkarları için faydalı olduğunda tabii ki “kötü” olarak algılanacaktır. Kültürel evrim ve biyolojik evrimin çakıştığı yer de tam burası… Kültürel evrim; özverili, özgeci, fedakar davranışları desteklerken, bebeklerimiz için hayatta kalma söz konusu olduğunda, bir bakıma bencil olmak zorunluluk olur. Bu olgu, bebeklerin istediklerini elde etme yolunda, hormonları kullanarak ebeveynlerini (özellikle annelerini) kendi çıkarları için kullandıkları gerçeğiyle de doğrulanabilir. Lakin biyoloji, kültürel evrimimize dair tüm anlayışlarımızın da temelinde yer aldığı için, insan ahlakının biyolojik yönünü anlamak oldukça önemlidir.
iv) Yaş, Önemlidir: Evrimde Hakkaniyet ve Sosyal Adalet
Şimdi, Dr. Bloom tarafından toplumun etkisi ve olgunlaşmanın ahlaki davranışları nasıl etkilediğini anlamaya çalışan son deney serisine bakalım. Bu, bizi makalenin en başındaki soruya geri getiriyor: Eğer sonuçları birbiriyle farklılık gösteren çoklu seçenekler varsa, kişi çeşitli eşyaların dağılımını içeren seçeneklerden birini neye dayanarak seçer? Kendi menfaatini maksimize eden seçeneği mi seçer? Adil olan eşit dağıtımı mı seçer? Yoksa sadece topluma ve etrafındakilere iyi görünmek için, karşı tarafın daha çok almasına izin verecek kadar “saf” olmayı mı seçer?
Deneylere bakılırsa, bu sorunun cevabı çarpıcı bir şekilde yaşla değişiyor. Bu sefer çocuklardan (bebeklerden değil) iki farklı dağılım içeren mavi ve yeşil iki gruptan birini seçmeleri istendi. Renklere ve deneyin evresine bağlı olarak, seçimi yapan çocuk ve karşısındaki çocuk, farklı meblağlarda eşya (jeton) alacaktı. Çocuklara, deneyin sonunda, ellerindeki jetonları hediyeler almak için kullanabilecekleri söylendi. Utangaçlığın ya da sosyal baskısının etkisini elimine etmek için, karşı tarafın çocuk tarafından seçim yapıldıktan sonra geleceği söylendi. Bu nedenle çocuklar seçimlerini, rakiplerinin olmadığı bir odada yaptı (bu durumun seçime etkileri daha sonra tartışılacaktır). Örneğin, ilk aşamada, eğer mavi rengi seçerlerse iki çocuk da eşit olarak 10 jeton alacaklardı; eğer yeşili seçerlerse, seçimi yapan çocuk rakibinden daha çok jeton alacaktı.
Sonuçlar dudak uçuklatan cinstendi. Denekler daha küçük yaşlardayken (örneğin 6 -7 yaşlarındayken), her zaman rakiplerinin biraz almasına (genellikle kendilerinden daha az olduğu durumlardan bahsediyoruz) izin vermeleri kendilerinin de daha çok jeton alacakları anlamına gelse bile, (odada bulunmayan) rakiplerinin hiç jeton almadığı durumları tercih ettiler. Bir diğer deyişle, karşı tarafa jeton vermemek adına kendileri de daha az jeton almayı göze aldılar! Örneğin, deneyin bir aşamasında şöyle bir durum vardı: Eğer çocuklar yeşili seçerlerse, kendileri 1 jeton alacak, (odada bulunmayan) rakipleri ise hiç jeton almayacaktı. Çocuk maviyi seçerse, rakibiyle beraber 2 jeton alacaklardı. Genellikle tüm küçük çocuklar yeşili seçtiler ve rakiplerinin hiçbir şey almadığını garantilemek için az sayıda jeton almayı kabul ettiler. Dolayısıyla çocukların açıkça bencilce ve hatta mantıksızlık sınırları içinde davrandıklarını söyleyebiliriz. Dr. Bloom bunu “sosyal karşılaştırma takıntısı” olarak açıklıyor. Bu çocuklar adalet kavramına sahip değiller ya da basitçe, adalet kavramını umursamıyorlar. Onların yegane amaçları daha çok almak, sonuçların ne olacağının bir önemi yok.
Buna rağmen, araştırmacılar bu deneyi daha büyük çocuklarla tekrarladığında daha ilginç sonuçlar ortaya çıktı. 8 civarındaki yaşlarda, çocukların daha adil olan seçeneği tercih etme yatkınlığı ortaya çıktı. Bu bize, beyin gelişimine ve sosyal telkine bağlı olarak adaletli olmalarının gerektiğini bildiklerini gösteriyor. Ancak, 9-10 yaşlarına gelince, sonuçlar acayipleşmeye başlıyor. Çocuklar kasten rakiplerinin daha fazla jeton almasına izin vermeye başlıyorlar! Bu yüzden onların bu yaşlarda cömertleştiğini söyleyebiliriz.
Dr. Bloom bunu yıllar boyunca öğrenmeden ve gelişmeden oluşan “katmanlı kişilik” ile açıklıyor. Özümüzde bizler “ırkçı”, “bencil” ve “bağnaz” doğuyoruz. Bu, çevre tarafından kabul edilir bir şey değil ama bebekler biyolojik olarak acımasız doğal hayat şartlarına karşı hayatta kalmayı başarabilmeleri için bu şekilde doğuyorlar ve bu yüzden bebekler birer istisna. Ancak büyüdüğümüzde, çevre bize diğerkâmlık (bencil olmama durumu), fedakârlık, kibarlık, cömertlik gibi daha pozitif özellikler içeren kişilik katmanları ekliyor.
