İnsanların Tek Eşliliğinin Sebebi, Aşk ya da Sadakat Olmayabilir

Şempanzeler ve goriller gibi en yakın akrabalarımızla kıyasladığımızda, insan çiftleşme stratejisinde bir farklılık var: tek eşlilik. Aslında bütün hayvanlar alemi içerisinde tek eşli olan türlerin sayısı oldukça azdır. Bu durumda da bir soru ortaya çıkıyor: Neden en yakın akrabalarımızda tek eşlilik görülmezken insanlar tek eşliliği sosyalnorm olarak kabul ettiler? Nature Communications’da yayımlanan yeni bir araştırmaya göre; bu durumun sebebi aşk ve sadakatten çok frengi ve chlamydia ile alakalı olabilir.

Ortalamada erkeklerin kadınlardan daha büyük olmaları ve kadınların cinsel olgunluğa erkeklerden daha önceerişmeleri gibi faktörleri göz önünde bulundurunca, kendi türümüz Homo sapiens üzerinde çalışma yapan birçok antropolojist ve biyolog benzer sonuçlara varıyor; doğal çiftleşme sistemimiz çok eşli olabilirdi. Yani bir erkek, birçok kadınla çiftleşmeliydi ya da tam tersi olarak bir kadın birçok erkekle çiftleşip çocuk doğurmalıydı. Fakat insan evriminin geldiği noktada, insan tek eşli bir canlı olarak değerlendiriliyor. Toplum yapısı ve sosyal normlarda da kabul gören, yine, insanların tek eşliliği. Peki, neden tek eşlilik değişik kültürlerde sosyal olarak kabul gören/empoze edilen bir kavram konumunda?

Yapılan yeni bir araştırmanın önermesine göre; insanların tek eşli bir çiftleşme stratejisi geliştirmelerinin sebebi, ‘mahalle baskısı’nın yanı sıra, cinsel yolla bulaşan hastalıklar olabilir. Bilim insanları yürüttükleri bu çalışmada bilgisayar modelleri kullandılar ve değişik çiftleşme davranışlarının simülasyonlarını bu modeller üzerinden çalıştılar. Araştırmacılar ayrıca bu modellerin içerisine bakteriyel cinsel hastalıkların ve toplum baskısınınolduğu parametreleri dahil ettiler.

Araştırmacıların bulgularına göre; daha küçük çok eşli toplumların (bu toplum yapısının erken avcı toplayıcılık döneminde yaygın olduğu düşünülüyor), tek eşli toplum yapısına sahip küçük toplumlara göre daha çok ürüyorlar ayrıca yine çok eşli küçük avcı toplayıcı toplumlarda ortaya çıkan cinsel hastalık salgınları daha çabuk geçiyor. Fakat toplum büyüdükçe çok eşlilikten tek eşliliğe doğru bir kayma meydana geliyor. Eğer toplumda çok eşlilik yaygınsa cinsel yolla bulaşan hastalıklar çok daha yaygın görülüyor ve erkeklerin üreyebilme verimleri düşüyor. Bu sebeple tek eşliliğin yaygın olduğu toplumlar daha çok üreyebiliyorlar. Aynı zamanda toplum yapısı değiştikçe, tek eşlilerin çok eşlilere olan baskınlığı artıyor ve bu durumdaki en iyi strateji tek eşlilik oluyor.

Her ne kadar insan artık tek eşli bir tür olarak değerlendirilse de, bu fikri benimsemeyen ve bizim doğal olarak çok eşli olduğumuzu savunan fikirler de mevcut. Fakat şu anda yaşamını sürdüren ve sayısı oldukça az olan birkaç avcı-toplayıcı toplumu değerlendirince (kalan az miktardaki avcı-toplayıcı toplumun antropolojistler tarafından geçmişimize açılan bir pencere olarak kullanıldığını belirtmekte fayda var) tek eşliliğin aslında umulandan çok daha yaygın olduğu sonucu ortaya çıkıyor. Ve aslında bizim türümüz gibi cinsiyet oranı kabaca 50/50 olan türlerde, çok eşlilik üreyemeyen ve sosyal yapıya zarar veren erkekler oluşturuyor. Çok eşlilik aynı zamanda kadınlar için de dezavantajlı bir durum. Çok eşli toplumlarda kadınların doğurganlıkları tek eşli toplumlara göre azalırken, kadınların cinsel yolla bulaşan hastalıklara yakalanma ihtimalleri artıyor.


