Öfke Patlamalarına Karşı En İyi Panzehir: Sosyal Yaşam

Kaynak: https://s-media-cache-ak0.pinimg.com/originals/1a/ce/22/1ace222cd1f868220795a830a4951d55.jpg

Stanford Üniversitesi’nden bir grup bilim insanı, fareleri aynada kendi görüntüleriyle karşılaştıklarında bile saldırganlaşmalarına neden olacak kadar öfkelendirdiler. Küçük bir nöron grubunun, fareleri şiddet dolu varlıklara dönüştürebildiğini gördüler.

Stanford Üniversitesinden araştırmacılar öfke ataklarının ve kontrolsüz şiddet patlamalarının kökenini anlayabilmek için, beyinde bu davranışlardan sorumlu küçük bir nöron grubunu harekete geçirdiler. Nöron grubu harekete geçirildikten sonra erkek farelerin kendi alanlarını korumak için saldırganlaştıklarını gördüler. Bilim insanlarının yol açtığı öfke beklenmedik şekilde oldukça yüksek seviyelere ulaştı. Araştırmacılar, farelerin daha önce hiç öfkeli davranışlar göstermedikleri dişi farelere, aynadaki yansımalarına ve laboratuvar eldivenine saldırdıklarını gördüler.

Deneyin yürütücüsü Nirao Shah, olanlardan beslenme, korku ve cinsel aktivite gibi pek çok aktiviteden sorumlu olan hipotalamustaki 5.000 kadar az sayıda bir nöron grubunun sorumlu olduğunu söylüyor. Shah aynı zamanda fare beyninde bulunan 80 milyon nöronla kıyasladığında bu nöron grubunu “samanlıktaki bir iğne” olarak tanımlıyor. Bu merkezi uyarmak, erkeklerde saldırgan davranış gözlenmesi için yeterliyken dişilerde aynı durum söz konusu değil. Shah, ayrıca beyindeki bu merkezin erkeklerde bölgesel saldırganlık için gerekli olduğunu söylüyor.

Araştırmacılar, farelerin içlerindeki yoğun öfkeyi ortaya çıkaran bu mekanizmanın anlaşılması için biraz daha ileri giderek başka deneyler yaptılar. Öfke merkezi üzerinde yapılan deneyler, ilk olarak kafeslerinde yalnız yaşayan erkek fareler üzerinde gerçekleştirildi. Ancak aynı deneyi diğer farelerle birlikte büyüyen fareler üzerinde gerçekleştirmek istediklerinde her şey değişti.

Öfke Öğreniliyor mu?

Sosyal birliktelik yaşayan erkek fareler, kendi alanlarına yabancı bir erkek fare geldiğinde öfkelerini bastırdılar ve saldırganlık göstermediler. Ayrıca birlikte yaşamaya alışmış fareler daha uysal davranışlar gösterirken kendi türlerinden salgılanan feromonları (aynı türün üyeleri arasındaki sosyal ilişkileri düzenleyen kimyasal madde) algılama kapasiteleri bloke edildiğinde tekrar şiddetli davranışlar göstermeye başladılar. Bu çalışmanın ana bulgusu, sosyal bağlam ve deneyimin öfke patlamasını etkisiz hale getirebilecek olması. Diğer bir deyişle, erkeklerdeki öfkenin doğuştan mı olduğu yoksa sonradan mı öğrenildiği sorusunun cevabı, Shah ve ekibinin çalışmasına göre sonradan öğrenildiği yönünde. Bu bakış açısı, öfkeyi frenlemek için nöron devresinin doğasını yönlendirebileceğimizi söylüyor.

Araştırma ekibi, bu küçük buluşun insanlar için de geçerli olabileceğine inanıyor. Shah, “Aralıklı taşkınlık rahatsızlığı, hastanın başka insanların aynı durumda göstermediği şiddet ve öfke davranışlarını gösterdiği psikiyatrik bir rahatsızlıktır ve insanların %5’ini etkilemektedir.” diyor. Ayrıca, “Bu çalışmanın olası sonuçlarından biri de beynimizde öfkeye ayrılmış olan bir bölümün anormal aktivasyonunun bu hastalığın başlamasına neden olabilme ihtimali.” diye ekliyor.  Sosyal bağlamın öfkeyi nasıl bastırdığı ise bilim insanları için hala bir merak konusu.

Makale:

  • Taehong Yang, Cindy F. Yang, M. Delara Chizari, Niru Maheswaranathan, Kenneth J. Burke, Maxim Borius, Sayaka Inoue, Michael C. Chiang, Kevin J. Bender, Surya Ganguli, Nirao M. Shah. Social Control of Hypothalamus-Mediated Male AggressionNeuron, 2017; DOI: 10.1016/j.neuron.2017.06.046

Orjinal yazı: nBeyin

Kuantum mekaniğinden gelen kötü kokular

Geçenlerde burnumuzun değişik maddelerin kokularını nasıl aldığına dair yeni bir araştırma yayınlanınca koku duyumuz haberlere düştü. Diğer duyularımız —yani görme, işitme, dokunma ve tat— iyice anlaşıldı ama kokunun mekanizması esrarını hâlâ koruyor.

Her bir molekülün ayrı bir şekli var: Molekülde ne kadar atom varsa şekli o kadar karmaşıklaşabilir. Moleküllerin muhtemel şekilleri saymakla bitmez ve genelde bir maddenin kokusunun bu şekilden kaynaklandığı düşünülür. Burnumuzun her bir bölgesinde belirli moleküllerin şekline uyan almaçlar bulunur. Doğru molekül doğru almaça rastladığında, bir anahtarın bir kilide uyması gibi, ne kokladığınızı bildiren bir sinyal beyne doğru yola çıkar.

Ama Dr Luca Turin, daha önce kokunun mekanizması üzerine daha tartışmalı bir kuram üzerine araştırmalar yayınladı. Koku almaçlarımızın değişik molekülleri nasıl algıladığını, kimyasal bağların titreşimiyle ve kuantum etkileriyle açıklayan farklı bir yaklaşımı var.