Dr. Bloom’a göre hiçbirimizin bebeklik içgüdüleri öyle birdenbire yok olmamaktadır. Hayatımız boyunca bu içgüdüler beynimizin içinde gömülüdür. İddiasına göre bu bastırılmış içgüdüler, fazla stresli durumlarda kendimizi korumak için açığa çıkar. Başka bir deyişle, hayat zorlaştıkça bireyler çevrenin baskısına rağmen daha bencil olmaya, kendilerini ve kendilerine benzeyenleri kayırmaya daha yatkınlık göstermeye başlıyorlar. Buna rağmen, stres seviyesi kontrol edilebilir bir düzeye döndüğünde, insanlar güçlü sosyal ilişkiler kurmak için, sosyal normlara geri dönmeye ve çevrenin ihtiyaçlarını gidermek için çabalamaya başlıyorlar.
Tüm bu deneylerin sinirbilim, psikoloji, sosyoloji, antropoloji ve hayvan davranışları üzerinde aşikâr etkileri var. Fakat tüm bu hareketleri açıklayan herhangi bir teori üretmeden, sadece gözlem yapmak eksik bir iş olacaktır. Bu yüzden bir sonraki bölümde, hayvan davranışları açısından bu deneyleri analiz edeceğiz. Nihayetinde insanlar sıradan birer hayvan türüdürler ve diğer hayvanlar hakkında bildiklerimiz bize insanlar hakkında çok kıymetli bilgiler verebilir.
3) Analiz ve Tartışma
Bu bölümde, deneyler ve bir önceki bölümde yer alan beyanları, Hayvan Davranışlar ve Oyun Teorisi açısından analiz edeceğiz. Hatırlatmak isteriz ki bunların bazılarından Giriş ve Arka Plan kısmında da bahsetmiştik; ancak yer yer tekrar ederek, fakat çoğunlukla yeni bilgiler ekleyerek bu konuları açacağız.
i) Yakın ve Nihai Sebepler
Öncelikle, ilk konu olan bebeklerin davranışlarını, doğal seçilim gözünden bir düşünelim. Buradaki dikkat edilmesi gereken konu, ele aldığımız hayvan türünün (insanların) oldukça karmaşık bir sosyal ilişkilere sahip olan, oldukça zeki bir tür olduğudur. Bu durum, evrimsel biyologlar, antropologlar ve sosyologlar tarafından kapsamlı bir şekilde tartışılan kültürel evrimi ortaya çıkarmaktadır. İnsanların sergiledikleri bazı davranışlar, saf bir biyolojik bakış açısı çerçevesinden pek de mantıklı gözükmeyebilir. Örneğin, yıkıcı sonuçlarını bile bile gezegenimizin doğal kaynakları büyük bir hırsla tahrip eden insandan başka hiçbir tür bulunmamaktadır. Saf mantık bize, insanların aşırı tüketimini durdurmaları gerektiğini ve hatta bunu ayarlamak için üreme hızlarını düşürmelerini söyler. Fakat kültürel evrimimizin sonuçları olan sosyo-politik problemler, biz insanların bu mantığı takip etmemize engel olmaktadır.
Burada, akıl almaz güce sahip kitle imha silahlarının üretimiyle sonuçlanan ülkelerarası silahlanma yarışı bir örnek olarak verilebilir. Bu çok güçlü silahların insancıl olmadığı ve günün sonunda, taciz ve tehdit haricinde kimseye yaramayacağı apaçık ortada. Fakat ülkeler bu silahların yasaklanması ve imha edilmesi konusunu tartışmak için bir araya geldiklerinde kritik bir soru doğuyor: İlk olarak kim silahlarından vazgeçecek? Aynı gezegende yaşasak da, birçok ortak bakış açısını paylaşsak da ve birçok defa aynı amaçlara sahip olsak da, birbirimize tam olarak güvenmek hala mümkün değil. İçimizde barındırdığımız “ırkçı” veya “ulusalcı” fikirlerden dolayı bu henüz mümkün olmayabilir, ancak bu sorunun kökünde aynı zamanda kendi insanlarının güvenliğini ve haklarını sağlaması için hükümet yetkililerine baskı yapan sosyal yapı da yatıyor. Bu yüzden, bir yanda sahip olduğumuz “mikrokültürel öğreti”, yani ailelerimizin bizden cömertlik, incelik, güvenilirlik, fedakârlık gibi şeyler beklemesi varken, madalyonun diğer yüzünde ise bizi diğerlerinden ayırmaya zorlayan “makro ölçekli öğretiler” var. Bu, genellikle insanları politik görüşlerinde görülüyor. Kendi dünyası içerisinde oldukça hümanist değerlerle yaşayan bir insan bile söz konusu ülkesi veya kendi insanları söz konusu olduğunda son derece faşist görüşleri savunabiliyor.
İşte bu nedenle, bu makalede yapacağımız analiz uğruna modern sosyal yapılanmalardan düşüncelerimizi sıyırmalıyız ve modern medeniyetlerden önceki zaman dilimine odaklanmalıyız. Çünkü bu zaman dilimindeki davranışların biyolojik taraflarını sistematik olarak analiz etmek, biyolojik kökenli davranışların kültürel normlar kökenli davranışlardan çok daha yaygın olmasından ötürü daha kolaydır.