Kaynak: Bilimfili

İlgili Makale:

  1. Chris T. Bauch & Richard McElreath. Disease dynamics and costly punishment can foster socially imposed monogamy. Nature Communications, April 2016 DOI: 10.1038/10.1038/NCOMMS11219

Photo Credit: Early humans formed hunter-gatherer communities, but settled down around 10,000 years ago when agriculture began. Vince Smith/Flickr CC BY 2.0

Son Buzul Çağı Biterken Avrupa’yı İşgal Eden Gizemli Topluluk

Avrupa yaklaşık 14.500 yıl önce büyük ve ani bir popülasyon değişimine sahne oldu. Bu dönemde yaşamış olan avcı-toplayıcı grupların kemiklerinden elde edilen DNA’lar bize son buzul çağının sonunda bu değişimin gerçekleşmiş olduğunu gösteriyor.

Son beş yılda sıklaşarak yayımlanan ve bizimde Bilimfili olarak yakından takip ederek sizlere ulaştırmaya çalıştığımız antik DNA çalışmaları, Avrupa’ya ilk olarak gelen veya yerleşen insanlar ile ilgili bildiklerimizi değiştirmeye devam ediyor. Bu araştırmaların birleşerek oluşturmuş olduğu büyük resim ise kıtaya ulaşmayı başaran göç dalgalarının kıtayı yenilediği, yeni genler ve teknolojileri beraberinde getirdiğini gösteriyor.

Tüm bu çalışmalar Avrupa’nın bölgeye yaklaşık 40.000 yıl önce girmiş olan avcı-toplayıcı grupların yerine Orta Doğu’dan 8.000 yıl önce gelmiş olan çiftçilerin geçtiğini gösteriyor. Bu çiftçiler de, Avrasya steplerinden gelen göçebe çobanların bölgeye yaklaşık 4.500 yıl önce girişlerine şahitlik ettiler. Bu durum da modern Avrupa’nın üç büyük popülasyon dönüşümü ile bugünkü şeklini aldığını gösteriyor.

Göç Dalgaları

Son yapılan çalışma ise biraz daha karmaşık. 14,500 yıl önce Avrupa son buzul çağından çıkarken, soğuk şartlarına dayanmış olan avcı-toplayıcı topluluklar büyük çoğunlukla yeni bir avcı-toplayıcı grupla yer değiştirdi.

Bu yeni popülasyonun tam olarak nereden gelmiş olabileceği ise henüz net değil ancak yüksek ihtimalle güneyin biraz uzak kesimlerinden geldikleri tahmin ediliyor. Almanya’da bulunan Max Planck Institute’ten analize liderlik eden Johannes Krause temel hipotezin buzul göçmenlerinin güney-doğu Avrupa’dan gelmiş olduklarını belirttiğini açıkladı.

son-buzul-caginda-avrupanin-isgali-bilimfilicom

Şartlar düzeldikçe, daha kuzeye ve merkez Avrupa’ya doğru yolculuğa başlayan ve avantajı ele geçiren grup bu güneyli avcı-toplayıcılardı. Bu da bölgede erken dönemde yaşamış olan topluluklarla birlikte düşünüldüğünde bir ‘genetik devamsızlık’ durumu oluşturuyor. Kavram, yapısı itibariyle hem sonuç hem de bir ipucu niteliği taşıyor.

Ekip bu noktada, en yaşlısı Pleistosen’de -yani 35.000 yıl önce – ve en genc, Holosen’de yani yaklaşık 7.000 yıl önce yaşamış 55 antik çağ insanına ait mitokondriyal DNA’yı analiz etti. Daha önceki incelemelerde daha çok son 10.000 yıla ait kalıntılar incelenmişti ve bu sebeple çıkarımlar ve sonuçlar biraz daha limitlenmişti denilebilir.

Bugüne kadar dönemin sert şartlarından dolayı kalıntıların az korunmuş olması ve yeterli araştırılacak malzeme bulunamaması sebeplerinden ötürü, incelemelerin yapıldığı materyaller üzerinde yapılabilecek şeylerin çok çok azı uygulanabilmişti. Ancak burada ilk kez Pleistosen Avrupa popülasyon dinamiklerine bakılabildiği düşünülüyor.

Harvard Medical School’dan Iosif Lazaridis’in açıklaması şöyle : “14.500 yıl önceki popülasyon dönüşümü tamamen beklenmedik bir şeydi. Öyle görünüyor ki merkez Avrupa’nın avcı toplayıcıları son buzul çağının maksimize olduğu zamanlarda hayatta kalmayı başardılar ve tam düşüşe geçmişken yerlerini bıraktılar -yerlerine başkaları geçti-.”