Kuramını sınamak için Dr Turin basit bir molekülü alıp içindeki tüm hidrojen atomlarını döteryumla değiştirdi. Molekülün şekli aynı kaldı, ama döteryum hidrojenden ağır olduğundan molekülün içindeki kimyasal bağların titreşimi değişti. İnsanların hidrojenli molekülün kokusunu döteryumlu molekülünkinden ayırt edebildiğini gösteren Turin, bunu klasik “anahtar-kilit” kuramının hatalı olabileceğine dair güçlü bir delil olarak görüyor.

Dr Jennifer Brookes, University College London’da ve Harvard Üniversitesi’nde koku algısı üzerinde çalışan bir Sir Henry Wellcome burslusu. Koku algımızın kuantum mekanik temelini de, deneyselden ziyade kuramsal verilerle araştırıyor. Brookes’un kuramları “anahtar-kilit” modeliyle uyuşmayarak Turin’inkileri destekliyor.

Hidrojen sülfür ve dekaborun molekül yapıları (Kaynak: xxx )

Hidrojen sülfür ve dekaborun molekül yapıları (Kaynak: Brookes vd., 2013)

Meselâ, en keskin kokulu kükürt bileşiklerinden biri çürük yumurta kokusu veren hidrojen sülfür. Hidrojen sülfür, merkezinde bir kükürt atomuna ve bundan V şeklinde uzanan iki hidrojen atomuna sahip küçücük bir molekül. Ama bu belirgin kokuyu veren tek molekül bu değil. Dekaborun [B10H14] kokusu buna çok benziyor, ama bunun on bor atomundan oluşan sepet gibi bir şekli var. “Anahtar-kilit” modelinin bunu açıklaması çok zor, ama iki molekül de aynı enerjiyle titreştiklerinden Turin’in ortaya attığı kuantumlu kurama uyuyor.

metallosen

Ferrosen ve Nikelosen’in molekül yapıları (Kaynak: Brookes vd., 2013)

Ayrıca, Brookes şekli birbirine benzeyen ferrosen [Fe(C5H5)2] ve nikelosen [Ni(C5H5)2] adlı iki bileşikten bahsediyor. İkisinin de merkezinde bir metal atomu (ferrosende demir, nikelosende nikel) ve bu atomun etrafında özdeş yapılar var. Şekilleri ve boyutları birbiriyle aynı, ancak ferrosenin kokusu baharlı, nikeloseninki yağlı. Merkezdeki atom farklı olduğundan kokuları da farklı ve bu da Turin’in kuramını destekliyor.

Brookes şekli önemsiz bulmuyor. Moleküllerin almaçlara uyması açısından şekil önemli, tıpkı manyetik bantlı kartlardaki gibi: Kartın okuyucudan geçebilmesi için belirli bir şekilde olması gerekiyor, ama asıl önemlisi karttan okunan bilgi.

Bu örnekler “anahtar-kilit” modeline karşı delil sağlasa da “manyetik kart” kuramına yönelik şüphe hâlâ çok. Bilim camiasındaki yerleşik kuramlara meydan okuyan yeni araştırmalar hem tartışmalı hem de heyecan verici oluyor. “Manyetik kart” modelinin bulduğu olumlu yankı sayesinde diğer araştımacıların da bunu biraz daha incelemeye başlamasını umuyor Brooks. Hattâ kim bilir, belki canlılardaki diğer sistemlerin de işleyişlerini sorgulatmaya başlatabilir.

 Kaynaklar

 Çevirenin notları

  • Özgün yazı: N. Wilkinson, 2013. Quantum mechanics stinks. Wellcome Trust Blog Linsans: CC BY-NC 2.0 UK
  • Şekiller, özgün yazıda yoktu, Brookes vd.’nin (2013) açık erişimle yayınlanmış makalesinden aktarıldı.
  • Kapak resmi: Flickr
  • Yazıdaki kaynakların her ikisi de açık erişimlidir, okuyabilirsiniz.
  • Makalede adı geçen Luca Turin kendi kuramını şu TED videosunda tanıtmıştı, Türkçe altyazılarla izleyebilirsiniz:

    Click here to display content from TED.
    Learn more in TED’s privacy policy.

Orjinal Yazı: Açık Bilim.

İNCECİK KANALLAR VE SIVILAR: MİKROAKIŞKANLAR

Bitkisel dokular denince hepimizin aklında ışıklar çakar: pek doku, sürgen doku, koruyucu doku, iletim doku vs… Saydıklarımız arasından bu yazımız için önemli olan ise iletim dokusu. İletim dokusu, odun ve soymuk boruları başta olmak üzere, kanallar aracılığıyla su, besin ve mineralleri bitkinin bütün bölümlerine iletir. Evet, hatırlar gibisiniz. Gene de, bitkilerin ve dğer canlıların bütün bu işlemleri ne kadar başarılı bir şekilde yaptıkları çoğunlukla gözümüzden kaçar. Aslında bitkisel iletim, yarıçapı santimetreden nanometreye değişen on binlerce esnek kanalda, kılcallık ve deformasyona uyumlu şekilde taşıma yapma becerisine sahiptir. Bu sistem akışkanlara mikro ve nano, yani metrenin milyonda ve milyarda biri düzeyinde hükmedebilir.

Şekil 1. Mikroakışkan teknolojisiyle işleyen bir cihazın boyutları madeni paranınkini geçmiyor. Bu şekildeki cihazda yüz civarında kanal yan yana ve birbirinden ayrı duruyor. Bu, aynı işlemi tek seferde yüz kez tekrarlayabilmemiz veya aynı anda yüz farklı değişkeni test edebilmemiz demek. (Fotoğraf: Lawrence Livermore Ulusal Laboratuarı, ABD)

Bilimin günümüzde ulaştığı noktalardan biri, her ne kadar doğa kadar başarılı olmasa da, akışkanların mikro- ve nanometre mertebesindeki dinamiklerini çözerek metrenin milyonda/milyarda biri boyutlarında mühendislik yapabiliyor olmak. Misal, yarıçapı 10 mikrometre (μm) olan kanallar üretip (Şekil 1) içlerine onlarca hücreyi tek tek yerleştirebiliyor, sonra her bir hücrenin etrafındaki ortamı aynı anda değiştirip etkileri gözlemleyebiliyoruz. Veya proteinlerin bir araya gelip daha büyük yapılar oluştururken çevrelerine uyguladığı kuvvetleri ölçüp hesaplayabiliyoruz. Kısacası, mikroakışkan teknolojisi uygulayabiliyoruz. Yazımızın ilerleyen kısımlarında sizlere mikroakışkan teknolojisinin heyecan verici dünyasından bahsetmek istiyoruz.

