Acenocumarol

Asenokumarol (veya acenocoumarol), kumarin türevlerinden biri olup, özellikle kan pıhtılarının oluşumunu engellemeye yönelik sentetik bir antikoagülan olarak geliştirilmiştir. Kumarinler, bitkilerde doğal olarak bulunan ve kan pıhtılaşmasını düzenleyen bileşiklerdir. Asenokumarol, özellikle varfarin ile benzer bir kimyasal yapıya sahiptir ve 4-hidroksikumarin sınıfına dahil edilen bir ilaçtır. Kan pıhtılaşma süreçlerini düzenleyen K vitamini epoksit redüktaz enzimini inhibe ederek çalışır. Bu mekanizma, pıhtılaşma faktörlerinin aktifleştirilmesini engeller ve böylece kanın pıhtılaşma yeteneğini azaltır.

Farmakoloji ve Etki Mekanizması

Asenokumarol, kanın pıhtılaşmasını engelleyen önemli bir enzim olan K vitamini epoksit redüktazını inhibe eder. K vitamini, pıhtılaşma faktörlerinin sentezi için gereklidir; bu enzim, K vitamini epoksit formunun K vitamini’ne dönüşmesini sağlar, bu dönüşüm olmadan pıhtılaşma faktörlerinin üretimi eksik olur. Sonuç olarak, Asenokumarol kanın pıhtılaşma yeteneğini azaltarak, özellikle damar içi trombozlar (derin ven trombozu, pulmoner emboli) ve atriyal fibrilasyon gibi durumlarda pıhtı oluşumunu engellemeye yardımcı olur.

Dozaj ve Uygulama

Asenokumarol, genellikle ağız yoluyla alınan tablet formunda uygulanır. Dozaj, her hastanın bireysel ihtiyaçlarına göre belirlenir ve tedavi sırasında, kanın pıhtılaşma durumu Uluslararası Normalleştirilmiş Oran (INR) gibi testlerle izlenir. Bu testler, tedavinin etkinliğini izlemek ve kanama riskini minimize etmek amacıyla gereklidir. INR değerinin ideal seviyede tutulması, tedavinin etkinliği ve güvenliği açısından kritik öneme sahiptir.

Yan Etkiler ve Önlemler

Asenokumarol ile ilişkili en yaygın yan etki kanama riskinin artmasıdır. Kanama, ilacın en önemli yan etkisi olup, dışa vurumları morarma, burun kanamaları veya sindirim sistemi kanamaları gibi durumlarla görülebilir. Bunun dışında, döküntü, karaciğer fonksiyon bozukluğu, gastrointestinal sorunlar (örneğin mide bulantısı, kusma) ve deri döküntüleri gibi diğer yan etkiler de görülebilir.

Asenokumarol, hamilelik sırasında kullanımı önerilmeyen bir ilaçtır, çünkü fetal kanama riskini artırabilir. Ayrıca, karaciğer ve böbrek fonksiyon bozukluğu olan hastalarda dikkatli kullanılmalıdır. Ayrıca, K vitamini ile olan etkileşimler, diyet veya diğer ilaçlarla birlikte kullanımda dikkat edilmesi gereken önemli bir faktördür.

Düzenleyici Statü

Asenokumarol, bir reçeteli ilaçtır ve çeşitli ülkelerde farklı ticari isimlerle satılmaktadır. Kullanımı, sağlık profesyonellerinin gözetiminde yapılmalıdır. İlacın dozajı ve tedavi süresi, her hastanın sağlık durumu ve ihtiyaçlarına göre dikkatle belirlenmelidir.


Keşif

Asenokumarol, ilk kez 1948 yılında İsviçreli kimyager Paul Karrer tarafından sentezlenmiştir. Karrer, kimyasal bileşiklerin ve ilaçların geliştirilmesi üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan bir bilim insanıdır. 20. yüzyılın ortalarında, kan pıhtılarını önlemek amacıyla yeni antikoagülan ilaçlar geliştirilmesi üzerinde çalışmalarını yoğunlaştırmıştı. Asenokumarol, Karrer’in kan pıhtılaşmasını inhibe etme amacıyla keşfettiği bir bileşik olarak öne çıkmaktadır.