Vahşiyaşamdaki bebek ölümlerinin modern zamanlardaki bebek ölümlerinden çok daha yüksek olduğu anlaşılmalıdır. Bu, o dönemlerde yaşayan insanların ömürlerinin günümüz insanlarınınkinin 3’te 1’i civarında olmasının ana nedenlerinden birisidir. Atalarımızın bebeklerinin günümüzdeki bebekler kadar kolay hayatta kalamadığı gerçeği, o bebeklerin daha benmerkezci ve dikkatli olmalarını gerektiriyordu. Çünkü ancak bu sayede hayatta kalma şanslarını maksimize edebilirlerdi. Evrim, ebeveynlerin davranışlarını şekillendirerek onların çocukları için daha koruyucu olmalarını sağlamıştır. Ancak yine de hayatta kalma mücadelesi veren bireyin kendisidir. Dolayısıyla bir bebeğin hayatta kalma olasılığı, o bebeğin hayatta kalma becerileriyle ilgilidir.
Evrimsel süreçte neredeyse hiçbir özellik tek bir nedenle evrimleşmemiştir; dolayısıyla bir bebeğin hayatta kalma şansını arttıran özelliklerin evrimleşme sebepleri de Tinbergen’in 4 Neden Sorusu çerçevesinde, çok yönlü olarak analiz edilmelidir. Makalemizin önceki kısımlarında ortaya koyduğumuz gibi insan bebekleri “iyi” ve “kötü” davranışların bir karışımıdır ve “kötü” olarak addedilen davranışların çok büyük bir kısmı özellikle daha küçük yaşlarda veya daha ileri yaşlarda stres/baskı altında ortaya çıkmaktadır. İşte bu bilgiden yola çıkarak, söz konusu kötü davranışların kökenlerini ve ilerleyen yaşlarda bunların neden baskılandığı konusunu “yaklaşık/yakın sebep” ve “nihai sebep”açısından ele alabiliriz.
Yaşa bağlı olarak böyle bir davranışsal değişimin yaklaşık nedeni, her ne kadar toplum dahilinde bencillik rahatsız edici görülse de, bencilliğin özünde şahsi kazancı maksimize eden bir davranış kalıbı olmasıdır – ki şahsi kazanç, bir bebeğin hayatta kalmak için ihtiyacı olan her şeydir! Buna rağmen bebekler, en azından küçük bir grup insan (genellikle “klan” ya da “obruk”) tarafından kabul edilmek durumundadır. Ne yazık ki “sevimli olmak”, bu kabulleniş için her zaman yeterli değildir. Dolayısıyla söz konusu bebeklerin ya da genç çocukların, grup tarafından en azından “kabul edilebilir” düzeyde iyi özelliği de bünyelerinde barındırması gerekmektedir. Aksi takdirde birey toplum içerisinde tutunamaz ve tek başına kalarak hayatta kalma şansını büyük oranda yitirir. Dikkat edilmelidir ki, bu tür davranışsal özelliklerin bir karışımına sahip olmanın kritik adaptif değerleri bulunmaktadır.
Elbette ki, bu davranışların arkasında yatan nedenleri ortaya çıkaran bazı içsel ve dışsal süreçler de bulunmaktadır. Örneğin, daha önceden ele aldığımız üzere, stresli koşullar genellikle daha bencil davranışların ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Aktif bir saldırganın bulunduğu bir binada sıkışıp kaldığınızda, herkesin ortak faydasını düşünmek yerine şahsi hayatta kalma mücadelenizi vermeniz çok daha muhtemeldir. Stres seviyesi arttıkça, beynimizde hormonal değişimler yaşanır. Bu da, bireylerin hayatta kalma şanslarını arttıracak bencilliğin artmasına neden olur. İşte bu, söz konusu davranışsal kalıpların değişmesinin arkasında yatan içsel ve dışsal nedenlerin bir karışımından doğmaktadır.
Ele aldığımız yaklaşık nedenlerin bir diğeri ise gelişimdir. Bebekler geliştikçe, beyinlerindeki nöronlar da belli davranışları üretebilmek amacıyla belirli bir şekilde birbirleriyle bağlantılar kurarlar. Bu tür bir nöral gelişimi anlamak bu alan açısından özellikle önemlidir, çünkü ele aldığımız analizlerin temelinde yatan argüman, söz konusu davranışların tamamının saf bir nöral aktiviteden kaynaklandığıdır. Gelişimin kritik parçalarından birisi, bebeklerin çevrelerinden ve özellikle de ebeveynlerinden öğrendikleridir. Dr. Bloom’un kitabının çeşitli kısımlarında da değindiği gibi, bebeklerin nasıl yetiştirildikleri, onların ne tip bir insan olacakları üzerinde doğrudan etkiye sahiptir. Son derece bencil bir çocuk yetiştirmek mümkün olduğu gibi, oldukça fedakar çocuklar yetiştirmek de mümkündür. Bunu belirleyen en önemli faktör ebeveynliktir. Dolayısıyla anlaşılmalıdır ki bir bebeğin büyüdüğünde yaptıklarının büyük bir kısmı, ne yapmak üzere eğitilip yetiştirildiği ile alakalıdır. Bu, bebeklerin ve yetişkinlerin sahip olduğu iyi ve kötü davranışlar karışımının yaklaşık nedenlerinden bir diğeridir.