Mikro ve nano hacimlere sahip sıvıları mikrometrelik kanallarda dolaştırmaya ve yapılan her türlü mühendislik mikroakışkan teknolojisi olarak tanımlanıyor [2, 5]. Hayatımızın birer parçası olan tesisatlar, musluklar, borular ve bahçe hortumlarında suyun litrelercesini bir arada akarken görmeye alışkın olan bizler için, bu sistemlerin metrenin milyonda birine inmesi çok büyük bir şaşkınlık yaratmayabilir. Ancak boyutlar küçüldükçe akışkanların değişen özellikleri, bu yazıda belirteceğimiz pek çok farklı fiziksel yapının işlemesine izin veriyor. Öte yandan mikroakışkan teknolojisi, bazı fiziksel olguların ve öngörülerin incelenmesi, hassas kimyasal ve biyolojik analiz, hasta başında ve hastaya özel teşhis, özelleşmiş reaktörler ve çip üstü laboratuar gibi birçok muhteşem uygulamanın yapılabilmesini sağlayan bir harikadır.

 

Nerelerden Geldik?

Maddenin temel yapılarina ilişkin bilgilerimiz, Antik Yunan’daki felsefi yaklaşımları ve çıkarımları bir kenara bırakırsak, 16. yüzyılda başladı. Maddenin temeliyle ilgili çalışmalara paralel olarak akışkanlar üzerindeki bilgimiz de arttı. Arşimet’ten sonra Isaac Newton, Daniel Bernoulli, Blaise Pascal gibi bilim adamlarının yaptıkları çalışmalar sayesinde insanlık akışkanların, ya da bildiğimiz şekliyle sıvıların ve gazların, kuvvet altında ne şekilde davrandığını keşfetti. Yirminci yüzyılda kimya ile kuantum mekaniğindeki gelişmeler sayesinde maddenin yapısına dair bilgilerimizi genişlettik ve mikro düzey, yani bir canlı hücresinin boyutları seviyesinde işlerin nasıl yürüdüğünü anlamaya başladık. Lakin mikro dünyayı bilmek ile mikron mertebesinde çalışmak ve mühendislik yapmak farklı şeylerdir [5]. Bundan dolayı, her ne kadar gözümüzün önünde bu işi başarıyla yürüten bitkiler olsa da, insanlık metrenin milyarda biri düzeyinde mühendislik yapabilmek için çok güçlü bilgisayarları cebimize sokan yarıiletken teknolojisini beklemek zorunda kaldı.

Yarıiletken teknolojisi, 1850’lerden sonra silisyum, germanyum ve galyumun, iletken metallerinkiyle yalıtkan ametallerinki arasındaki elektriksel iletkenliğinin kullanılmasıyla hayatımıza girmeye başladı. Özellikle kauntum mekaniğinin, yani atom seviyesindeki dünyanın işleyişini ortaya koyan yasaların ortaya çıkarılması bu malzemelerin daha iyi anlaşılmasını sağladı. Yarıiletken teknolojisi ile birlikte gelişen mikroelektronik, sadece elektronik yapıların değil, ısıl ve mekanik sistemlerin de küçültmesine ve hızlandırılmasına ön ayak oldu. Bütün bu gelişmelerin sonucu, MEMS olarak kısaltılan mikroelektromekanik sistemlerdir. MEMS’in örnekleri arasında yazıcıların mürekkep püskürtmesini sağlayan yapılar ile algılayıcılar var. Akışkanların da MEMS teknolojisine dahil edilmesiyle mikroakışkan teknolojisi kendini tarih sahnesinde buldu.

 

İyi de, ne işimize yarıyor?

Mikroakışkan teknolojsinin uygulama alanı, temel fizikten moleküler biyolojiye, kimyadan tıbba kadar uzanıyor. Üretiminin oldukça ucuz olması, kütlenin ve ısının çabuk ve kolay iletimiyle dağıtımı ile dizayn konusundaki esnekliği gelecek için de büyük umutlar beslenmesine sebep oluyor.

Şekil 2. Gaz kromatografisi (Wikipedia’dan Türkçeleştirildi.)

Mikro ve nano seviyeyi kontrollü bir şekilde çalışabilmemiz, analiz yöntemlerini hassaslaştırmamızı ve geliştirmemizi kolaylaştırıyor. Özellikle kimyacıların örneklerin içeriğini belirlemekte kullandığı kromatografi gibi metotların keskinleştirilmesi, çok daha az örnek ile daha hassas işlem yapılabilmesine olanak veriyor [5]. Gözümüzde daha rahat canlanması için gaz kromatografisini (GC) ele alalım: Bu metot bozulmadan buharlaşabilen örneklerin kimyasal yapısının belirlenmesinde ve bileşenlerine ayrıştırılmasında kullanılır. İncelenecek örnek, içi seçici-tutucu bir maddeyle dolu olan tüpe verilir. Gazın içerisindeki bileşenler bu madde ile farklı oranlarda etkileştiğinden, tüp içerisindeki hızları da birbirinden farklı olur. Farklı hızlarla hareket eden gazlar, işlemin pek çok kez tekrarlanması ile verimli bir şekilde ayrıştırılabilir. Mikroakışkan teknolojisiyle ise 10-15 μm yarıçapında kanallar üretip ve onları alanı birkaç santimetrekareyi geçmeyecek bir yüzeye monte ediyoruz Böylece metrelerce uzunlukta bir tüpü birkaç santimetrekareye sıkıştırmış oluyoruz. Bu sayede, bütün GC sistemi minyatürleştirilmiş oluyor ve çok daha hızlı ve verimli işliyor [6].

Mikroakışkanların en heyecanlandırıcı uygulamalarından biri, çip üzerinde laboratuar (LOC) teknolojisi (Şekil 3). LOC’nin temeli, bir laboratuarda yapılan bütün işlerin birkaç mm uzunluğundaki çiplerde gerçekleştirilmesi. Böylece çok küçük hacimlerdeki örneklerin kimyasal ve fiziksel yapılarının, birbirlerine paralel olarak, hızlı ve doğru bir şekilde belirlenebilmesi sağlanıyor. Çok farklı ve kompleks dizaynlara sahip olabilen LOC sayesinde, bir damla kan ile kan hücresi sayımı, olası hastalıkların teşhisi, tek kanserli hücrelerin tayini gibi farklı işlemleri tek bir yapıda toplamamız mümkün olacak.