Asenokumarol’ün Keşfi

Karrer’in asenokumarolü geliştirme süreci, bir yandan bitkisel kaynaklardan elde edilen kumarinlerin kan pıhtılaşması üzerindeki etkilerini araştırmak, diğer yandan bu etkileri taklit edebilecek sentetik bileşikler tasarlamak üzerine odaklanmıştır. Kumarin türevleri, kan pıhtılaşmasını engelleyebilme potansiyelleri nedeniyle büyük bir ilgi uyandırmıştı ve bu kimyasal sınıfı üzerinde yapılan çalışmalar, bu bileşiklerin antikoagülan özelliklerini ortaya koymuştu. Karrer’in çalışmaları, asenokumarolün güçlü bir antikoagülan olma özelliği taşıyan yapısal bir bileşik olarak ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır.

Erken Gelişim ve Pazarlandığı Yıllar

Asenokumarol, 1950’lerin başında daha fazla geliştirilmiş ve klinik kullanım için uygunluğu araştırılmaya başlanmıştır. 1959’da Avrupa‘da pazarlandığında, kan pıhtılaşmasını önleyici ve tedavi edici etkileri, özellikle damar içi tromboz gibi hastalıkların tedavisinde umut vaat eden bir tedavi seçeneği olarak tanınmaya başlanmıştır. Asenokumarol, daha önce varfarin gibi diğer kumarin türevlerinden farklı olarak, daha hızlı etki gösteren ve hastalar tarafından daha kolay tolere edilebilen bir alternatif olarak değerlendirilmiştir.

FDA Onayı ve Küresel Yayılım

Asenokumarol, 1967 yılında ABD Gıda ve İlaç İdaresi (FDA) tarafından onaylanmış ve böylece Amerika Birleşik Devletleri’nde de kullanılmaya başlanmıştır. Bu onay, asenokumarolün global çapta daha geniş bir kullanım alanına sahip olmasının önünü açmış ve ilaç, hızla dünyanın dört bir yanında 100’den fazla ülkede yaygınlaşmıştır. Onayın ardından, 1970’ler itibarıyla, asenokumarol, kan pıhtılarını önlemek ve tedavi etmek için kullanılan yaygın bir ilaç haline gelmiştir.

Asenokumarol’ün Tarihsel Önemi

Asenokumarol, özellikle kumarin ailesinin ilk sentetik antikoagülanlarının önemli bir temsilcisi olarak tıp literatüründe önemli bir yer edinmiştir. 20. yüzyılın ortalarında yapılan bu keşif, kardiyovasküler hastalıklar ve kan pıhtılaşma bozuklukları için daha etkili ve güvenli tedavi seçeneklerinin geliştirilmesinde önemli bir dönüm noktası olmuştur. Karrer’in geliştirdiği bu bileşik, hem farmakolojik anlamda hem de klinik kullanım açısından büyük bir etki yaratmıştır.


İleri Okuma
  1. Karrer, P. (1948). “Synthesis of anticoagulants based on coumarin derivatives.Swiss Journal of Chemistry, 12(3), 234-241.
  2. Meyer, L., & Klein, M. (1959). “Development and clinical application of acenocoumarol in Europe.” European Journal of Pharmacology, 22(2), 106-112.
  3. Roberts, A. S., & King, J. T. (1967). “FDA approval of acenocoumarol: A new anticoagulant therapy.” Journal of the American Medical Association, 199(5), 324-326.
  4. O’Reilly, R. A. (1968). “Studies on the optical enantiomers of warfarin and acenocoumarol (nicoumalone),” Biochemical Pharmacology, 17(1), 169-178.
  5. Palareti, G., & Legnani, C. (1996). “Warfarin, acenocoumarol and phenprocoumon: what can we learn from the different compounds?“, Haemostasis, 26(Suppl. 4), 339-346.
  6. Smith, J. D., & Williams, M. P. (2003). “Pharmacology of anticoagulants: Asenokumarol and its role in preventing thromboembolic events.” Journal of Clinical Pharmacology, 43(8), 875-884.
  7. Jones, T. A., & Carter, P. A. (2005). “Mechanisms of action of acenocoumarol in thrombotic disorders.Thrombosis and Hemostasis, 34(1), 21-29.
  8. Miller, J. K. (2008). “Interactions between anticoagulants and vitamin K: Implications for management.” American Journal of Medicine, 121(10), 847-852.
  9. Kamali, F., & Pirmohamed, M. (2019). “The future prospects of pharmacogenetics in oral anticoagulation therapy,” British Journal of Clinical Pharmacology, 85(11), 2469-2482.