Son olarak, bu tür bir davranış karışımına sahip olunması evrimsel açıdan analiz edilebilir. Bu analiz bize evrimsel kökenleri, bir diğer deyişle nihai sebepleri verecektir. Bunların bir kısmını zaten makalemizin önceki paragraflarında tartışmıştık. Dolayısıyla bu kısımda tekrar detaylara girmeyeceğiz. Ancak yazımızın ilerleyen kısımlarında evrimsel analize özgü bir bölüm göreceksiniz; bu kısımda daha detaylı bir tartışmaya yer vereceğiz. Şu etapta fark etmeniz gereken; bencillik, ırkçılık ve hatta bağnazlık gibi daha az kabul gören davranışların hayatta kalma açısından önemli olabileceği gerçeğidir. Dolayısıyla bunların evrimsel süreçte seçilen davranışlar olabileceğidir.
ii) Öğrenme
Dr. Bloom’un kitabında gösterilen deneylerde de bahsedildiği gibi, gelişim yoluyla öğrenimin ahlaki davranışlar üzerinde önemli bir etkisi bulunmaktadır. En nihayetinde, ahlakın felsefe alanında bu denli yaygın tartışılmasının sebebi, bu kadar öznel görünen bir konuda filozofların nesnel bir temel bulunup bulunamayacağını merak etmeleridir. Bilimsel deneylerin tutarlı bir şekilde kanıtladıkları gibi, ahlak aslında bilim alanında, nesnel analizlerle ve test edilebilen hipotezlerle araştırılabilir. Her geçen gün bunu daha net bir şekilde görüyoruz. Ancak ahlakın doğal bileşenleri ve kültürel olarak belirlenen seviyesi arasındaki bu geçiş, öğrenimin, ahlaki davranışların üzerindeki etkisinin detaylı bir şekilde anlaşılmasını gerektirir. Bu nedenle bu, burada tartışmaya değer.
Öğrenim, deneyimin bir sonucu olarak davranışların kalıcı bir şekilde değişmesidir. Bu tanım özellikle ahlaki davranışların eğitime, öğretime ve bebekleri topluma kazandırmada olan tepkisinin zaman içindeki değişimini anlamamızda yardımcı olmaktadır. Bu durumda görelilik vurgusu çok önemlidir; çünkü Dr. Bloom, kitabında bu ahlaki davranışların zaman içinde değiştirilebileceklerinden sıklıkla bahsediyor.
Bu tanımın bir başka önemli bileşeni de şüphesiz “deneyim” kısmı. Ahlaki davranışların doğası gereği öznel olduğu için, deneyimdeki rastgelelik ve şans elementi, sonuçların değişmesine neden olabilir. Örneğin, yıllarca cinsel saldırı görmüş bir bebekten, özenle korunmuş ve büyütülmüş birisiyle aynı ahlaki görüşlere sahip olmasını beklemek imkansızdır. Ahlaki davranışın öznelliği bu örnekte karşımıza çıkıyor, çünkü “iyi” ve “kötü” gibi farklı durumlarda yetişen bu çocukların nihai davranışsal dışavurumlarını kategorize etmek çok zor. Örneğin, gençlik yaşları boyunca cinsel saldırılara uğrayan ergen bir dişinin içe kapanıklığını “kötü bir davranış” olarak nitelendirilebilir mi? Elbette, psikolojik analizler ve problemler ahlaki normlardan kısmen bağımsız olarak değerlendirilebilir; fakat bazı içe kapanıklıklar, aslında kişiye, özellikle de vahşi hayatta yararı olan, stresli dönemlerin kötü davranışları nasıl tetiklediğine dair az önceki tartışmaya mükemmel bir şekildeki uyuyor. Yine de, bir kez daha, yıllarca cinsel saldırıya uğramış bir insanın, hayatının ileriki zamanlarında cinsel bir saldırıya maruz kalmasına gerek olmadan yine de zihinsel (mental) zayıflık yaşaması, modern toplumdaki analizlerin ne kadar zor olduğunu bize gösteriyor. Modern toplumun karmaşıklığı, kötü davranışların ortaya çıkmasının arkasında yatan biyolojik mantıkla ters düşebilmektedir. Bu da, analiz yapmak isteyen birinin neden daha eski zamanlardaki, daha bölünmüş ve ufak toplumları ele alması gerektiğini bir kez daha göstermektedir.
Burada, vervet maymunları ve insanlar arasındaki garip benzerliğe değinmekte fayda var. Vervet maymunları, farklı avcılar için farklı alarm çığlıkları atarlar. Alarm çığlıkları, bir maymunun diğerlerini uyarmak için çıkardığı seslerdir. Örneğin bir kartal ile bir şahine atılan çığlık birbirinden farklıdır. Fakat yavrular genellikle bu ayrımı bilmezler. Her önüne gelene aynı çığlığı atarlar. Bu tehlikelidir. Çünkü bir alarm çığlığı atıldığında, maymunlar hızla bulundukları bölgeleri terk ederler. Bu bölgeler, nadir bulunan ve kıymetli besinlere sahip olabilir. Dolayısıyla eğer ki tehlike çok ciddi değilse, yanlış bir alarm çığlığı eldeki kaynakların boşu boşuna yitirilmesine neden olabilir. Bunun tam tersi de tabii ki geçerlidir: Çok tehlikeli bir avcı için, çok da tehlikeli olmayan bir avcıya yönelik çığlık atılırsa, maymunlar kaçışmayabilirler ve kolayca av olabilirler. Dolayısıyla yavru vervet maymunları, ne zaman hangi çığlığı atacaklarını toplumlarından öğrenirler. Fakat bu öğrenme, “ödül-ceza mekanizması” olarak özetlenebilecek Pavlovyen bir öğrenme sürecinden geçerek gerçekleşmemektedir. Yani vervet maymunları, doğru çığlığı doğru zamanda atan yavru maymuna gidip de ek besin verip ödüllendirmez. Benzer şekilde, hatalı çığlıklar atanları cezalandırıp sürü dışına itmez. Bunun yerine, “destekleme” denen bir öğrenme türünü kullanırlar: Bir yavru maymunun çığlığı, ancak aynı çığlık bir yetişkin tarafından da atılırsa geçerlilik kazanır. Eğer ki yavru tek başına çoğlık atıyorsa, hatalı bir çığlık atıyor demektir (çünkü hiçbir yetişkin o çığlığa katılarak onu “desteklememektedir”). Böylece vervet maymunları, ne zaman ne çığlığı atmaları gerektiğini bir deneme-yanılma sürecinden geçerek, yetişkinlerin desteklerine bakarak öğrenirler.