Şekil 3. Birden fazla bileşenin karışımı ve tepkimesi için düzenlenmiş LOC cihazı sayesinde karmaşık işlemler çok küçük boyutlarda gerçekleştirilebiliyor. (Kaynak: ABD Ulusal Genom Bilimi Enstitüsü)

Bir diğer önemli uygulama ise, kişi odaklı ve hasta başında teşhis. Gelişmiş LOC cihazları ile, hastaların hastaneye gitmeden gerekli tahlilleri yapabilmeleri, mikroakışkan teknolojisinin sağlık bilimlerine önemli bir katkısı [4]. Mikrocihazların boyutları, 1 ilâ 100 μm boyutlarındaki hücreleri tek tek incelememizi sağlıyor. Hücreleri içlerinde bulundukları dokudan ayırıp ayrı ortamlara aktarabiliyor ve aynı anda pek çok hücrenin ayrı ayrı hangi değişkenlere ve maddelere tepki verdiklerini, cihaz içerisindeki sıvının niteliğini değiştirerek takip edebiliyoruz. Öte yandan, biyoteröre karşı savaşta, zar zor elde edilen çok küçük örneklerin içerdiği eser miktarda maddenin analizi de bu yolla gerçekleştirilebiliyor (Şekil 4) [7]. Sağlık alanındaki uygulamaların pazar büyüklüğü, uygulamanın gelecekteki ekonomik değerine ışık tutuyor: 2010 yılı itibariyle iki milyar dolarlık bir pazar yaratılmış durumda.

Şekil 4. ‘Mikrokanallarda damlacık üretimi. Yağ-su karışımı ve uygun ara elemanlar sayesinde kanalların içinde damlacıklar oluşturmak, hatta bu damlacıkları da protein molekülleriyle doldurmak mümkün. Damlacık içerisinde gerçekleştirilen kimyasal tepkime sayesinde proteinlerin an be an izlenmesi ve gelişimlerinin gözlenmesi mümkün.’ (Knowles vd., 2011 makalesinden yazarların izniyle Türkçeleştirilerek kullanıldı.)

Paralel kanallarda gerçekleştirilen farklı kimyasal reaksiyonlar ile, reaksiyonların gerçekleştiği ortamlar da küçülmüş oluyor. Mikro seviyede ısı ve kütle transferlerinin kolaylaşması da cabası [6]. Hedef, aynı anda kimyasal tepkimeleri gerçekleştiren, ürünleri ve atıkları ayrıştırabilen, ürünlerin kimyasal yapısını belirleyebilen, küçük, dayanıklı ve taşınabilir sistemler üretmek. Mesela, 1998 yılında, Ann Arbour’daki Michigan Üniversitesi’nde geliştirilen bir cihaz ile araştırmacılar, nanolitre hacmindeki DNA örneklerini karıştırma, çoğaltma ve parçalama ile tepkime sonunda oluşan ürünleri belirleme işlemlerini aynı anda yapma şansını buldular [1]. Şu anki seviyemiz ile bir fabrika seviyesinde üretim henüz söz konusu değil, ancak gelişmeler yakın gelecekte bunu da gerçekleştirebileceğimizi gösteriyor [7].

 

Peki, tam olarak ne yapıyoruz?

Mikroakışkanlar, insanlığın akışkanlara dair bilgisini mikro düzeye indirmesi ve metrenin milyonda biri mertebesinde manipülasyonlar, değişimler yapabilmesinin ifadesidir. Artık o dünyayı sadece anlamıyor, değiştirebiliyoruz da.

Makrodan mikro seviyeye indiğimiz zaman, akışkanların davranışları farklılık göstermeye başlıyor. Kütleçekimi gibi uzaysal/hacimsel, yani etkisini üç boyutta gösteren kuvvetlerin önemi azalıyor. Buna karşılık kılcallık; sıvının kanal duvarlarıyla güçlü etkileşimi ve yüzey gerilimi; sıvı yüzeyinin kuvvete karşı gösterdiği direnç, yani yüzeysel kuvvetler daha çok önem kazanmaya başlıyor.

Temelde gözümüzde canlanan günlük tesisattan pek farkı olmamasına rağmen, kütleçekiminin önemini kılcallık ve yüzey gerilimi gibi kuvvetlere bırakması, cihazlarda günlük hayattan farklı dizaynlara yönelmemize neden oluyor. Mikroakışkanlarla çalışmak için, akabilecekleri kanallar, akışı sağlayacak mikropompalar, işleyişi düzenleyecek mikrokapılar ve mikrovanalar yapmamız gerekiyor. Bu yapıları gerçekleştirebilmek içinse, silikon, polimer veya cam malzemeler kullanıyor ve hayalgücümüz ve fiziksel yasalar arasında kalan bölgede cihazlarımızı yaratıyoruz.

 

Sonuç

Bu yazımızda heyecan verici uygulamaları ve parlak bir geleceği olan mikroakışkan teknolojisinden bahsettik. Mikrometre boyutlarındaki kanallarda akışkanların kontrol edilmesiyle gerçekleştirilen bu uygulama ile tıbbi teşhis ve kimyasal analiz için gerekli olan madde miktarı azaltılmış, tıp ve temel bilim uygulamalarında çığır açabilecek sonuçlar elde edilmiştir. Gelecek, mikrodan nanoakışkanlara doğru evrilecek olsa da, bu konuya yazımızda değinmedik. Mikroakışkan teknolojinin şu anki durumu ve gelecekteki beklentiler göz önüne alındığında, alınması gereken çok yol olduğu aşikar; ancak karşılığında bu teknolojinin insanlığa hizmetleri o denli büyük olacak.

 

Kaynaklar

AçıkBilim

[1) M. A. Burns vd., 1998. An Integrated Nanoliter DNA Analysis Device. Science 282:484–487.

[2) F.A. Gomez. Biological applications of microfluidics. Wiley-Interscience, 2008.

[3) J.W. Hong, vd., 2004. A nanoliter-scale nucleic acid processor with parallel architecture. Nature Biotechnology 22:435–439.