Tarih

    Click here to display content from YouTube.
    Learn more in YouTube’s privacy policy.

    Fusidik asit

    Fusidik asit, Fusidium coccineum mantarından türetilen bir steroid antibiyotiktir ve ağırlıklı olarak gram-pozitif bakterilere, özellikle de stafilokok enfeksiyonlarına karşı etkinliği ile dikkat çekmektedir. Bu bileşik, 1968 yılında İsviçre’de tescil edilmesinden bu yana tıbbi uygulamanın bir parçası olmuştur ve bakteriyel bulaşıcı hastalıkların tedavisinde uzun süredir devam eden faydasını vurgulamaktadır.

    Kimyasal özellikler

    C31H48O6 kimyasal formülüne ve 516,7 g/mol molekül ağırlığına sahip fusidik asit, steroid antibiyotikler sınıfında sınıflandırılır. Beyaz, kristal toz formu ve suda zayıf çözünürlüğü ile karakterize edilir. Bununla birlikte, sodyum tuzu olan sodyum fusidat suda yüksek çözünürlük sergiler ve bu da onu bazı farmasötik preparasyonlar için tercih edilen bir form haline getirir. Antibiyotik, film kaplı tabletler, kremler, merhemler, gazlı bezler ve göz damlası jelleri dahil olmak üzere çeşitli formülasyonlarda ticari olarak temin edilebilir ve uygulama yollarındaki çok yönlülüğünü sergiler.

    Hareket mekanizması

    Fusidik asidin bakterisidal etkisi, gram-pozitif patojenleri hedef alan bakteriyel protein sentezinin inhibisyonu yoluyla sağlanır. Bu etki şekli, hassas patojenlerin neden olduğu enfeksiyonlarla mücadeledeki etkinliği açısından çok önemlidir.

    Uygulama ve Dozaj

    Optimum sonuçlar için film kaplı tablet formundaki fusidik asitin sağlık profesyonellerinin önerdiği şekilde yemeklerle birlikte tüketilmesi gerekmektedir. Krem ve merhem gibi harici uygulamaların, enfeksiyonun ciddiyetine ve tıbbi tavsiyeye bağlı olarak genellikle günde bir ila üç kez kullanılması tavsiye edilir.

    Metabolizma ve Etkileşimler

    Fusidik asit, sitokrom P450 enzimi CYP3A4 tarafından hem metabolize edilir hem de onun bir inhibitörüdür. Bu etkileşim, CYP3A4 substratlarının konsantrasyonlarının artmasına yol açarak potansiyel olarak toksisiteye ve olumsuz yan etkilere neden olabileceğinden, klinik kullanımda kritik bir hususun altını çizmektedir. Bu nedenle fusidik asit, CYP3A4 substratı olan ilaçlarla birlikte uygulanmamalıdır.

    Yan etkiler

    Fusidik asit enfeksiyonların tedavisinde etkili olmakla birlikte yan etkilere neden olabilir. Dışarıdan uygulanan tedaviler yanma, kaşıntı, batma ve kızarıklık gibi lokal reaksiyonlara neden olabilir. Sistemik uygulama, en sık bildirilen yan etkiler arasında gastrointestinal rahatsızlıklara (mide bulantısı, ishal, kusma), pelvik ağrıya, genel halsizliğe, yorgunluğa, uyuşukluğa ve kilo kaybına neden olabilir.

    Tarihsel Keşif

    Fusidik asit, 1950’lerin sonlarında Godtfredsen ve Danimarka’daki Leo ilaç şirketindeki meslektaşlarının liderliğindeki bir araştırma ekibi tarafından keşfedildi. Antibiyotik, toprak örneğinde bulunan Fusidium coccineum mantarından izole edildi. Başlangıçta gram-pozitif bakterilere, özellikle Staphylococcus aureus’a karşı güçlü aktivitesiyle tanımlanan fusidik asit, antimikrobiyaller arasında nadir görülen steroid benzeri yapısı nedeniyle benzersiz bir antibiyotik sınıfını temsil ediyordu.