Avrupa’nın Alışılmadık Tarihi

Büyük resim henüz netleşmiş değil; çünkü çalışma daha uzun olan çekirdek DNA’sı değil yalnızca mitokondriyal DNA üzerinde gerçekleştirildi. Mitokondriyal DNA da popülasyonun geçmişi veya tarihi ile ilgili hikayenin yalnızca bir kısmını anlatabiliyor. Bu da hesaba katıldığında Pleistosen döneme ait iskeletlerden çekirdek DNA’sı sekansları (dizileri) elde etmek çok büyük bir önem taşıyor.

Mevcut araştırma aynı zamanda Avrupalı’ların atalarının neden belli bir genetik işaretten yoksun olduğu noktasındaki uzun süreli merakları da giderebilir. Bugün yaşamakta olan tüm insanlar mitokondriyal DNA’larındaki haplogruplara dayanarak görece küçük sayıdaki ayrışmış grupların bir nevi üyesidir. İnsanların bu şekilde bire bir olarak bir takım gruplarla eşleştirilmesi insanlık tarihinin geçmişte hangi yolları izleyerek yayıldığı, nerelere dağıldığı noktasında da bilgiler verebilmektedir.

Bugüne kadar bilim insanları Avrupa’nın son derece alışılmadık bir kolonizasyon tarihi olduğunu düşünüyorlardı çünkü büyük bir haplogrup olan, Asya boyunca yaygın biçimde  ve hatta yerli Amerikalı’larda dahi bulunan M haplogrubu (mitokondriyal bir haplogruptur) burada bulunmuyor. Bunun yerine N haplogrubu ise bu kolonilerde çok yaygın.

Yine bazı bilimcilere göre M ve N haplogrupları iki ayrı Afrika’dan yayılma olayını temsil ediyor ve buna dair ipucu niteliği gösteriyor olabilir. Ancak Krause ve ekip arkadaşları M grubunun 14.500 yıl önceki dönüşümden önce Avrupa’da da yaygın olduğunu keşfetti : En eski 18 insana ait kalıntılardan üçünde bu haplogruba rastlandı yani bu bireyler ‘M klanı’ndan diyebiliriz.

Tüm bunlar Avrupa ve Asya’daki ilk kolonizasyonların aynı antik popülasyonu içerebileceğine işaret ediyor. Ayrıca M grubunun Avrupa’da çok sonra yok olmuş olması da, bir ihtimal 14.500 yıl önceki toplumsal karışıklık ile ilgili olabilir.

 


Kaynak :

  1. Bilimfili,
  2. Cosimo Posth, Gabriel Renaud, Alissa Mittnik, Dorothée G. Drucker, Hélène Rougier, Christophe Cupillard, Frédérique Valentin, Corinne Thevenet, Anja Furtwängler, Christoph Wißing, Michael Francken, Maria Malina, Michael Bolus, Martina Lari, Elena Gigli, Giulia Capecchi, Isabelle Crevecoeur, Cédric Beauval, Damien Flas, Mietje Germonpré, Johannes van der Plicht, Richard Cottiaux, Bernard Gély, Annamaria Ronchitelli, Kurt Wehrberger, Dan Grigourescu, Jiří Svoboda, Patrick Semal, David Caramelli, Hervé Bocherens, Katerina Harvati, Nicholas J. Conard, Wolfgang Haak, Adam Powell, Johannes Krause Pleistocene Mitochondrial Genomes Suggest a Single Major Dispersal of Non-Africans and a Late Glacial Population Turnover in Europe Current Biology February 4, 2016, DOI: 10.1016/j.cub.2016.01.037

Tarım Yapmaya Başlamak Sindirimimizi, Boyumuzu ve Ten Rengimizi Değiştirdi

Araştırmacılar, ilk defa tarım yapmaya başlanan zamanlarda yaşamış insanların kalıntılarından aldıkları antik DNA’yı incelediler. Bilim insanları bu sayede atalarımızın genomlarının toplumsal değişimlerle nasıl bir değişikliğe uğradığını belirleyebiliyorlar.

Tarımın, insan DNA’sı üzerinde çok büyük değişikliklere yol açtığı biliniyordu. Fakat, şimdiye kadar yalnızcabugünün popülasyonlarının genetik çeşitliliğine bakarak bir araya getirilmiş parçalardan elde edilen bilgiler kullanılıyordu. Yani, geçmişte olmuş değişikliklerin yankıları üzerinden çalışmalar yürütülüyordu. Yapılan yeni bir çalışma, bilim insanlarına, bu değişiklikleri neredeyse gerçek zamanlı görebilme imkanını sunuyor.

