İlk Beyin Taramaları Sayesinde Dejavunun Gizemi Çözüldü

Hiç bu yazıyı daha önce okuduğunuz hissine kapıldınız mı? İşte belki de hepimizin en azından bir kez yaşadığı bu tuhaf his dejavu  olarak biliniyor . Dünyada ilk kez yapılan beyin taramaları ise bu fenomenin beynimizin bir kontrol mekanizması olabileceğini ortaya koyuyor.

Normalde dejavunun beynin yarattığı sahte anılar tarafından olduğu düşünülüyordu. Fakat St Andrews Üniversitesi’nden Akira O’Connor  ve ekibinin yaptığı araştırma bunun yanlış olduğunu gösterdi. Dejavu sürecinin nasıl işlediği, tahmin edilemez doğasından dolayı uzun süredir bir gizemini korumaktaydı. Bilim insanları bu engelin üstesinden gelmek için yeni bir yol geliştirerek, laboratuvarda dejavu hissini tetikleyecek bir metot geliştirdi.

Ekip sahte anıları canlandırmak için standart bir metot kullanıyor. Bu testte kişiye alakalı kelimeler söyleniyor örneğin; yatak, yastık, gece, rüya gibi. Fakat bunların bağlandığı kelime söylenmiyor , bu durumda “uyku” gibi. Kişi sonrasında bu kelimeleri duyduğunda , uyku kelimesini duyduğuna inanıyor yani sahte anı.

Ekip dejavu hissini yaratmak için ilk olarak kişilere u ile başlayan bir sözcük duyup duymadıklarını soruyor. Kişiler bunu başta ‘hayır ‘olarak cevapladı. İşte bu esnada kişilere uyku sözcüğünü duydunuz mu diye sorulduğunda onlar  hayır diye cevaplasa da , bu terim aynı zamanda oldukça tanıdık gelmeye başlıyor. “İşte bu tuhaf tecrübeyi dejavu  olarak raporluyorlar,” diyor O’Connor.

Beyin Çelişkisi

Ekip fMRI(fonksiyonel emar) kullanarak 21 gönüllüde dejavuyu tetikleyerek, beyin taraması yaptı. Biz beynin anılar ile ilgili olan hippokampüs gibi bölümlerinin bu fenomen sırasında aktif olduğunu tahmin ediyorduk, fakat bu durumda sonuç farklı oldu.

O’Connor’ın ekibi beynin ön kısımlarının yani karar vermekten sorumlu bölgelerinin aktif hale geldiğini buldu. O’Connor bulguları International Conference on Memory ,Macaristan Budapeşte’de geçtiğimiz ay sundu. Araştırmacı beynin ön kısımlarının, sinyal yollayarak , tecrübe ettiğimiz bir hafıza hatası var mı diye kontrol ettiğini  düşünüyor. Bu gerçekten neyi tecrübe ettiğimiz şeyle, tecrübe etmiş olabileceğimiz şeyin çelişkisini ortaya koyuyor.

“ Beyin dejavu esnasında bazı çelişki çözünürlükleri yaşıyor olabilir, “diyor Western Ontario Üniversitesi’nden  Stefan Köhler .

Sağlam Kafa Dejavu Yaşar

Eğer bu bulgular onaylanırsa, dejavu beynin hafıza kontrol sisteminin iyi çalıştığını, dolayısıyla olayları unutmaya daha az meyilli olduğunuzu gösteriyor.

Ayrıca bu yaşlanmayla beraber hafızada gerçekleşen olgulara daha fazla uyuyor ki, genç insanlarda dejavu daha yaygın olduğundan, yaşlılarda hafıza daha kötü olduğundan daha az görülüyor. “Bu genel bir kontrol sisteminin bozunmasıyla alakalı olarak, daha az hafıza hatasında yoğunlaşmış olabilir,” diyor O’Connor.

Pierre Mendès-France Üniversitesi’nden Christopher Moulin bu bulguların dejavu yaşamayanların kötüye gittiğinin işareti olmayacağını belirtiyor. “ İncitici olmaksızın , bu kimselerin hafız sistemlerini yansıtmaz, “diyor O’Connor.Eğer hafıza hatası yapmıyorsanız, dejavu için tetikleme gerçekleşmez.

 

Click here to display content from YouTube.
Learn more in YouTube’s privacy policy.

Kaynak :

  • GerçekBilim
  • NewScientist
  • Jersakova, R., Moulin, C.J.A. & O’Connor, A.R. (2016). Investigating the role of assessment method on reports of déjà vu and tip-of-the-tongue states during standard recognition tests. PLoS ONE, 11(4), e0154334. doi:10.1371/journal.pone.0154334 [pdf]
  • Urquhart, J.A. & O’Connor, A.R. (2014). The awareness of novelty for strangely familiar words: A laboratory analogue of the déjà vu experience. PeerJ. doi: 10.7717/peerj.666 [pdf]

 

Tıp Bir Bilim Dalı Mıdır?

Tıbbın bir bilim mi yoksa bir sanat mı olduğuna dair tartışmalar yüzyıllardır devam etmekte ve farklı görüşlere yol açmaya devam etmektedir. Bu konuyu yeterince ele almak için öncelikle bilimin doğasını tanımlamak ve tıbbın bu çerçeveye nasıl uyduğunu incelemek önemlidir.

Bilimi Tanımlamak:

Bilim, temelde evren hakkında test edilebilir açıklamalar ve tahminler yoluyla bilgiyi inşa etmeyi ve düzenlemeyi amaçlayan sistematik bir çabadır. Bilimsel yöntem gözlem, hipotez formülasyonu, deney ve doğrulamayı içerir. Bu süreç, büyüyen bir bilgi birikimine katkıda bulunan tekrarlanabilir ve doğrulanabilir sonuçlar üretmeyi amaçlar.

Uygulamalı Bir Bilim Olarak Tıp:

Tıp, bilim ilkelerini çeşitli şekillerde örneklendirir:

  1. Gözlem: Doktorlar hasta geçmişlerini toplar ve semptomları gözlemler.
  2. Hipotez: Bu gözlemlere ve mevcut tıbbi bilgilere dayanarak potansiyel teşhisleri formüle ederler.
  3. Deneyler: Tedavi planları geliştirilir ve uygulanır.
  4. Analiz: Tedavi sonuçları Etkinliği değerlendirmek için tedavi sonuçları izlenir.
  5. Sonuçlandırma: Etkili tedaviler korunur ve etkisiz olanlar atılır.

Klinik deneyler ve vaka çalışmaları da dahil olmak üzere tıbbi araştırmalar, tıbbın bilimsel doğasını daha da güçlendirir. Bu çalışmalar genellikle hakemli dergilerde yayınlanır ve daha geniş tıbbi bilgi birikimine katkıda bulunur.