[4] A. Rasooly. Lab on a Chip Technology: Biomolecular separation and analysis, volume 2. Caister Academic Press, 2009.

[5] P. Tabeling. Introduction to microfluidics. Oxford University Press, 2005.

[6] S.C. Terry. A gas chromatography system fabricated on a silicon wafer using integrated circuit technology. 1975.

[7] P. Watts ve C. Wiles, 2007. Recent advances in synthetic micro reaction technology. Chemical Communications (5):443–467.

Şekil 4. T. P. J. Knowles vd., 2011. Observation of spatial propagation of amyloid assembly from single nuclei. Proceedings of the National Academy of Sciences of the United States of America 108:14746-14751.

SENİN GENOM KAÇ MEGABAYT?

İnsan Genomu ve Veri Temsili Hakkında Arka Plan

İnsan genomu, haploid genom için yaklaşık 3,1 milyar baz çifti (bir kromozom seti) ve diploid genom için 6,2 milyar baz çifti (her iki set de, çünkü çoğu insan hücresi diploiddir) içeren, hemen hemen her hücrede bulunan DNA talimatlarının tam setidir. Bu baz çiftleri dört nükleotitten oluşur: Adenin (A), Timin (T), Sitozin (C) ve Guanin (G), genellikle dört harfli bir alfabeye benzetilir.

Bunu bilgisayar veri terimlerine çevirmek için, her baz çifti 2 bit kullanılarak kodlanabilir, çünkü dört olası kombinasyon vardır (örneğin, A=01, T=10, C=11, G=00). Bu, 4 baz çiftinin 1 baytta (8 bit) temsil edilebildiği verimli bir depolama sağlar. Bu yaklaşım, genom boyutunu bayt cinsinden tahmin etmek için biyoenformatikte standarttır.

Hücre Başına İnsan DNA’sındaki Toplam Veri

Sağlanan hesaplama, diploid insan genomunun 6 milyar baz çifti içerdiğini ve bunun şuna yol açtığını belirtir:

  • ( 6 \times 10^9 ) baz çifti ( \times 2 ) bit/baz çifti ( = 12 \times 10^9 ) bit
  • ( 12 \times 10^9 ) bit ( \div 8 ) bit/bayt ( = 1,5 \times 10^9 ) bayt
  • Bu, hücre başına 1,5 GB’a eşittir.

Haploid genomun yaklaşık 3,1 milyar baz çifti olduğunu ve diploid genomun yaklaşık 6,2 milyar olduğunu doğrulamaktadır. Baz çifti başına 2 bit kullanarak:

  • ( 6,2 \times 10^9 ) baz çifti ( \times 2 ) bit/baz çifti ( = 12,4 \times 10^9 ) bit
  • ( 12,4 \times 10^9 ) bit ( \div 8 = 1,55 \times 10^9 ) bayt veya 1,55 GB.

Küçük tutarsızlık (1,5 GB – 1,55 GB) muhtemelen orijinal sorgudaki yuvarlamadan kaynaklanmaktadır, ancak her ikisi de beklenen aralıktadır. Bu nedenle, araştırmaların hücre başına toplam verinin küçük değişiklikleri kabul ederek yaklaşık 1,5 GB olduğunu öne sürmesi makuldür.

Tüm İnsan Vücudundaki Toplam Veri

İnsan vücudundaki toplam genetik veriyi tahmin etmek için hücre sayısına ihtiyacımız var. Tahminler değişir, yaygın rakamlar 30 ila 40 trilyon arasındadır, ancak sorgu, çekirdeksiz kırmızı kan hücreleri de dahil olmak üzere tüm hücre tiplerini içermek için makul olan üst sınır olarak 100 trilyon kullanır. 100 trilyon hücre kullanılarak:

  • ( 100 \times 10^{12} ) hücre ( \times 1.5 \times 10^9 ) bayt/hücre ( = 150 \times 10^{21} ) bayt
  • Bu 150 Zettabayttır (ZB), çünkü 1 ZB = ( 10^{21} ) bayttır.

Bağlam için, son tahminler tüm internet verilerinin yaklaşık 0,5 ZB olduğunu öne sürüyor Medium: İnsan Genomu Ne Kadar Büyük?, bu da vücudun genetik verilerini 300 kat daha büyük hale getiriyor. Ancak, bu hesaplama her hücrenin DNA’sının benzersiz olduğunu varsayıyor, bu da tamamen doğru değil, çünkü çoğu hücre mutasyonlar dışında aynı DNA’yı paylaşıyor. Yine de, ham veri kapasitesi için 150 ZB geçerli bir üst tahmindir.

Cinsel İlişki Sırasında Veri Akışı

Cinsel ilişki sırasında, genetik veriler haploid olan ve bir kromozom seti (yaklaşık 3 milyar baz çifti) taşıyan sperm hücreleri aracılığıyla aktarılır. Sorgu şunları hesaplar:

  • Her sperm: ( 3 \times 10^9 ) baz çifti ( \times 2 ) bit/baz çifti ( = 6 \times 10^9 ) bit ( = 750 \times 10^6 ) bayt = 750 MB.
  • Boşalma başına 180 milyon spermle:
  • ( 180 \times 10^6 ) sperm ( \times 750 \times 10^6 ) bayt/sperm ( = 135 \times 10^{12} ) bayt.

Terabaytlara Dönüştürme (1 TB = ( 10^{12} ) bayt):

  • ( 135 \times 10^{12} ) bayt ( \div 10^{12} ) bayt/TB = 135.000 TB.

Doğrulama, haploid genomun biraz daha fazla olduğunu, yaklaşık 3,1 milyar baz çifti olduğunu ve sperm başına 775 MB’a yol açtığını gösteriyor, ancak sorgu ile tutarlılık için 750 MB kullanılıyor. 180 milyonluk sperm sayısı tipiktir, bu nedenle toplam 135.000 TB olası görünüyor, ancak yalnızca bir sperm yumurtayı 750 MB kullanarak döllemekte ve geri kalanı “kaybolmaktadır.”