Harvard Medical School’dan araştırmacı Iain Mathieson’un belirttiğine göre:

Bu çalışma, doğal seçilimin üzerine zaman ve tarih eklememize, ayrıca seçilimi doğrudan belirli çevresel değişiklerle ilişkilendirmemize olanak sağlıyor. Bu durum özelinde ele alınan ise, tarımın gelişimi ve ilk çiftçilerin Avrupa’ya yayılışı.’’ 

Yeni teknikler kullanan Mathieson ve araştırma takımı, antik insan kalıntılarından DNA çıkartmayı başardılar. Araştırmacılar bu çalışma kapsamında, 2,300 ila 8,500 yıl öncesinde Avrupa’da yaşamış 230 insanın kalıntılarından genetik veritabanı oluşturdular.

Bu genomların analizlerinden sonra, araştırmacılar, avcı-toplayıcı toplum yapısından çiftçiliğe geçiş sürecinde ve sonrasında değişmiş 12 spesifik genom bölgesini (kromozomların içindeki belli lokasyonlar) belirleyebildiler.

Beklenildiği gibi bu değişiklikler; boy, laktoz sindirme yeteneği, yağ asidi metabolisması, daha açık renkli deri pigmentasyonu ve mavi göz rengi ile ilişkili genlerin ya üzerinde ya da yakınında yer alıyordu. Bütün bu özellikler, daha öncelerde de tarıma dayalı yaşama geçiş ile ilişkilendiriliyordu.

Fakat Nature’da yayımlanan bu araştırma, antik insanların ne zaman ve nasıl tarıma dayalı yaşama uyum sağladıklarının iç yüzünün daha iyi anlaşılmasını sağlıyor. Araştırmadaki önemli bulgulardan bir tanesi yetişkinlerin sütü sindirebilmeleri ile ilgili. Bu durum yaklaşık 4,000 yıl öncesine kadar yaygın şekilde görülemiyor. Bu yıl aralığı, daha önce düşünüldüğünden binlerce yıl daha sonrasına denk geliyor.

Araştırma ayrıca, ilk tarım yapan insanların daha koyu renkli deriye sahip olduğunu gösteriyor. Fakat, sonrasındaki bin yıllık dönemde, açık renkli deriye sahip olma daha yaygın olarak görülüyor. Araştırmacılardan David Reich’e göre; bu durum, tarım ile uğraşan insanların avcı-toplayıcılara göre daha az et tüketmelerinden kaynaklanmış olabilir. Çünkü, daha az et tüketimi D vitamini alımını da azaltıyor.

Tarıma dayalı yaşamın neden olduğu bir diğer değişiklik de bağışıklık sistemi ile alakalı. Çünkü, tarıma dayalı yaşama geçtikten sonra hastalıklar daha da yaygınlaşıyor.

University of Adelaide’den Wolfgang Haak’ın belirttiğine göre:

’’Neolitik dönem, insanların birbirleri ile ve evcilleştirdikleri hayvanlar ile daha fazla beraber yaşamalarından kaynaklı nüfüs artışını da içeriyor. Fakat, bu bulgular tamamen sürpriz niteliğinde olmasa da, gerçek zamanlı seleksiyonun gerçekleştiğini görmek gerçekten harika. ‘’

Araştırma ayrıca Avrupa’ya tarımın Türkiye-Anadolu topraklarından taşındığını ve bununla birlikte de kısalık genlerinin doğu Avrupaya taşıdığını savunan hipotezi de destekliyor. Çünkü, Avrupa’nın kuzeyindeki insanların boyları, Avrasya step popülasyonlarının soyuna daha çok dayandıkları için oldukça uzun.


İlgili Makale:

  1. Bilimfili
  2. Iain Mathieson, Iosif Lazaridis, Nadin Rohland, Swapan Mallick, Nick Patterson, Songül Alpaslan Roodenberg, Eadaoin Harney, Kristin Stewardson, Daniel Fernandes, Mario Novak, Kendra Sirak, Cristina Gamba, Eppie R. Jones, Bastien Llamas, Stanislav Dryomov,Genome-wide patterns of selection in 230 ancient Eurasians Nature 528, 499–503 (24 December 2015) doi:10.1038/nature16152