Tıpta Belirsizliğin Rolü:

Tıp bilimsel yöntemi takip ederken, biyolojik sistemlerin doğasında var olan karmaşıklık ve değişkenlik nedeniyle benzersiz zorluklarla karşılaşır. Fizik gibi alanlardaki daha öngörülebilir sonuçların aksine, tıp stokastiklikle (rastgelelik ve belirsizlik) mücadele etmek zorundadır:

  • Değişkenlik: Benzer semptomlara sahip hastalar, bireysel farklılıklar nedeniyle aynı tedavilere farklı yanıt verebilir.
  • Karmaşıklık: Hastalıkların genellikle çok faktörlü nedenleri vardır, bu da sonuçları kesin olarak tahmin etmeyi zorlaştırır.

Bu değişkenlik tıbbı bir bilim olmaktan çıkarmaz, aksine onu uygulamalı bir bilim olarak sınıflandırır. Mühendislik ve tıp gibi uygulamalı bilimler, pratik çözümler ve müdahaleler geliştirmek için temel bilimlerdeki ilkeleri kullanır.

Temel ve Uygulamalı Bilimler:

Fizik, kimya ve biyoloji gibi temel bilimler temel bilgi sağlar. Tıp da dahil olmak üzere uygulamalı bilimler, bu bilgiyi pratik sorunları ele almak için kullanır. MRI makineleri gibi tıbbi teknolojiler, teşhis araçları geliştirmek için temel bilimlerden gelen ilkelerin entegrasyonunu örneklemektedir.

Temel ve uygulamalı bilimler arasındaki karşılıklı bağımlılık, bunların birbirlerini tamamlayıcı niteliklerini vurgulamaktadır. Temel bilimler anlayışı geliştirirken, uygulamalı bilimler bu anlayışı pratik faydalara dönüştürür.

Tıp ve Uzmanlaşma:

Tıbbın öncelikle pratisyen hekimlerden oluştuğu yanılgısı, uzmanların önemli katkılarını göz ardı etmektedir. Kardiyologlar, onkologlar ve nörologlar gibi uzmanlar araştırmalara katılır ve tıbbi bilginin ilerlemesine katkıda bulunurlar. Çalışmaları, yeni tedavi yöntemleri geliştirmeyi ve test etmeyi, hastalık mekanizmalarını anlamayı ve bulguları bilimsel dergilerde yayınlamayı içerir.

Tıbbın Sanatsal Yönleri:

Tıp, bilimsel ilkeleri içermekle birlikte, sanat unsurlarını da içerir. Tıp pratiği muhakeme, deneyim ve beceri gerektirir – genellikle sanatla ilişkilendirilen nitelikler. Örneğin, hasta bakımına yönelik incelikli yaklaşım, hasta başı tutumu ve tedavi planlarının bireysel hasta ihtiyaçlarına göre özelleştirilmesi tıbbın sanatsal yönlerini yansıtır.

Ancak, sanatsal unsurların varlığı tıbbın bilimsel temelini ortadan kaldırmaz. Astronomi ve hatta bilimin kendisi de dahil olmak üzere birçok alan, evreni anlama arayışlarında sanat biçimleri olarak tanımlanmıştır.

İleri Okuma:

  1. Flexner, A. (1910). Medical Education in the United States and Canada: A Report to the Carnegie Foundation for the Advancement of Teaching. Bulletin Number Four.
  2. Popper, K. (1959). The Logic of Scientific Discovery. Hutchinson.
  3. Kuhn, T. S. (1962). The Structure of Scientific Revolutions. University of Chicago Press.
  4. Good, B. J., & DelVecchio Good, M. J. (1989). Disordering the discourse: Mental illness, psychiatry, and culture in Indonesia. Culture, Medicine and Psychiatry, 13(3), 307-320.
  5. Rosenberg, C. E. (1992). Explaining Epidemics and Other Studies in the History of Medicine. Cambridge University Press.
  6. Gawande, A. (2002). Complications: A Surgeon’s Notes on an Imperfect Science. Picador.
  7. Sackett, D. L., Rosenberg, W. M., Gray, J. A. M., Haynes, R. B., & Richardson, W. S. (1996). Evidence-based medicine: what it is and what it isn’t. BMJ, 312(7023), 71-72.
  8. Ioannidis, J. P. A. (2005). Why most published research findings are false. PLOS Medicine, 2(8), e124.

Dünyanın en büyük yer bilimi deneyi: Biyosfer 2

Bilim insanlarını ön plana çıkaran bir özellikleri de meraklarıdır. Dünya ekosistemini taklit eden bir sistem kurup kuramayacaklarını merak eden bilim insanları, bunu anlamak için Tucson–Arizona’da Sonoran Çölü’nde 12 bin m2’den biraz büyük bir alana kapalı bir ekosistem kurdular. Biyosfer 2 adını alan bu ortam, ismini ilk biyosfer olan Dünya’dan alıyor.

1980’lerin sonunda başlayan ve Biyosfer 2 olarak bilinen bu projede hedef; oluşturulmuş kapalı yapay ekosistemde insanların belli bir süre yaşayabilmelerini sağlamaktı.

Photograph by John de Dios
(Fotoğraf: John de Dios)

1990’larda 8 cesur denek, fütüristik yapı Biyosfer 2’de iki yıl boyunca yaşamayı hedefledi. Tüm yiyecekleri, suları ve ihtiyaçları Biyosfer 2 içinde sağlandı. Ancak proje ciddi sorunlar yaşanmaya başlanınca durduruldu: Oksijen seviyesi ilk yılın ortasından itibaren oldukça düştü, yaşayanların güvenliği kaygısıyla takviye yapıldı. Ortam tehdit edici hale gelince proje başarısız oldu. 1994 yılında ikinci defa deney başlatıldı, ancak bu sefer de ekipten iki üyenin projeyi sabote etmesi sebebiyle süreç sadece altı ay sürebildi.

Biyosfer 2’nin vekil müdürü John Adams, bunu projenin başarısızlığı olarak değil, öğrenme süreci olarak tanımlıyor. “Tam olarak öğrenilen şeyin de; tek bir önemli ders olduğunu: Dünya’nın sistemini gerçek mânâda öğrendiklerini” ifade ediyor. Artık ortamda insanlar yaşamıyor olsa da mevcut ekosistem yirmi yıldır büyümeye devam ediyor ve bilim insanları bu proje kapsamında deneyler yapabiliyor ve sonuç çıkartabiliyorlar.

Biyosfer 42000’li yıllarda Columbia Üniversitesi araştırmacıları uzun süredir teori halinde olan“okyanus asitlenmesi”ni Biyosfer 2 üzerinde gösterdiler. Şimdiyse Arizona Üniversitesi dünyanın en büyük yer bilimi deneyini Biyosfer 2 de yapmaya hazırlanıyor.