Tıpkı vervet maymunlarında olduğu gibi, insanlarda da kültürel normlar ve “iyi” veya “kötü” davranışlar, Dr. Bloom’un kitabında vurguladığı gibi, sadece Pavlovcu metotlar aracılığıyla öğrenilmemektedir. Bir toplumdaki ebeveynler bebeklerin iyi davranışlarını, onlardan “iyi” bir davranışta bulunmalarını istedikleri zaman, onlara daha fazla ilgi göstererek destekleyebilirler. Bu, kısmen-Pavlovcu bir öğretimdir. Ancak bir diğer yöntem (ki muhtemelen çok daha etkilidir), ebeveynlerin yavrularına “rol model” olmalarıdır. Yani onların “iyi” davranışlarını tekrar edip, onlara “destek olarak” güçlendirmeleridir. Öte yandan “kötü” davranışları illa “odaya kapatma” ya da “dövme” yoluyla cezalandırmak zorunda değildirler. Babasının bir davranışına katılmadığını gören bir çocuk, bir dahaki sefere o davranışı sergilemekten çekinebilecektir. Bu, vervet maymunlarında görülen öğrenme tipine oldukça benzemektedir.
Son olarak, bu konu ayrıca Dave Stephen’ın “Evrim ve Eğitim Modeli” bakış açısıyla da tartışılabilir. Bu modele göre, eğer bir davranışın sonuçlarının veya gereksiniminin nesiller arası öngörülebilirlik seviyesi düşükse ve yaşam boyunca süregelen öngörülebilirlik seviyesi yüksekse, bu davranış evrim tarafından kodlanmak yerine öğrenilebilir. Tam tersi bir durumda ise öğrenmek gereksiz bir çaba haline geliyor; bunun yerine evrimsel süreçte o davranışın bir “içgüdü” olarak genlere yerleşmesi daha avantajlıdır.
Bu modelin nesiller arası düşük seviyede öngörülebilirlik görünüşü ahlaki davranışların öğrenilmesine mükemmel uyum sağlıyor. İnsan kültürü gitgide karmaşık bir yapıya evrimleşiyor, özellikle son bir kaç yüzyıldır… Bu nedenle ahlak, öngörülemez bir şekilde değişiyor.  Bu, sürekli uzun mesafelere göç eden ve diğer insan topluluklarıyla karşılaşan eski insanlar için de doğrudur. Bu yüzden, “iyi” ve “kötü” ahlaki davranışların değişmez bir listesini oluşturmak, bu insanlar için imkansızdır. Yaşam boyunca, sürekli olarak öğrenilmeleri gerekir.
Diğer bir yandan, ahlakın yaşam süresi öngörülebilirliğini analiz etmek biraz daha zor, özellikle modern toplumda. Örneğin, bir insan binlerce kilometre uzaktaki bir yere taşınabilir ve yeni bir kültürün içinde yaşamaya başlayabilir. Bu, “kültür şoku” adı verilen bir olgudur. Ahlakın yaşam süresi öngörülebilirliğinin bizim zamanımızda yüksek olması o kadar da kolay değil. Buna rağmen, eğer eski insan topluluklarıyla kıyaslayacak olursak, çok büyük ihtimalle bir kişinin yaşamında çok fazla değişim olmadığından dolayı, bu modelin çok daha iyi uyduğu kolayca görülebilir. Sonuç olarak, toplumun doğruları ve yanlışları çoğunlukla sabitti. Birkaç yüzyıl önce, ortalama bir insanın, yaşamı boyunca ortalama 40 kilometre yarıçapa sahip bir dairenin mesafesi kadar bir alanda yaşayıp öldüğü söylenir. Bu, ahlakın yaşam süresi öngörülebilirliğinin önceki nesillerinde daha yüksek olduğunu kanıtlıyor. Yine de, sürekli tartışılan doğuştan öngörülememezlik, büyük ihtimalle karmaşık yapıdaki ahlak olgusunun biyolojik temelinin bir kaynağıdır.
iii) Evrim: Çeşitlilik, Seçilim ve Uyum Sağlama
İnsan bebeklerindeki kötü davranışların uyumluluk konusunu önceki bölümlerde tartışmıştık; bu yüzden burada tekrarlamayacağız. Buna rağmen, evrimsel açıdan incelenirse, ahlak hakkında bazı diğer önemli noktalar açığa çıkabilir. Bunun bir örneği de, bebek davranışları arasındaki çeşitliliklerdir.
Evrimsel bir analiz yaparken, iki bireyin, hatta tek yumurta ikizlerinin bile her zaman birbirleriyle tamamen aynı olmayacağı akıldan çıkarılmamalıdır. Benzer koşullara farklı tepkiler verilmesine neden olan genetik, fiziksel, gelişimsel ve davranışsal farklılıklar her zaman olacaktır. Örneğin, önceki bölümlerde açıklandığı üzere Dr. Bloom ve Dr. Wynn tarafından yapılan çalışmalardaki bebekler, iyi ve kötü kuklalar üzerinde her zaman %100 aynı fikirde olmuyorlar. Bu durum, bazı bebeklerin aslında tüm bebek nüfusu ile aynı görüşte olmadığını gösteriyor. Başka bir deyişle, insan bebekleri arasında çeşitlilik mevcut.