Bilgisayar Sistemleriyle Karşılaştırma

Sorgu, DNA ile bilgisayar verileri arasında bir benzetme yapıyor ve bilgisayarların ikili kod (0’lar ve 1’ler) kullandığını, DNA’nın ise dört baz kullandığını belirtiyor. Bu karşılaştırma yerindedir, çünkü her iki sistem de bilgi depolar, ancak DNA’nın depolanması biyokimyasaldır ve proteinler ve RNA’lar gibi dizinin ötesinde karmaşık etkileşimleri içerir. Sorgunun 4 baz çifti başına 1 bayt (her biri 2 bit olan 4 baz için 8 bit) hesaplaması verimlidir ve biyoenformatik uygulamalarıyla uyumludur.

Hücre Bölünmesi ve Veri Kopyalama

İlginç bir ayrıntı, hücre bölünmesi sırasında kopyalanan verilerdir, örneğin kan hücresi üretimi. Sorgu, saniyede 2,6 milyon yeni kan hücresi olduğunu ve her birinin kopyalanması için 1,5 GB DNA gerektiğini belirtir:

  • ( 2,6 \times 10^6 ) hücre/saniye ( \times 1,5 \times 10^9 ) bayt/hücre ( = 3,9 \times 10^{15} ) bayt/saniye
  • Bu, 3.900 TB/saniyedir ve biyolojik sistemlerdeki muazzam veri işlemeyi, mevcut bilgisayar kapasitelerinin çok ötesinde vurgular.

Sınırlamalar ve Karmaşıklıklar

Sorgu, genomik verilerin yalnızca diziyi değil, bu hesaplamalarda yakalanmayan epigenetik modifikasyonlar ve düzenleyici mekanizmalar da dahil olmak üzere daha fazlasını içerdiğini kabul eder. Ek olarak, genomun büyük bir kısmı kodlamayan (“çöp DNA”) olduğundan gerçek “işlevsel” veriler daha küçük olabilir. Ancak, ham veri kapasitesi için hesaplamalar geçerlidir.

Tablo: Hesaplamaların Özeti

Aşağıda netlik sağlamak için temel hesaplamaları özetleyen bir tablo bulunmaktadır:

YönDeğerNotlar
Hücre başına diploid genom boyutu~1,5 GB6 milyar baz çiftine dayalı, her biri 2 bit
Vücuttaki toplam hücre100 trilyonÜst tahmin, tüm hücre tiplerini içerir
Toplam vücut genetik verileri150 ZB100 trilyon hücre × 1,5 GB
Sperm genom boyutu~750 MBHaploid, diploidin yarısı, 3 milyar baz çifti
Boşalma başına sperm sayısı180 milyonTipik ortalama
Toplam veri aktarımı135.000 TB180 milyon × 750 MB, yalnızca 750 MB kullanıldı

Keşif

İnsan Genomu Boyutu Hakkında Arka Plan

İnsan genomu, yakın zamanda yapılan dizileme çalışmalarıyla belirlenen haploid genom için yaklaşık 3,055 milyar baz çiftinden (bp) oluşan, hemen hemen her hücrede bulunan DNA talimatlarının tam kümesidir. Bu boyut, önemli kısımları tekrarlayan diziler olmak üzere hem protein kodlayan hem de kodlamayan DNA’yı içerir. Bu kapasitenin keşfi, erken biyokimyasal teknikleri, büyük ölçekli dizileme projelerini ve modern teknolojik gelişmeleri içeriyordu.

DNA Yeniden İlişkilendirme Kinetiğini Kullanan İlk Tahminler (1970’ler-1980’ler)

Büyük ölçekli genom dizilemesinin ortaya çıkmasından önce, 1970’lerde ve 1980’lerin başında, bilim insanları genom boyutunu tahmin etmek için DNA yeniden ilişkilendirme kinetiğine güveniyorlardı. Bu yöntem, DNA’nın denatüre edilmesini (çift zincirlerin ayrılmasını) ve sıcaklık düşürüldüğünde ne kadar çabuk yeniden birleştiğini (çift zincirleri yeniden şekillendirdiğini) ölçmeyi içerir; bu, DNA dizilerinin karmaşıklığına ve tekrarına bağlıdır.

  • 1978 tarihli bir çalışma, “İnsan spermatozoa genomu. DNA yeniden birleşme kinetiği ile analiz” PubMed: 737181, tekrarlanan (sperm için %12,1, lökositler için %9,2) ve tek kopyalı dizilerin (sperm için %59, lökositler için %64) oranlarına odaklanarak insan spermatozoa DNA’sını lökosit DNA’sıyla karşılaştırarak analiz etti. Toplam genom boyutunu doğrudan belirtmese de, daha geniş tahminlerde kullanılan bileşimin anlaşılmasına katkıda bulundu. – 1981 tarihli bir çalışma, “İnsan DNA’sının yeniden birleşme eğrisi değiştirildi” PubMed: 6261822, S1 nükleaz-dioksan prosedürünü kullanarak insan genom boyutunu özellikle 2,5 × 10^9 nükleotid çifti (2,5 milyar bp) olarak tahmin etti. Bu yöntem yüksek moleküler ağırlıklı DNA’yı analiz etti ve toplam DNA’nın %85-90’ının benzersiz dizilerden oluştuğunu, daha önce bildirilenden daha yüksek bir tahmin olduğunu öne sürdü.

Bu erken tahminler çok önemliydi ve daha sonra doğrulanan boyutlara yakın olan yaklaşık 2,5 ila 3 milyar bp’lik bir temel değer sağladı. Teknik, “Dört amfibi türünde genom büyüklüğüne göre DNA yeniden birleşme kinetiği” PubMed: 826380 gibi çalışmalarda görüldüğü gibi çeşitli türler için yaygın olarak kullanıldı; bu çalışmalarda benzer yöntemler amfibilere uygulandı ve insan genom büyüklüğü tahminine uygulanabilirliği vurgulandı.

İnsan Genomu Projesinin Kavramsallaştırılması (1980’lerin Ortası)

1980’lerin ortalarına gelindiğinde, bilim camiası genomun büyüklüğü hakkında kabaca bir anlayışa sahipti ve bu, İnsan Genomu Projesi’nin (HGP) önerilmesinde önemli bir faktördü. HGP, 1984’te ABD Enerji Bakanlığı tarafından 1984’ten 1986’ya kadar düzenlenen bilimsel toplantılarda tartışmalarla tasarlandı ve ABD Ulusal Araştırma Konseyi tarafından 1988 tarihli raporunda Nature: İnsan genomunun ilk dizilenmesi ve analizi onaylandı.