Biyosfer 5Biyosfer 2; bir yağmur ormanı, okyanus, bozkır, yoğunlaştırılmış tarım arazisi, çöl ve insanlar için bir yaşama alanları içeriyor. Her ne kadar çalışmalar Dünya’nın taklit edilemeyecek kadar mükemmel bir yapıya sahip olduğunu gösterse de, kısmen de olsa Dünya’ya benzer bir kapalı ekosistem kurmak ne derece mümkün, aşağıdaki video ile siz karar verin:

Kaynak:

Bilim, Felsefe Ve Gerçeklik

Görünen o ki, bilim ve felsefe arasındaki ilişki ya da yapılması gerekli olan zorunlu ayrım, günümüzde hala tartışılmaya açık bir konu. Birçok iyi niyetli insan günümüzün aydın dünya anlayışına rağmen, “ön-dayanaksız” bilgi sağlayan felsefe ve din gibi diğer birçok spekülatif ve metafiziksel sistemlere karşı her zamankinden daha çok bağlılık göstermekte. Bunun sonucu olarak, bilim ve felsefe arasındaki inanılmaz boyutlara varan fikir ayrılığı, bilim insanlarının egemen tüm çabalarına rağmen belirsizliğini hala koruyor. Ve genel eğilime göre bilimi, tıpkı dinde olduğu gibi felsefenin karşısında bir rakip olarak çıkartmak, toplumun gözünde bilimi şüpheli hale getiriyor.

Felsefe, bir bilim değildir. Çünkü felsefe kendi başınadır. Ateşli birçok felsefe savunucusu, yalnızca felsefenin bizi doğruya veya hakikate ulaştıracak bir düşünce biçimi olduğundan eminmiş gibi davranarak, bilimin gözünde kendini küçük düşürmektedir. Doğal olarak felsefenin, “bilimsi” olma iddiası devam ettiği sürece; ya dinileşerek ya da siyasileşerek felsefe olmaktan çıkmaya devam etmektedir. Bir noktada felsefenin ortaya çıkışı ve tüm tarihsel gelişimi göz önünde bulundurulduğunda, bilimin temelini oluşturduğu gerçeği şüphe götürmezdir, bu inkâr edilemez. Örneğin, eskiden fiziğe “doğa felsefesi” deniliyordu veya felsefe, “bilimlerin anası” olarak kabul ediliyordu vb.

Felsefenin gelişimiyle birlikte evrene ve dünyaya dair olan tüm eski, basmakalıp ve dogmatik düşünceler yerini şüpheye bırakarak, akla duyulan güven sayesinde yoğun, beşeri bir sorgulama dönemi başlamış oldu. Pre-sokratik filozoflar da evreni somut bir biçimde anlamaya çalıştılar. Her ne kadar ellerinde bilimsel bir metot bulunmasa da, evrenin kökenine dair yaptıkları yoğun ve derin sorgulamalar, bugünkü bilime ön-ayaklık etmiştir.  Elbette o dönem filozoflarının evrene dair olan tüm açıklamaları, tamamen varsayımdan ibaretti. Fikirleri, gözlem ve deneye asla dayanmasa da, yaşadıkları zamanın koşul ve şartları düşünüldüğünde ortaya attıkları temel varsayımlar, o zamanın tüm dinsel ve diğer birçok türdeki “mitik” temelli inanışlarını kökten sarsmıştır. Yeterli bir sağduyuya sahip herkes, ilk çağlarda bilim ve felsefe ayrımını görmenin olanaklı olmadığını söyleyecektir. Bu bir gerçektir. Ve dahası, felsefenin bilgi düzeyimizde yarattığı büyük sıçramalar, tutumlarımızda ve akıl yürütmelerimizde meydana getirdiği değişimler; bizi dar düşünce duvarları arasından kurtararak, anlayışımızda yepyeni ufuklar açmıştır. Her şeye rağmen tüm bu düzlemdeki gelişimler göz ardı edilemeyecek olsa bile, günümüz modern bilimiyle birlikte yeni bir anlayışa ulaşıyoruz; evrene yönelik fikirlerimizi değiştirdik ve evrenin önceden düşündüğümüz her şeyden daha olağanüstü olduğunu, yalnızca felsefi bakış açısıyla tasvir edildiği gibi olmadığını öğrendik. Fikirlerimizi değiştirmek, hatta hatalı olmak; karşı konulmaz bir merakı da bize sağladı. Dolayısıyla şuan sahip olduğumuz yeni ve üstün derin kavrayışımızın bugün ne denli önemli olduğu konusu, herkesin derhâl kabul edebileceği bir gerçektir.

21. yy’ da toplumun ihtiyaçlarının ve modern hayat tarzının, bilim temelli düşünce ve ürünleri tarafından giderildiği açık bir şekilde ortadadır. Ne yaşamaya değer? Ne ölmeye değer? Ya da iyi bir yaşam nelerden oluşur? gibi hayati soruların dahi felsefenin himayesinde olduğuna inanmak için de ortada hiçbir iyi neden kalmamış durumdadır. Geleneksel felsefecilerin, ılımlı dindarların ve aslında daha çok köktendincilerin, demir çağından kalma bir felsefeyi seyreltmekten başka bir şey yapmadıkları apaçık bir gerçek gibi görünüyor. Felsefenin, her şeyi cevaplayacağı ve çözeceği yanılgısından daha fazla tepki göstermemiz gereken başka bir şey varsa eğer, o da; kişilerin kendi taleplerine göre inançlarını ve düşüncelerini temellendirmek istemeleridir. Birçok felsefecinin olduğu gibi, birçok dindar insanın da tercih edebileceği ve aynı zamanda köklü bir arzu içerisinde bağlanabileceği hayal âlemi, felsefenin spekülasyonlarının dizginliğinde daha da perçinlenmektedir. Böylece hayalin değeri, gerçeğe göre haksız yere abartılarak, bir olasılık neredeyse gerçek bir olayla eşit sayılmaktadır. Felsefe de dinde olduğu gibi, hayalin değerini gerçeğe göre abartmaktadır. Bu sebeple deneyimimizin ötesindeki bir gerçekliği savunmanın, anlayışla karşılanabilecek bir şey olduğunu söylemiyorum; bunun bir tür deliliğe veya Berkeley’ciliğe işaret ettiğini söylüyorum.

Bugünkü düşünsel çöküşümüzün dehşet verici boyutları düşünülürse eğer, insanlığın refahına ilişkin tüm bilimsel gerçekler görmezden gelinmeye devam edilmektedir. Ortada hiç bir iyi sebep yokken, bilim alanına mutlak anlamda felsefeyi dâhil ederek, bir anlamda bilim istismarlığının ya da bilim düşmanlığının yapılmasına yataklık ediyoruz. Her şeyi felsefileştirme fikri şaşılası bir biçimde, çok iyi bilim ve felsefe eğitimi alan sofistike kişiler tarafından da savunulmaya devam ediyor ve bu görüşün ne kadar kötü bir fikir olduğu gerçeğinden bihaber yaşamaya devam ediyoruz.