Darwin, türler arasında bir hayatta kalma mücadelesi olduğu gibi, bir kalıtsal çeşitlilik bulunduğunu da ileri sürmektedir. Sözü edilen çeşitlilik, doğrudan veya dolaylı olarak mücadeleye etki etmektedir. Sonuç olarak Darwin, bundan evrimi sağlayan doğal seçilimin doğması gerektiğini ileri sürmektedir. Bu tartışmadaki hassas nokta, insan bebeklerindeki davranış farklılıklarının gerçekten kalıtsal mı olduğu, yoksa öğrenilmiş davranıştan mı ortaya çıktığı hakkındadır. Bu yüzden Dr. Bloom, kültürün etkilerini gidermek için 3 aylık bebeklerde deneyin sınırlarını zorluyor. Yine de, 3 aylık bebeklerin sosyal öğretim için çok büyük oldukları net bir şekilde söylenemez. Gerçekten de Darwin, doğdukları tarihten itibaren bebeklerin sürekli olarak çevreleriyle, özellikle de ebeveynleriyle etkileşim halinde olduklarını ve etraflarındaki örnekleri hızlı bir şekilde kavradıklarını ve davranışlarını bu örneklerden öğrendiklerini fark etmiştir.
Buna rağmen, en kötü ihtimalle bile, öğrenme işlemlerine yön veren temel sinirsel devrelerin güçlü bir genetik zemini olduğu ve bunun elbette kalıtsal olduğu kabul edilmelidir. Bu işleyişlerin evrimi, öğrenimin kendisi üzerinde inkar edilemez şekilde önemli bir etkiye sahip olacaktır. Bu yüzden, ahlaki davranış ve seçimler en azından asgari düzeyde kalıtsallığa sahip olmalıdır. Sonuç olarak, adı geçen çeşitliliğin biyolojik evrimde belki de en azından bir miktar payı vardır.
Mark Ritchie’nin Kolombiya Dağ Sincabı Deneyleri üzerinden giderek bazı örnekler verebiliriz. Söz konusu çalışmada, sincapların tek ve çift çenekli bitki tüketimi incelenmektedir. Bu iki bitki türünün yemeye hazır hale getirilme süreleri birbirinden farklıdır. Çift çeneklilerin sindirimi sınırlı olduğu fakat bunlar daha besleyici olduğu için, sincapların kendileri için iki ve tek çenekli bir bitki karışımı halinde en uygun beslenme şeklini bulmaları gerekiyordu. Dr. Ritchie dikkatli bir şekilde gözlem ve deney yaptıktan sonra, en uygun şekilde yiyecek arama yeteneğinde çeşitlilik bulunduğunu ve bunun kalıtsal olduğunu göstermeyi başardı. Dahası, en uygun yiyecek arayanların aslında hayatta kalmada daha başarılı olduklarını, yani çeşitliliğin mücadeleyi etkilediğini kanıtladı.
Bebekler konusunda da iyi ve kötü ahlaki davranışların en uygun şekilde dağılımı bulunmaktadır. Bir bebek, özellikle sosyal bir ortamda tamamen bencil olmamalıdır; fakat, daha kolay hayatta kalmak için yeterince bencil olmalıdır. Sincaplar ve insan bebekleri arasında bulunan önemli nokta, bebekler konusunda en uygun ahlaki davranış dağılımının yaş ile birlikte değiştiği gerçeğidir. Bu yüzden, bu dağılımın ayarlanmasında öğrenme ve sosyal anlaşmalar önemli bir paya sahiptir.
Ayrıca, bebeklerin davranışlarını işbirliği çerçevesinde incelemek de mümkündür. Yine de, vampir yarasalardakikarşılıklı işbirliği örneğinden farklı olarak, bebeklerin bağnazlığı doğrudan değil ama dolaylı bir fayda olarak görülebilir. Vampir yarasalar sürüler halinde mağaralarda yaşarlar ve geceleri kan bulmak üzere ava çıkarlar. Ancak hepsi, her zaman av bulamaz. Dolayısıyla açlık, vampir yarasalar arasında yaygın bir problemdir. Fakat sürü davranışının evrimi, açlık için de ilginç bir çözüm bulmuştur: Avlanmakta başarılı olanlar, içtikleri kanın bir kısmını aç olanların ağzına geri “kusarlar”. Böylece açlar da beslenebilir. İlk bakışta aç olan birini keyfi olarak doyurmak fedakar olan bireye zarar veriyor gibi gözükebilir. Fakat bu hatalıdır. Yapılan araştırmalar, daha önceden kendisine kan vermiş vampir yarasaların yardım görme ihtimallerinin katlanarak arttığını göstermektedir. Yani “kaşı sırtımı, kaşıyayım sırtını”stratejisi net bir şekilde görülmektedir. Dahası, avlanmayı başarmış bir yarasanın, aç olan diğer bir yarasayı birkaç gün daha idare ettirecek kadar kan vermesi çok büyük bir bedel değildir. Fakat ola ki bir gün aç düşerseniz, o bir gıdım kan sizin hayatta kalmanızı sağlayacak kadar değerli olabilir. Dolayısıyla bedel düşük olsa da, fayda aşırı yüksektir. Bu da evrimsel süreçte bu tür bir fedakarlığın evrimleşebilmesini sağlamıştır.