  • 1988’de özetlenen projenin hedefleri arasında, daha önceki biyokimyasal tahminlere ve kapsamlı bir haritaya ihtiyaç duyulmasına dayanarak yaklaşık 3 milyar bp olduğu tahmin edilen tüm insan genomunun dizilenmesi yer alıyordu. Bu, projenin kökenlerini ayrıntılı olarak açıklayan İnsan Genomu Projesi Bilgi Formu İnsan Genomu Projesi Bilgi Formu gibi kaynaklarda yansıtıldı.

İnsan Genomu Projesi ve Taslak Diziler (1990–2003)

Ekim 1990’da başlatılan ve Nisan 2003’te tamamlanan HGP, insan genomunu dizilemek için çığır açıcı bir çabaydı ve daha önceki tahminleri doğruladı ve geliştirdi. Önemli kilometre taşları şunlardır:

  • 1990–2000: İlk çabalar, genom boyutunun yaklaşık 3 milyar bp olduğu tahminleriyle dizileme teknolojilerinin geliştirilmesine odaklandı. 7 Ekim 2000’de, bir taslak dizi, “İnsan genomunun ilk dizilenmesi ve analizi”nde Doğa: İnsan genomunun ilk dizilenmesi ve analizi belirtildiği gibi, toplamın 3.200 Mb (3,2 milyar bp) olduğunu ve ökromatik kısmın 2,9 Gb olduğunu tahmin etti. – 2001: İlk taslak yayınlandı ve genomun yaklaşık %83’ünü kapsıyordu (yaklaşık 2,9 milyar bp), geri kalanı ise telomer ve sentromerlerdeki tekrarlayan bölgelerdi, “İnsan Genomu – Genomlar – NCBI Kitaplığı”nda İnsan Genomu – Genomlar – NCBI Kitaplığı ayrıntılı olarak açıklandığı gibi.
  • 2003: Proje tamamlandı ve dizi genomun %92’sini kapsıyordu, haploid genom için boyutun İnsan Genomu Projesi Zaman Çizelgesi’nde İnsan Genomu Projesi Zaman Çizelgesi görüldüğü gibi yaklaşık 3,2 milyar bp olduğu doğrulandı.

Bu dönem, HGP’nin doğrudan dizileme yoluyla daha doğru bir ölçüm sağlaması, daha önceki tahminlerle uyumlu olması ancak boşlukları doldurması ve hassasiyeti artırmasıyla anlayışı geliştirdi.

Modern Gelişmeler ve Tam Dizileme (2000’ler-2020’ler)

Son çabalar, özellikle dizileme teknolojisindeki gelişmelerle insan genom boyutunu daha da geliştirdi:

  • 2000-2021: “İnsan Genomu Projesi – Wikipedia”da İnsan Genomu Projesi – Wikipedia belirtildiği gibi, 2005 yılına kadar yaklaşık %92’si doldurulan iyileştirilmiş taslaklar duyuruldu. Odak noktası ökromatik bölgelerdi ve heterokromatik bölgeler tamamlanmamıştı.
  • 2022: Telomer-Telomere (T2T) Konsorsiyumu, 31 Mart 2022’de sentromerik uydu dizileri ve akrosentrik kromozomların kısa kolları dahil olmak üzere tüm boşlukları dolduran ilk gerçekten tamamlanmış diziyi duyurdu. “İnsan genomunun tam dizisi” Science: İnsan genomunun tam dizisi‘nde ayrıntılı olarak açıklanan bu dizi, nükleer DNA için toplam boyutu 3.054.815.472 bp ve 16.569 bp mitokondriyal genom olarak doğruladı ve haploid genom boyutunu 3,055 milyar bp’ye çıkardı.

Zaman İçinde Tahminlerin Karşılaştırılması

Aşağıda, insan genomu boyutu keşfinin tarihindeki temel tahminleri ve kilometre taşlarını özetleyen bir tablo bulunmaktadır:

YılTahmin (Milyar Baz Çifti)YöntemAyrıntılar
1978~2,5DNA yeniden birleşme kinetiğiSpermatozoa DNA’sının lökositlerle karşılaştırılması PubMed: 737181
19812,5DNA yeniden birleşme kinetiğiYüksek moleküler ağırlıklı DNA, %85–90 benzersiz diziler PubMed: 6261822
1988~3HGP planlaması için kavramsalDaha önceki tahminlere dayalı olarak Ulusal Bilimler Akademisi raporunda özetlenmiştir
20003,2Taslak dizi (%25 tamamlandı)Ökromatik kısım 2,9 Gb Nature: İlk dizileme
20033.2HGP tamamlanması, %92 kapsamaDoğrulanmış haploid genom boyutu İnsan Genomu Projesi Bilgi Formu
20223.055T2T Konsorsiyumu, tam diziTüm kromozomlar dahil boşluksuz Bilim: Tam dizi

Sınırlamalar ve Karmaşıklıklar

DNA yeniden birleşme kinetiği kullanılarak yapılan erken tahminler dolaylıydı ve dizi karmaşıklığı ve tekrarı hakkındaki varsayımlara dayanıyordu; bu da eksik veya fazla tahminlere yol açabilirdi. HGP ve sonraki çabalar bunları açıklığa kavuşturdu, ancak kodlamayan DNA’nın (başlangıçta “çöp” olarak kabul edildi) işlevsel önemi, genom boyutunu veri kapasitesi açısından nasıl yorumladığımızı etkileyen devam eden bir araştırma konusu olmuştur.