Sanırım burada kullanacağımız dil çok önemli. Çünkü felsefe alanında ve ahlaki konularda dilin yüzeysel yapısının bizi oldukça yanıltarak, yanılgılara düşürdüğü açıktır. Felsefenin birincil ilgi alanı dilin işleyişinin anlaşılması, hata ve yanılsamalardan kendimizi koruyacak biçimde kullanımının sınırlandırılmasıdır. Neyin var olduğu ya da olmadığı, neyi bilip neyi bilemeyeceğimiz gibi sorulardan önce, neyi ne ölçüde ifade edebileceğimiz sorusu felsefenin asli konusu haline gelmiştir. Kısacası bu odak noktasındaki kayma, bilinen bir tanımlanmaya; “dilsel felsefeye sapış”a karşılık gelmektedir. Bu durumda “Felsefe diğer bilgi türlerini güvenilmez bilgi haline getirebilmektedir. Dolayısıyla felsefe dışı bilgiler felsefe tarafından sorgulanmadan güvenilir bilgi haline gelmektedirler.”[1] Daha da ilginci, felsefenin ortaya koyduğu bilgilerin hiçbiri filozoflar tarafından genel olarak benimsenmezken, doğru bilgi sağlamak amacında olması, gülünç gözükmektedir

Felsefe sürprizlerle doludur. Bu nedenle neyin doğru, neyin yanlış olduğu konusu, felsefi bir zeminde irdelendiğinde içinden çıkılmaz bir hal almaktadır ve bu kaçınılmazdır. Herhangi konuda, herhangi bir şeye dair bir argüman iddiasında bulunulması, felsefi bir bakış açısı içerisinde herhangi bir şeye karşılık gelebilmektedir. Bu da aslında gerçekte neyden bahsedildiğini bilmemek demektir. Felsefe hep aynı kalan, değişmeyen ve tümel olanın bilgisidir. Felsefe bizi tüm zamanlar için aynı şeyin olmuş olduğu, olmakta olduğu ve olacağı öngörüsüne ulaştırmaya çalışır. Bu sebeple felsefe kendisini, kendi elleriyle düşürmüş olduğu kısır bir döngü içerisinde hapsetmiş durumdadır. Kim ne derse desin, felsefenin genel geçer bilgilere ulaşma çabası, evrensellik iddiası, hakikatin kökende olduğu düşüncesiyle kökendeki ilke ya da ilkeleri keşfetme çabası gibi temel nitelikleri, onu, İslam’ın Tanrı tarafından bildirildiğine inanılan bilgi anlayışına yaklaştırmaya devam etmektedir. Oysa felsefenin bizi en doğru hakikate ya da mutlak bir gerçeğe ulaştırabileceği yönünde elimizde iyi kanıtlar bulunmuyor.

Felsefe ile ilgili başka bir problem ise, bilim ile girdiği fikir savaşının galibini kendisi gibi göstermesidir. Çünkü genel olarak bilim ile ilgili düşünülen şey, onun yalnızca dünyanın nasıl göründüğüne ilişkin açıklamalar yapabileceğinden ibaret olduğudur. Bilimin, yalnızca yaşadığımız dünyayı tasvir etme işini yaptığına inanıyor olmak, bilim etkinliğinin gerçekte ne olduğu konusundaki korkunç bilgisizliğimize dayanır. Gerçek şu ki, bilim değer biçme işinde de her zaman görev almıştır. Fakat buna ek olarak diğer bir problem de, gündelik alışkanlıklarına ve sorgulanamaz inançlarına körü körüne bağlı, yıkılmaz tabuları olan insanlarla girdiğimiz önemli tartışmalarda doğar. Bilimin tüm konularda kapsamlı bir çözüm yöntemi olabileceğini söylemek sizin genelde katı, soğuk ve acımasız bir indirgemeci olarak eleştirilmenize neden olur. Bu kesinlikle iç karartıcı bir durumdur. Fakat bilimin başarısı tam da buradadır, çünkü “Bilimin iyi tarafı ona inansanız da inanmasanız da gerçek olmasıdır.[2] İnsan yaşamındaki aşk, korku, ıstırap gibi diğer birçok duygu veya çocuk yetiştirmek gibi olağan konuların bilimin sınırları içerisinde tanımlanması, felsefecileri ve birçok sıradan insanı çileden çıkartarak, oradan oraya koşturmasına sebep olabiliyor. Modern bilim, daha önceleri çok soyut gibi görünen süreçleri, fiziksel olarak açıklamaya çalışıyor. Örneğin, “duygu” dediğimiz şey beyindeki moleküllerin belirli dizilişinden ve bir takım kimyasal etkileşimlerden oluşan tamamen fiziksel bir süreç olabilir. Fakat bu duygunun değer kaybetmesi demek değildir. Aksine bilincinde olduğumuz ve detaylı verilerine sahip olduğumuz şeylerin daha akıllıca temsil edilebilmesi anlamına gelir. Bilimin, sürekli olarak indirgemeci yönüne işaret eden bu gibi kişiler, bu olguların asla bilimsel olarak açıklanamayacağı fikrine saplantılı derecede takılı kalmış durumdadırlar. Bu önemli olguların bilim tarafından basite indirgenmesi hiçbir insanı ürpertmemelidir. Olguların açıklanması, bu olguların sahip olduğu değerlerin içeriğini asla boşaltmaz. Tam aksine, içini doldurur. Kendilerinden kaçmamız gereken böyle gerçekler olmamalı; bu gerçeklerle yüzleşmeliyiz. Gerçekler daima bizden, öznel değer yargılarımızdan bağımsız olarak var olmaya devam edeceklerdir. Tabii ki buna karşılık olarak, bizden bağımsız bir gerçekliğin bulunduğu varsayımının nasıl temellendirilebileceği ayrı bir tartışma konusudur. Fakat düşüncelerimizin nesnel bir karara bağlanmasında en harika zaferleri bilim yöntemi ile kazanabileceğimizi söylüyorum. Yaşam dünyamız, bizim birinci tekil şahıs olarak deneyimlediğimiz şeylerin dünyasıdır. Bilim ise nesneleri üçüncü tekil şahıs yani, “onun” perspektifinden açıklamaya çalışır. Bu sırada nesneler elbette öznellikle ilişkilerinden koparlar. Öznel değer yargılarından arınırlar ve durağan yapılar olarak düşünülürler. Ve eğer burada bir entelektüel dürüstlük söz konusu olacaksa, dünyayı anlamanın değerine başvurmak zorundayız. Mantıksal tutarlılığın değerine, kanıtların değerine başvurmak zorundayız.