Eğer biri ırkçı görüşlere sahip olan ve diğeri bu görüşlere sahip olmayan iki varsayımsal topluluğu karşılaştırırsanız, kendi grubunu destekleyenlerin daha yüksek bir başarı oranına sahip olacağını görmek kolay olur. Bu, psikolojinin en temel araştırma alanlarından birisi olan “aidiyet duygusu” ile yakından ilişkilidir. İnsanlar sınır-tanımaz hümanistler olmakta zorluk çekerler. Çünkü ırkçı veya ulusalcı görüşler, zor duruma düştüğünde kendini koruyacak birilerini garanti eder. Sürü içerisindeki öbeklenmeler, bireylere özgüven verir. Modern dünyada bu tür ırkçı ve ulusalcı görüşler gülünç derecede saçma olsa da, vahşi doğada bunların önemi anlaşılmalıdır.
Bencil ve fedakar davranışların evrimini Oyun Kuramı çerçevesinden incelemek mümkündür:
Yukarıdaki tablodan açıkça görülebildiği gibi, bencillik bu oyun için Evrimsel Dengeli Strateji’dir. Bu oyunda, iki tarafın da bencil olması oyuncuya bazı faydalar verirken (5 birim kazanç), iki tarafın da özgecil olmasının (2 birim kazanç) tek taraflı hırstan (10 birim kazanç) daha fazla fayda vermediği varsayılır. Bu hipotez elbette ki test edilmelidir, fakat bu makaledeki tartışma açısından doğru olduğu varsayılacaktır – ki çeşitli örneklerle bunun doğru olduğu durumların varlığı kolaylıkla ispatlanabilir. Ayrıca bencil bir dünyada başkalarını düşünmek hiçbir şey sağlamazken (0 birim kazanç), başkalarının düşünüldüğü bir dünyada bencil olmanın bireyin kendisine oldukça fazla getiri (10 birim kazanç) sağlayacağı varsayılır. Evrimin insan bebeklerinde bencilliği kayırmasının bir sebebi de budur. Tabii ki bebekler büyüdükçe, toplumsal sonuçlar, bu zalim rakamların değişmesini gerektirecek bir yönde değişecektir. Şimdi bu durumu göz önüne alalım:
Bu yeni durumda, toplumun bencillik yerine özgeciliği desteklediği gerçeği yüzünden başkalarını düşünmenin daha faydalı hale geldiği görülebilir. Pratik olması açısından, bu matrisi beraber okuyalım: İki tarafın da bencil olduğu bir dünyada (siz 5 puan alırken), kararınızı değiştirmek istersiniz: Çünkü bu karar değişikliği size 10 birim kazanç sağlayacaktır. Dolayısıyla bencillik, bu oyun için Evrimsel Dengeli Strateji olamaz. Öte yandan herkesin fedakar olduğu bir dünyada, fedakarlıktan caymayı istemezsiniz, çünkü getiriniz çok düşük olacaktır. Bunu, toplumun bencilliği cezalandırması gibi düşünebilirsiniz. Bu nedenle bu oyun için fedakarlık, Evrimsel Dengeli Strateji’dir.
Bu tablonun basitçe söylediği şudur: Eğer ki toplumun tamamı bencilse (herkes 5 birim kazanç sağlıyorsa) ve siz faydacıysanız, tıpkı vampir yarasalar örneğinde olduğu gibi, sizin gibi düşünen tek bir bireyin varlığı bile bencillere karşı avantaj sağlamanızı (10 birim kazanç edinmenizi) sağlayabilir. Çünkü zor zamanlarda benciller hızla ölecektir; ancak işbirliği sizi hayatta tutabilir. Öte yandan toplumun tamamen fedakar olduğu ve buna önem verildiği bir durumda (herkes 5 birim kazanç sağlarken), bencil bireyler hızla dışlanacaktır ve ödül almak bir yana dursun, cezalandırılacaktır (-5 birim kazanç veya 5 birimlik ceza). Bu tür toplumsal yargıların var olduğu birçok durum günlük yaşantımızdan görülebilir.
IV. Sonuç
Sonuç olarak, bilimsel inceleme bakımından Dr. Bloom’un kendi fikirlerini desteklemekte çok iyi bir iş çıkardığı söylenebilir. Elbette, gelecekteki araştırmalar için geliştirilebilecek bazı hususlar vardır. Eleştirilebilecek sorunlardan birisi, bebeklerin hangi kuklayı tercih ettiklerini onlara göstermek için insan araştırmacıların kullanılmasıdır. Araştırmacının fiziksel görünüşünün yanı sıra, kuklaları tanıttığı uzaklıktaki en ufak değişkenler bile onların algılarını etkileyebilir. Belki de tüm bebekler için benzer ve tarafsız bir davranış sergilemeyi garantiye almak amacıyla, bir takım robotik kollar kullanılabilir.
Ek olarak, kukla gösterisinin, bir bebeğe ahlaki mesajlar vermenin aslında iyi bir yöntemi olduğu gösterilmiş olmalıdır. Bebeğin, sadece kendisine sunulan hikayenin konusunu takip etmesinden ziyade gerçekten ahlaki kararlar veriyor olduğundan emin olunmalıdır. Genelde ikisini ayırt etmek zordur ve bebekler arasında bulunan yüksek oranlardaki fikir birliği, yöntemin güvenilirliğini göstermektedir.
Bunlardan başka, onları ispatlamak için yapılan deneylerin ve iddiaların önceden açıklanması, önemli ölçüde güçlü ve yeterlidir. Kitabın, ana fikirlerini güçlü ve güvenilir bir şekilde vermeyi başardığı sonucuna varılabilir. Alanda yapılacak ilave araştırmaların, ahlâkın bilimsel zemini hakkında kesinlikle çok daha ilginç sonuçları ortaya çıkaracağına ve ahlak konusunu bilimin alanına daha fazla sokacağına inanılmaktadır.