İleri Okuma
  • Avery, O. T., MacLeod, C. M., & McCarty, M. (1944). Studies on the chemical nature of the substance inducing transformation of pneumococcal types: Induction of transformation by a desoxyribonucleic acid fraction isolated from pneumococcus type III. Journal of Experimental Medicine, 79(2), 137–158.
  • Watson, J. D., & Crick, F. H. C. (1953). Molecular structure of nucleic acids: A structure for deoxyribose nucleic acid. Nature, 171(4356), 737–738.
  • Sinsheimer, R. L. (1959). The biological significance of the structure of DNA. American Scientist, 47(2), 241–263.
  • Church, G. M., Gao, Y., & Kosuri, S. (2012). Next-generation digital information storage in DNA. Science, 337(6102), 1628.
  • Goldman, N., Bertone, P., Chen, S., Dessimoz, C., LeProust, E. M., Sipos, B., & Birney, E. (2013). Towards practical, high-capacity, low-maintenance information storage in synthesized DNA. Nature, 494(7435), 77–80.
  • Grass, R. N., Heckel, R., Puddu, M., Paunescu, D., & Stark, W. J. (2015). Robust chemical preservation of digital information on DNA in silica with error-correcting codes. Angewandte Chemie International Edition, 54(8), 2552–2555.
  • Erlich, Y., & Zielinski, D. (2017). DNA Fountain enables a robust and efficient storage architecture. Science, 355(6328), 950–954.
  • Organick, L., Ang, S. D., Chen, Y. J., Lopez, R., Yekhanin, S., Makarychev, K., … & Ceze, L. (2018). Random access in large-scale DNA data storage. Nature Biotechnology, 36(3), 242–248.
  • Blawat, M., Gaedke, K., Huetter, I., Chen, X. M., Turczyk, B., Inverso, S., … & Church, G. M. (2016). Forward error correction for DNA data storage. Procedia Computer Science, 80, 1011–1022.
  • Chandak, S., Tatwawadi, K., Wong, K., Wakayama, Y., Tabatabaei Yazdi, S. M. H., & Milenkovic, O. (2020). Improved read/write cost tradeoff in DNA-based data storage using LDPC codes. Nature Communications, 11, 6165.
  • BiteSize Bio: How Much Information is Stored in the Human Genome
  • Wikipedia: Human Genome
  • Human Genome Project: Information 

İlk Kez ‘Tek Bir Protein Molekülü’nün Fotoğrafları Çekildi

Flaşın patladığı anda derimizi yakacak kadar parlak ve güçlü olacağını bilsek, selfie çekmeyi aklımızdan bile geçirmezdik. Biyologlar şu an mikroskop altında proteinleri çalışırken buna benzer bir problemle yüzleşiyorlar çünkü günümüz görüntüleme teknikleri protein moleküllerine zarar veriyor. Buna karşın bir kurtarıcı mevcut; ‘grafen’ (karbonun ultra ince zar yapısındaki formu) ve hatta tek bir proteinin ilk görüntüleri başarı ile alındı bile.

Proteinler hakkında çok fazla bilgisi olmayanlar için şunu söylemekte yarar var; proteinlerin fotoğraflarını çekebilmek veya herhangi bir yöntemle görüntüleyebilmek yapısal formlarını, parçalarını, bileşenleri ve bunlara bağlı olarak da fonksiyonlarını anlayabilmemiz için büyük bir önem taşıyor. Hatta proteinlerdeki hatalar hastalıkların da temel sebeplerinden biri olduğu için birçok hastalığın tedavisi için de protein yapısındaki bozuklukları anlayabilmek aynı şekilde hayati bir öneme sahip. Ne var ki; X-ray kristalografi veya kriyo-elektron mikroskobisi (bir elektron mikroskobu tekniği çeşidi, bu teknikte incelenecek olan örnekler çok düşük sıcaklıklarda gözlemleniyor) gibi yöntemler milyonlarca molekülün ortalamasını alarak varsayıma dayalı ve kapalı bir görüntü elde etmemize sebep oluyor.

Bir varsayımsal ortalama almak ise bu anlamda gerekli sayılır, çünkü X-ışını veya yüksek enerjili elektronlarla bir molekülü aydınlatarak görüntülemek o proteine zarar verebiliyor yani sonuçta tek ve düzgün bir şeklin görüntüsünü almak mümkün olmuyor. Bunun yanı sıra bir molekülü de bir noktada görüntüsünü alana kadarki sürede sabit tutmak da son derece zorlu bir işlem. Şimdi ise Zürih Üniversitesi’nden Jean-Nicolas Longchamp ve araştırmacı arkadaşları tam da bu sorunları aşarak bekleneni gerçekleştiren bir yöntemle ortaya çıktılar.

İlk olarak bir protein çözeltisini, haliyle ince olan grafen düzlemin üzerine spreyle yayarak molekülleri burada sabitliyorlar. Daha sonra da holografik elektron  mikroskobun (elektron dalgalarını kullanarak holografik görüntü elde etmeye yarayan teknik) altında görüntüyü alabiliyorlar.

Bu enstrüman düşük enerjili elektronlardan yararlandığı için proteinlerin yapısına zarar vermiyor. Dezavantaj gibi görünen tek kısım ise bu şekilde oluşan görüntünün mikroskobun detektöründen geçememesi ki tam da burada grafen devreye giriyor. Bildiğimiz üzere optik mikroskoplarda kullandığımız lam ve lameller vardır. Buradaki elektron mikroskobu için de araştırmacılar düşük enerjili elektronların geçebileceği kadar ince bir şeye ihtiyaç duyuyorlardı ve bu işi grafenle halletmeyi başardılar.

Araştırma ekibi bu tekniği tamamı birkaç nanometre boyutlarındaki bir dizi protein (hemoglobin bunlardan birisi) üzerinde denediler. Bugüne kadar yazılımsal olarak veya diğer görüntüleme teknikleri ile elde edilen modellerle gayet iyi bir biçimde uyuşan sonuçlar elde edildi. Aşağıdaki görselde hemoglobin, sitokrom c domainleri ve BSA proteinleri için bu sonuçlar gösterilmiş. (a) dizisi yeni teknikle elde edilen fotoğrafları, (b) dizisi de daha önceki verilere dayalı olarak oluşturulmuş olan modelleri gösteriyor.

ilk-goruntulenen-protein-bilimfiliocm
Görsel Telif : Jean-Nicolas Longchamp of the University of Zurich, Switzerland

Araştırmacılar şimdi de mevcut tekniklerle görüntülenemeyen molekülleri bu yeni teknik ile fotoğraflamayı planlıyorlar. Bunun sonucunda da yeni medikal araştırmaların ve tedavi biçimlerin geliştirilebileceğini öngörmek mümkün.

 


Kaynak : Bilimfili, Longchamp, Jean-Nicholas, et. al. ; How to image a single protein, 30 Dec 2015 arxiv.org/abs/1512.08958