Bir başka ve çok önemli bir konu, bilim ve insani değerler arasında yapılmaya çalışılan zorunlu ayrımla ilgilidir. Çünkü genelde dünyada iki kategori olduğu düşünülür: Bir yanda “olgular” (gerçekler), diğer yanda da “değerler”. Bunların monistik terimlerle anlaşılması mümkün olmayan soyut kavramlar olduğu düşünülür. Ve bilimin, değerler hakkında bir şey söyleyemeyeceği düşünülür. Ya da bilimin, insan hayatındaki en önemli sorulara cevap veremeyeceği söylenir. (Çocuklarımızı nasıl yetiştirebiliriz ya da iyi bir hayatı belirleyen nedir vb.) Bilim, prensip olarak bu konulara dokunmaz. Bir şeye değer verdiğimize karar verdikten sonra bilimin onu elde etmede faydalı bir araç olduğuna elbette herkes katılır. Ama neye değer vermemiz gerektiğini söyleyemeyeceğine inanılır. Dolayısıyla bilimsel bir bakış açısıyla evrene bakıldığında, sadece birbirini takip eden bir olaylar dizisi, yalnızca sonuçlardan meydana gelmiş bir ardışıklık gördüğümüz sanılır. Ve evrenin hiçbir yerinde, belli durumlar iyi veya kötü, ya da doğru veya yanlış şeklinde tanımlanmamıştır. Bu yargıları biz yaratırız. Bunu yaparak, sanki özünde değeri olmayan bir gerçekliğe ilişkin kendi tercihlerimizi bildirmiş gibi oluruz. Peki, tercihlerimiz nereden gelir? Doğru-yanlış, iyi-kötü gibi yargılar nereden gelir? “Bunların, maymunsu dürtülerin ve evrim sürecinde kazandığımız toplumsal duyguların ürünü oldukları açıktır. Sonra da kültür olgusu ile şekillenirler.[3] Her nasılsa, bu düşüncelere şiddetle karşı çıkan savunucular arasında ismine “kıta felsefesi” diyebileceğimiz bir felsefe ekolü içinde sayılan, post-modern felsefeciler bulunmaktadır. Bu savunuculara göre, gerçek daima belirsiz ve bulanıktır ve öyle de kalmalıdır. Bu tür endişeler besleyen kıta felsefecileri ve diğer ahlaki şüpheciler her zaman, “olması gereken” ile “olan”ı belirgin şekilde birbirinden ayrı tutan, David Hume’dan alıntı yapar. Buna göre, olana bakarak olması gereken hakkında fikir yürütemezsiniz. (Kızına, kendi ahlaki yargısına göre tecavüz etmekte sorun görmeyen bir baba için söyleyecek bir şeyimizin olmaması gibi.) Buna dayanarak, bilimin bize sadece dünyanın nasıl olduğuna dair tanımsal bir açıklama sunabileceğini ve o açıklamadan yola çıkarak dünyanın nasıl olması gerektiğine ilişkin bir çıkarım yapamayacağını savunurlar. Çünkü Hume, doğada değerlerin bulunmadığını söylemektedir. Hume’un düşüncesine göre eğer bizde duygular olmasaydı dünyanın çıplak olgulardan ibaret bir dünya olacağını düşünecektik, çünkü ona göre doğada değer yoktur.  Ancak bunun, açıkça bir dil oyunu olduğu ortadadır ve özellikle Sam Harris gibi düşünürlerin de iddia ettiği şekliyle olması gerekene ilişkin böyle bir bakış açısı, dilin cazibesinin yol açtığı zihin karışıklığının önlenmesinde felsefenin oynadığı role işaret eden Wittgenstein’ın görüşleriyle uyumludur. Yine aynı şekilde, Berkeley’ci somut, ne kadar somuttur? diye sorabiliriz. Felsefi olarak maddenin gerçekliğinden de şüphe duyabiliriz. Fakat bu da yalnızca bir dil oyunundan ibarettir. Diğer taraftan yine Hume ayrımına takılı kalan, Kuhn gibi çeşitli bilim felsefecilerinin de savunduğu paradigma kayması gibi fikirler, bizi “olan” içerisine hapsetmekten başka bir işe yaramamakta ve bilimsel ilerlemenin önündeki bir engel olarak durmaktadır.  A. Sokal’ın da belirttiği gibi, “Günümüzde en sevilen kavram, paradigma. Herkesin ‘kendi paradigması’ var. Oysa gerçek bilim yapmak zor. Eğer her şey bir yorum ve kanaat meselesiyse, zamanımızı neden ciddi biçimde fizik, biyoloji ve istatistik öğrenmeye harcayalım ki?”[4]

Diğer bir taraftan, geleneksel felsefenin sahte başarılarının önüne geçmeyi ilke edinmiş olanMantıksal Pozitivistlerin ve Neo-pozitivistlerin, Kıta felsefecilerine olan keskin karşıtlığı, kıtacılar tarafından savunulan ve yüceltilen sezgi, bilinemezlik, muğlâklık, belirsizlik, varlık gibi unsurlara dayanır. Gerçekten de analitik düşüncenin muğlâklığa karşı olan derin savaşı, felsefeyi yeni bir düzleme taşımıştır. Bu konuda Descartes’in alıntısını aynen aktarmakta fayda var:

Biliyordum ki… felsefe insana her konuda inandırıcı bir biçimde konuşma ve kendini cahiller nezdinde itibarlı kılma imkânı verir.”

Filozof, kendini genelin uzmanı olarak görür. Fakat filozof, kendini ilgilendiren meselelerle uğraşmaktan, muhtelif bilimsel disiplinlerden de uzaklaşmıştır. Felsefenin bu ekümenik çabalarına bağlı olarak bilimlerle felsefe arasına ciddi bir yabancılık girmiştir. Bilim adamı ve filozofun birbirlerini anlamadığını, birinin meselesini diğerinin göremediğini sıkça gözlemliyoruz. Reichenbachgibi radikal pozitivistler, bu gibi durumlarda suçun daima bilim adamında olduğunu değil, aksine çok defa filozofun kendisinde olduğunu vurgulamışlardır.[5] Bu doğrudur, çünkü soyut meselelerle uğraşmak yüzünden filozof, çoğu defa ayağının altındaki sağlam zemini kaybetmiştir. Genellikle herhangi bir varlık alanı veya varoluşu bulunmadığı halde, kendisine zorlama bir varlık alanı açmaya çalışan felsefecinin bunu yapma nedeni, kendi boş inancının bir sonucudur. Felsefeciler daima kendi spekülatif iddialarını geçerli kılmak pahasına, özel bir “deneysel olmayan dünya”dan yardım istemektedirler. Bu özel dünya, bilimin ölçümleyemediği, hayali bir dünyadan başkası değildir. Çünkü bilimsel yasaların söz sahibi olmadığı böyle bir dünya, tıpkı Matrix’te yaşadığını düşünenlerin inanma eğiliminde olacağı sınırsız ve yanlışlanamaz önermelere dayanır. (“Ad hoc” varsayımlar vb. [*]) Buna karşın bilim ise, tamamıyla yanlışlanabilir önermelerle ilgilendiğinden, tüm bunlara son verir.Bilimde belirli bir temsil edilebilirlik yoktur: kurbanlık hayvanlar gibi Tanrı’ya da kesinlikle yer yoktur. Temsil edilebilirlik evrensel bir işlevselliğe dönüşür. Atom temsili olarak değil, maddenin numunesi olarak parçalanır ve tavşan temsili olarak değil, görmezden gelinen salt bir örnek olarak laboratuarın çileli yollarından geçer. İşte bilimin başarısı da tam olarak buradadır. Çünkü bilim, kendimize ve dünyaya dair tüm akla yatkın bilgi iddialarını içerir. Örneğin Tevrat’ta belirtilenin aksine suyun, ışıktan önce var olamayacağına ilişkin elimizde gerçekten çok iyi bilimsel kanıtlar var, ya da suyun h2o bilgisinin kesinliğinde olduğu gibi.