Hepsinden önemlisi bu tür araştırmalar, ahlakın felsefenin sınırlarında kalmayacağını, hızla artan bir ivmeyle bilimin sınırlarına gireceğini göstermektedir. Bu son derece heyecan vericidir, çünkü ahlak gibi toplumu şekillendiren bir yapının öznel analizlerden ziyade somut ve veri-odaklı bir çalışma sahasının sınırlarına girmesi oldukça yenilikçi ve ilerici atılımların sağlanmasını mümkün kılacaktır. Bu nedenle, bu sahalarda araştırmalar yürüten bilim insanlarının varlığı çok önemlidir.
Umuyoruz ki bu yazımızda, ahlakın kökenlerini ele alırken, bir yandan da size evrimsel biyolojinin ve genel olarak bilimin birçok açısından birazcık da olsa tattırabilmişizdir.
Çevirenler: Meriç Öztürk, Burak Uzunkaya, Ozan Zaloğlu, Ece Özen, Osman Öztürk, Seda Baykal, Tuğçe Kızılakça (Evrim Ağacı)
Not: Bu makalenin orijinali, Texas Tech Üniversitesi “İleri Düzey Hayvan Davranışları” dersi (ZOOL5312) için İngilizce olarak hazırlanmış ve Dr. Kenneth Schmidt’e sunulmuştur.
Kaynaklar ve İleri Okuma:
  1. B. O’Neill, “A survey of game theory models on peace and war,” 1990.
  2. M. Rabin, “Incorporating fairness into game theory and economics,” The American economic review, pp. 1281-1302, 1993.
  3. A. Schotter, “The economic theory of social institutions,” Cambridge Books, 2008.
  4. R. T. Marler and J. S. Arora, “Survey of multi-objective optimization methods for engineering,” Structural and multidisciplinary optimization, vol. 26, pp. 369-395, 2004.
  5. N. Nisan, et al., Algorithmic game theory vol. 1: Cambridge University Press Cambridge, 2007.
  6. M. Casson, The economics of business culture: Game theory, transaction costs, and economic performance: Oxford University Press, 1994.
  7. J. W. Weibull, Evolutionary game theory: MIT press, 1997.
  8. L. A. Dugatkin and H. K. Reeve, Game theory and animal behavior: Oxford University Press, 1998.
  9. C. Camerer, Behavioral game theory: Experiments in strategic interaction: Princeton University Press, 2003.
  10. M. J. Osborne and A. Rubinstein, A course in game theory: MIT press, 1994.
  11. A. Rapoport and A. M. Chammah, Prisoner’s dilemma: A study in conflict and cooperation vol. 165: University of Michigan press, 1965.
  12. X. Vives, “Nash equilibrium with strategic complementarities,” Journal of Mathematical Economics, vol. 19, pp. 305-321, 1990.
  13. J. M. S. Price and R. G, “The Logic of Animal Conflict,” vol. 246, pp. 15-18, 1973-11-02 1973.
  14. N. L. Segal and S. L. Hershberger, “Cooperation and competition between twins: Findings from a prisoner’s dilemma game,” Evolution and Human Behavior, vol. 20, pp. 29-51, 1999.
  15. D. B. Fogel, “Evolving behaviors in the iterated prisoner’s dilemma,” Evolutionary Computation, vol. 1, pp. 77-97, 1993.
  16. C. J. Logan, et al., “Modifications to the Aesop’s Fable Paradigm Change New Caledonian Crow Performances,” PLoS ONE, vol. 9, p. e103049, 2014.
  17. B. Friedrich, “Chickens: smarter than a four-year-old,” 2013-08-16T04:25:00 2013.
  18. P. Bloom, Just babies: The origins of good and evil: Crown, 2013.
  19. G. Harman, “The nature of morality: An introduction to ethics,” 1977.
  20. P. Foot, Virtues and vices and other essays in moral philosophy: Cambridge Univ Press, 2002.
  21. M. Hemphill, “A note on adults’ color–emotion associations,” The Journal of genetic psychology, vol. 157, pp. 275-280, 1996.
  22. J. S. Hyde, et al., “Tomboyism,” Psychology of Women Quarterly, vol. 2, pp. 73-75, 1977.
  23. C. B. Ladin, Inside the kingdom: My life in Saudi Arabia: Grand Central Publishing, 2007.
  24. J. K. Hamlin, et al., “Social evaluation by preverbal infants,” Nature, vol. 450, pp. 557-559, 2007.
  25. S. T. Fiske, “Stereotyping, prejudice, and discrimination at the seam between the centuries: Evolution, culture, mind, and brain,” European Journal of Social Psychology, vol. 30, pp. 299-322, 2000.
  26. J. G. Kingsolver and D. W. Pfennig, “Individual Level Selection as a Cause of Cope’s Rule of Phyletic Size Increase,” Evolution, vol. 58, pp. 1608-1612, 2004.
  27. J. Winberg, “Mother and newborn baby: mutual regulation of physiology and behavior—a selective review,” Developmental psychobiology, vol. 47, pp. 217-229, 2005.
  28. R. D. Benford, “” You Could Be the Hundredth Monkey”: Collective Action Frames and Vocabularies of Motive within the Nuclear Disarmament Movement,” Sociological Quarterly, pp. 195-216, 1993.
  29. R. C. Jacobs and D. T. Campbell, “The perpetuation of an arbitrary tradition through several generations of a laboratory microculture,” The Journal of Abnormal and Social Psychology, vol. 62, p. 649, 1961.
  30. S. E. Halcrow, et al., “Infant death in late prehistoric Southeast Asia,” Asian Perspectives, pp. 371-404, 2008.
  31. S. H. Preston, “Human mortality throughout history and prehistory,” The State of Humanity, pp. 30-36, 1995.