Ancak felsefeciler genellikle, ontolojik soruların epistemolojik sorularla karıştırılmaması için uyarıda bulunurlar. Neyin var olduğu bir şey, onun hakkında bilebildiklerimiz ise başka bir şeydir, derler. Felsefenin ve felsefecilerin fikirlerini güvenli rehberler olarak görmeye özen göstermemiz, “varlığın” ve “var olanın” bilimsel olarak ele alınabilmesi ile mümkün olabilir. Sonuç olarak, bilimin gerçek amacı ve görevi; “akla uygun, eğlendirici, saygı değer ya da etkili söylevler veya birtakım kolay anlaşılır uslamlamalar(Argüman) değil; icra etmek, çalışmak ve yaşamı daha donanımlı ve kolay hale getirecek önceden bilinmeyen ayrıntıları keşfetmektir.”[6] Ancak bu noktada, bilimle ilgili en öne çıkan ve tartışılan sorulardan biri, bilimin insanın refahını ve mutluluğunu gerçekten de arttırıp arttırmadığı sorunudur. Mutluluk ve refah kavramlarına yüklenen anlam kişiden kişiye farklılıklar ve beklentiler üzerinden sorgulanmasından dolayı bu soruyu cevaplamak güç olabilir. Fakat diğer yandan bilim aracılığıyla elde edilen veriler sağlık, güvenlik, teknik, beslenme gibi hemen her konuda insanlığın yaşama kalitesini arttırmıştır. Bilimin ortaya çıkardığı bilimsel bilgi, teknolojiye kaynaklık ederek, bu sayede insanlığa pratik yarar sağlamaya devam etmektedir. Oysa felsefede ölçme yapılamadığı ve ölçülenler arasında eşdeğerlik kurulamadığı için ona dayanılarak bir teknoloji kurulamaz. Görülüyor ki felsefenin görevi, insana pratik bir yarar sağlamak değil, ele alınan konunun özünü, kavramların anlamını bulmaya çalışmaktır.

O halde buraya kadar, bilim ve felsefe ayrımını belirli bir ölçüde ortaya koymuş oluyoruz. Kafamızda belirmeye başlayan resim artık daha net ve berrak. Bilim, deneysel(empirical) olması farkıyla felsefenin, kavramsal(conceptual) yapısından ayrılmaktadır. Bilim, deneysel doğrularla ilgilenirken felsefe, kavramsal doğrularla ilgilenir. Buna bağlı olarak felsefeyi “değerler” olarak, bilimi ise “olgular” olarak tanımlamamız, bu noktada oldukça doğru ve rasyonel bir vurgu yaratıyormuş gibi görülebilir. Fakat olguları değerlerden ayrı tutmanın savunulacak bir tarafı olmadığı gibi, olgular ve değerler arasındaki bu ayrım da yalnızca bir yanılsamadan ibarettir. Her şeye rağmen tüm bu ayrımlar, felsefenin bilimden kesin olarak ayrışması gerektiğini kanıtlamaz. Eğer felsefe ile ilgili sınırlar bizim yaptığımız şekliyle çizildiği takdirde, belli bir ölçüde bilim ile iç içe olduğunu kabul etmemek için bir sebep yoktur. Savunulması gereken şey, elbette her bilim dalının içine biraz felsefe işlendiğidir. Örneğin bir soru işlevsel kılınamadığında, yapabileceğimiz bir deney olmadığında ve veriye nasıl ulaşacağımızı bilemediğimizde felsefi dili kullanmaya başlarız. Ve böyle düşünüldüğünde felsefenin, bilimin dilini tanımladığını, bilimin mantığı haline geldiğini görürüz. Ancak bir şey deneysel olarak çözümlenebilir hale geldiği anda, bu bilimler, felsefeden ayrılır. Felsefenin yapabileceği önemli bir şey, dilin kullanımına ilişkin muğlâklıkları gidermektir. Ve felsefenin bir başka yapabileceği bir şey de, belli bir önermenin doğruluğunu ya da yanlışlığını, ancak deney ve gözlemin gösterebileceğini söylemektir. Çünkü kanıtların söz konusu olabileceği her şey, tümüyle deneysel bir sorundur. Dolayısıyla bu iş yalnızca bilime aittir. Sonuç olarak, kabul edebileceğimiz tek felsefe görüşünün, deneyciliğin bir biçimi olarak betimlenmesi akla yatkın olacaktır. Filozof, filozof olarak, bir bilimsel kuramın değerini saptayacak bir durumda değildir. Buna ilişkin yapabileceği iş, bilimsel bir kurama ya da bulguya ilişkin kavramları ve sembolleri tanımlayarak, bunların mantıksal açıklığa kavuşturulması işidir. Felsefecilerin fantastik düşünce deneylerini bir kenara bırakırsak eğer, felsefecinin kendisinin gerçekten insan bilgisine ya da daha genel anlamda, dünyanın gelişmesine önemli bir katkıda bulunmasının yegâne yolu, kendisinin de bir bilim adamı olması gerektiğidir.

Bu son aşamada demek oluyor ki, felsefe de bilimleşmelidir. Böylece felsefe, “bilimsi” olma ihtirasından da kurtulup, kendi düşünce paradigmaları içerisinde yeni kavramlar yaratarak, bilimsel yöntemin izcisi olabilir ve kendisine bilimler sınıfında belli bir yer edinmeyi de deneyebilir. Aynı şekilde, düşüncelerimizde gerekli olan diğer tüm dönüşümler de; kendi yetişkinliğimizi, evreni ve dünyayı bilimsel kavrayışımızla gerçekleşecektir.

Kaynak: İlker Çağatay ÂŞIK

__________________________________________________________________________________________

[1] Teo Grünberg, 1970, 7
[2] Neil deGrasse Tyson’s quote
[3] Sam Harris, Science can answer moral questions

[4] Alan Sokal, Beyond the Hoax: Science, Philosophy and Culture sf:?
[5] Hans Reichenbach, Bilime Yeni Pozitivist bakış sf:40.
[6] Francis Bacon, “The Spirit Of Nature” sf:?
[*] AD HOC üzerinden inanç: Görünüşe göre “deney olguları”  hiçbir zaman bizi bir varsayımı bırakmaya zorlayamaz. Zorunlu ad hoc (o olaya özgü) kabulleri yapmaya kabul eden bir kimse, ters görünen kanıtlar karşısında inançlarını her zaman ayakta tutabilir. 

Türkiye’de Doktora Öğrencileri…

Haritada, Avrupa Birliği ile Avrupa Serbest Ticaret Birliği’ne üye olan ülkelerle birlikte Türkiye’nin de 20-29 yaş arası nüfusu içerisindeki doktora öğrencilerinin oranı gösteriliyor. Bilimin ve teknolojinin itici gücü olan doktora öğrencilerinin oranı, bir ülkenin bilime ne kadar ağırlık verdiğini ve bilimsel araştırmaları teşvik ettiğinin de tek olmayan ama faydalı olan ölçütlerinden birisi…

Tekrarlanamayan “Bilimsel” Çalışmalar ve Bir Öneri

Psikoloji (ruhbilim) alanında yapılmış geçmiş bilimsel çalışma sonuçlarını, aynı çalışmalar tekrarlandıklarında ortaya çıkan sonuçlarla karşılaştıran yeni bir bilimsel çalışma çok ses getirecek gibi görünüyor.

Açık Bilim İşbirliği olarak 270 araştırmacının, sonuçları psikolojinin itibarlı 3 bilimsel dergisinde yayınlanmış, bilişsel ve sosyal psikoloji alanında yapılmış 100 deneysel ve karşılaştırmalı çalışmayı, çalışmalarda belirtilen metotlara sadık kalarak tekrarladıkları çalışmanın sonuçları bugün yayınlandı. Özetlediğimizde, elimizdeki bu yeni çalışmayı; eski itibarlı çalışmaların tekrarlarının, aynı itibarlı sonuçları vermediğini gösteren bir diğer itibarlı çalışma olarak tanımlayabiliriz.

Çalışmada “tekrarlanabilirlik”; anlamlılık ve P değeri, etki boyutu, öznel araştırmacı görüşleri ve meta analizlere dayanılarak oluşturulan ölçütler çerçevesinde değerlendirilmiştir. İncelenen geçmiş çalışmalardan, kişisel ve temel ussal işlemleri araştıran bilişsel çalışmaların %50’si, sosyal psikoloji alanında yapılan çalışmaların ise sadece %25’i ve genelde tüm çalışmaların %36’sı, tekrarlandıklarında, ilkiyle aynı yönde sonuçlar ortaya koyabilmişlerdir. Sadece etki boyutu açısından değerlendirildiğinde ise sonuçları tekrarlanabilir kabul edilen çalışmaların yarısında sonuçların “anlamlılığı” azalmış olarak bulunmuştur.

Bilimsel düşüncenin üzerine oturduğu temel sütun, bilimsel yöntemlerle elde edilmiş verilerin tekrarlanabilir olması gerekliliğidir. Doğrulama-sağlama çalışması niteliğindeki bu araştırma, kapsam ve açık kaynak sunumu açısından türünün ilk örneğidir ve psikoloji bilimi özelinde değerlendirilmesi gerekir. Ancak sonuçlara bakıldığında diğer bilim dallarında da, en azından soyut veya tinsel kavramlarla uğraşılan alanlarda (sosyal bilimler), tekrarlanabilirlik çalışmalarının yapılması gerekliliği kaçınılmazdır ve bu bilim dallarında, araştırmayla ulaşılan sonuçların “etki boyutları” belirlenmeli, sundukları yargısal sonuçlara bilimsel bir “değer ” atfedilmesi düşünülmelidir.  Farklı bilim dallarının ortaya koyduğu sonuçları tek bir bilimsel sonuç başlığında düşünmeyip, her bilim dalı için farklı katsayılar aracılığıyla değerlendirdikten sonra bilimsel etkililik veyagenelgeçerlik şeklinde bir “niceliksel kavram” geliştirmek söz konusu olabilir.

Bu çalışmanın sağladığı verilerden yapılabilecek en yanlış çıkarım, bilimden kesin, değişmez ve hatta arzuladığımız sonuçlar sunmasını beklemektir. Varsayımların doğrulanmadığı çalışmaların çok daha değerli olduğu, gerçeği bilimle arayan herkesin katılacağı bir önermedir.  Psikoloji özelinde düşündüğümüzde ise endişe verici olan şey, eski çalışma sonuçlarına göre varılmış “kesin yargılar” söz konusu ise bunların düzeltilmesi gerekliliğidir. Daha da ötesinde, psikoloji bilimine ilişkin bundan sonra yapılacak çalışmalardan elde edilen sonuçlar değerlendirilirken, yayınların “Sonuçlar ve Çıkarımlar” başlıklı bölümünde daha “temkinli” ifadelerle görüş açıklanması yerinde olacaktır.

“Yapılan bir araştırmaya göre sabah 06:32’de uyanan ve çizgili pijama tercih eden erkeklerin çatalı sol elleriyle tutma eğiliminde oldukları…” şeklinde özetlenebilecek sonuçlar veren “araştırmalara” itibar etmemek için yeterli bilimsel veriye sahip olabiliriz.

Kaynak: Bilimfili, Alexander A. Aarts, Joanna E. Anderson, Christopher J. Anderson, Peter R. Attridge,, Angela Attwood, Jordan Axt, Molly Babel, Štepán Bahník, Erica Baranski, Michael Barnett-Cowan, Elizabeth Bartmess, Jennifer Beer, Raoul Bell, Heather Bentley, Leah Beyan, Grace Binion,  Estimating the reproducibility of psychological science 10.1126/science.aac4716

Çok da Doğru Olmayan ama Yaygın Olarak Kullanılan Bilimsel Terimler

Benzin istasyonlarında sadece benzin satılmaz. Mazot ve LGP gibi yakıtlar da satılır. Akaryakıt istasyonlarına genel kabul olarak “benzin istasyonu” da denmesi gibi, bilimde de geleneksel olarak koyulan bir ismin veya terimin, yanlış olduğu daha sonradan ortaya çıksa da kullanılmaya devam etmesi gibi nadir ama çok önemli bir gelenek vardır. Bu durum bazen şaşırtıcı durumların ortaya çıkmasına neden olabilir. Bu yazımızda, dilimize yerleşmiş olmasına ve bilimde genel geçer olarak kabul ediliyor olmasına rağmen özünde pek de doğru olmayan veya yanlış kullanılan terimlerin sadece birkaçına değineceğiz.
DNA ve RNA: Çekirdek Asitleri Mi?
DNA ve RNA, nükleik asitlerdir. 1869 yılında Friedrich Miescher, hücre çekirdeğinde bulunan DNA molekülünü izole etmeyi başardı ve bunun hücre çekirdeğine özgü bir molekül olduğunu düşünüp nükleik asit (çekirdek asidi) adını verdi. İlerleyen yıllarda RNA’nın da izole edilmesiyle bu adlandırma yanlışlanacaktı. Çünkü RNA, sadece hücre çekirdeğinde değil, diğer organellerde de bulunabiliyordu. Aslında “çekirdek asitleri”, çekirdeğe özgü değillerdi! Ancak bilim insanları, artık oturmuş olan “nükleik asit” terimini kullanmaya devam ettiler.
 
Organikse Koy Sepete! Ama “Organik” Ne?
Bir diğer dikkate değer bir terim ise “organik” terimidir. Bu o kadar yerleşmiş bir terimdir ki, kimyanın belki de en önemli dallarından biri olan organik kimyanın adı bile olabilmiştir. Organik kimyanın lakabı “karbon kimyası”dır. İşler burada biraz karışıyor. Çünkü yine bilim tarihindeki bir gelenek yüzünden tüm karbon bileşikleri organik bileşik olarak sayılmıyor.
1800’lerin başından önce ortada bir “organik bileşik” tanımı elbette vardı. Bu tanıma göre organik bileşikler sadece canlılar tarafından üretilebilen, üretilmesi için bir çeşit “canlılık enerjisi” verilmesi gereken maddelere “organik maddeler” veya “organik bileşikler” deniyordu. 1828 yılında Friedrich Wöhler isimli bir kimyager tarafından, genel temayüllere ters düşse de, bu düşünce biçimi yıkıldı. Wöhler, o güne kadar yanlızca canlılar tarafından üretilebileceğine inanılan üreyi laboratuarında sentezlemeyi başarmıştı. Böylece o dönem bilim dünyasındaki dogmatik kabullerden biri olan “vitalizm” bir anda yok oldu. Vitalizm, canlı varlıkların cansız varlıklardan farklı bir mekanizmaya tabi olduklarını kabul eden bir dogmaydı. Çok az bilim insanı ve düşünür tarafından karşı çıkılıyordu. Ancak Wöhler’in üre senteziyle 1828 yılında tarihe gömülmüş oldu. Bugün net bir şekilde biliyoruz ki canlılık, bir çeşit cansızlık formudur ve kimyasal evrim sürecinde cansızlıktan evrimleşmiştir. Yani canlılık ile cansızlığın özü tamamen aynıdır.
İdrarın ana bileşenin ürenin sentezi, ironik bir şekilde bilim felsefesinde bir çığır açtığı gibi, terimsel bir hataya da yol açtı. O ana kadar organik bileşiklerin sadece “organ”lara sahip varlıklar tarafından sentezlendiği kabul ediliyordu. Organik bir bileşiğin laboratuarda yapay olarak sentezlenmesi, her şeyden önce sözcüğün kendi tanımıyla çelişiyordu. Ancak bilim insanları bu tanımı kullanmaya devam ettiler. Bugün karbondioksit, karbonmonoksit, siyanür gibi bir iki istisna dışında, tüm karbon bileşikleri organik kimyanın konusudur. Karbondioksit, karbonmonoksit, karbürler ve siyanürün, karbon içermesine rağmen neden organik bileşik sayılmadığı ise yine geleneksel temayülleri devam etmesidir.
Organik bileşiklerin tam bir tanımı olmamasına rağmen, ancak genel olarak içinde bir adet karbon-hidrojen bağı veya karbon-karbon bağı bulunan bileşiklere organik bileşik denmektedir. Ayrıca hidrojen ile yer değiştirebilen halojenlerin bulunduğu halojen-karbon bileşikleri de organik kimya konusudur. Bu da plastik şişeden, asprine; boyadan buzdolabı gazına kadar çevrimizde gördüğümüz, kullandığımız bir çok şeyi “organik” yapar.
Termodinamiğin Sıfırıncı Kanunu
Bir şeyin sıfırıncı kanunu olması mantığa ters gelse de, mecazi anlamına baktığımızda, belirmek istediği şey aslında çok iyi anlaşılır. Sıfırıncı kanun, yani orijindeki kanun, başlangıç kanunu anlamına gelir. Termodinamiğin birinci, ikinci ve üçüncü kanunlarından daha sonra keşfedilmesine rağmen, her birinden daha temel bir kanun olduğu için en başa alınması gerekir. Bilim insanları, zaten dile yerleşmiş olan “Termodinamiğin 1. Kanunu”nu kaydırarak, yine dile ve bilimsel literatüre yerleşmiş olan “Termodinamiğin 2. Kanunu” haline getirmememek için, sonradan keşfedilen ve daha temel olan kanunu en başa alarak “Termodinamiğin Sıfırıncı Kanunu” demişlerdir. Şu anda tüm bilim camiasının tek umudu, Sıfırıncı Kanun’dan da temel bir kanunun keşfedilmemesidir. “Termodinamiğin Eksi Birinci Kanunu” kulağa hiç de hoş gelmemektedir! Şaka bir yana, bu kanunların neler olduğunu ve evrimsel biyoloji ile ilişkisini öğrenmek içinburadaki makalemizi veya kitabımızı okuyabilirsiniz.
Türkçenin Azizliği: Nedir Şu “Silikon”?
Dilimizde sıklıkla hatalı biçimde kullanılan ve belki de en gülünç olan örnek, San Francisco’da bulunan ve bilgisayar teknolojileri merkezi halini almış Silisyum Vadisi’dir. “Silisyum Vadisi mi, o da ne?! Doğrusu Silikon Vadisi değil mi?”diye sorabilirsiniz. Silikon Vadisi, malesef yanlış bir çeviri sonucu dilimize yerleşmiştir ve asla çıkmayacak gibi görünmektedir. Bu, biraz da özeleştiri yapmamız gerekirse, Türkçe’yi bir bilim dili haline getiremeyen bizlerin suçudur. Silikon Vadisi, bilimi yeterince üretemememiz ve bu konuda hep dışarıya bağlı olmamızın belki de en açık göstergesidir.
İngilizcede birbirine çok karışan iki kelime vardır: “Silicon” ve “silicone”. Okunuşları neredeyse birbirinin aynısıdır. “Silicon”, atom numarası 14 olan bir element iken silicone bu elementin ketonudur. Bu yüzden sonuna keton olduğunu belirten ‘–one’ eki getirilmiştir. Ketonun ne olduğu bu etapta çok önemli olmasa da, organik kimyanın bir konusu olduğunu belirtebiliriz.
Kısacası sonunda “e” harfi bulunan bu kelime bizim su sızmasın diye sıktığımız silikonun İngilizcesidir. Sonunda “e” olmayan kelime ise bilgisayar çiplerinin içinde bulunan “silisyum” elementinin karşılığıdır. Yani periyodik tabloda İngilizce “silicon” olarak geçen element, Türkçede “silisyum”dur, “silikon” değil. Biz silisyum ve silikon terimlerini Fransızcadan aldığımız için, eğer bu teknoloji vadisi Fransa’da olsaydı asla böyle bir çeviri hatası olmayacaktı. Silisyum Vadisi diyecektik.
Silisyum (ing. Silicon, fra. Silicium) bir elementken, silikon (ing. Silicone, fra. Silicone) bir silisyum bileşiğidir. Belki herkes için değil ama kimyacılar için Silikon Vadisi lafı, bilgisayar teknolojisinden çok duşakabin izolasyon teknolojisini akla getiriyor!
Hazırlayan: Oğuzhan Kiper (Evrim Ağacı)
Görsel: Silisyum Vadisi’ndeki firmaların yerleşim haritası!