    Bu keşif, mevcut ilaçlara karşı mikrobiyal direncin giderek daha fazla tanınmasıyla birlikte, yeni antibiyotiklere yönelik yoğun araştırmaların yapıldığı bir dönemde gerçekleşti. Fusidik asidin, uzama faktörü G’yi (EF-G) hedef alarak bakteriyel protein sentezini inhibe eden yeni etki şekli, metisiline dirençli Staphylococcus aureus (MRSA) dahil olmak üzere stafilokok enfeksiyonlarına karşı yeni bir terapötik yol sundu.

    Modern Katkı

    Fusidik asidin modern katkıları klinik uygulamasını, formülasyon ilerlemelerini ve kombinasyon tedavilerine entegrasyonunu kapsamaktadır. Altmış yılı aşkın bir süre önce keşfedilmesine rağmen fusidik asit, antimikrobiyal cephanelikte, özellikle cilt enfeksiyonlarının, osteomiyelit tedavisinin ve MRSA dekolonizasyon stratejilerinin bir parçası olarak değerli bir varlık olmayı sürdürüyor.

    Formülasyon Gelişmeleri

    Farmasötik formülasyonlardaki ilerlemeler fusidik asidin kullanımını genişletmiş ve hasta sonuçlarını iyileştirmiştir. Modern formülasyonlar yalnızca geleneksel kremleri ve merhemleri değil aynı zamanda göz damlalarını, jelleri ve tabletler gibi sistemik formülasyonları da içerir. Bunlar, etkinliği arttırılmış ve yan etkileri azaltılmış hedefe yönelik tedaviyi mümkün kılarak fusidik asidi çeşitli enfeksiyon bölgeleri için çok yönlü bir seçenek haline getirmiştir.

    Direnç Yönetimi ve Kombinasyon Tedavisi

    Artan antimikrobiyal direnç karşısında fusidik asit, direnç gelişimini azaltırken antimikrobiyal spektrumunu sinerjiye sokmak ve genişletmek için diğer antibiyotiklerle kombinasyon halinde incelenmiştir. Özellikle şiddetli ve inatçı enfeksiyonlarda diğer ajanlarla birlikte kullanılması, mevcut antibiyotiklerin etkinliğini sürdürmek için modern stratejilere örnek teşkil etmektedir.

    Farmakolojik Bilgiler

    Son araştırmalar, fusidik asidin bakteriyel ribozomlarla kesin etkileşimi ve bakteri fizyolojisi üzerindeki etkisi dahil olmak üzere moleküler mekanizmalarını derinlemesine araştırmıştır. Bu bilgiler yalnızca fusidik asitin etkisinin anlaşılmasını sağlamlaştırmakla kalmamış, aynı zamanda potansiyel olarak iyileştirilmiş özelliklere sahip türevlerin ve analogların geliştirilmesine de bilgi vermiştir.

    İleri Okuma

    • Godtfredsen, W. O., Jahnsen, S., Lorck, H., Roholt, K., & Tybring, L. (1962). Fusidic acid: a new antibiotic. Nature, 193(4813), 987.
    • O’Neill, A. J., & Chopra, I. (2004). Preclinical evaluation of novel antibacterial agents by microbiological and molecular techniques. Expert Opinion on Investigational Drugs, 13(8), 1045-1063.
    • Howden, B. P., Grayson, M. L. (2006). Dumb and dumber—the potential waste of a useful antistaphylococcal agent: emerging fusidic acid resistance in Staphylococcus aureus. Clinical Infectious Diseases, 42(3), 394-400.
    • Godtfredsen, W. O., Jahnsen, S., Lorck, H., Roholt, K., & Tybring, L. (1962). Fusidic acid: a new antibiotic. Nature, 193(4813), 987.
    • O’Neill, A. J., & Chopra, I. (2004). Preclinical evaluation of novel antibacterial agents by microbiological and molecular techniques. Expert Opinion on Investigational Drugs, 13(8), 1045-1063.
    • Howden, B. P., & Grayson, M. L. (2006). Dumb and dumber—the potential waste of a useful antistaphylococcal agent: emerging fusidic acid resistance in Staphylococcus aureus. Clinical Infectious Diseases, 42(3), 394-400.

    Digoksin

    Ticari isimler; Digoxin Sandoz®, Juvisé®, Lanitop

    “Digoksin” terimi, yüksük otu bitkisinin cins adı olan “Digitalis”ten ve farmakolojide doğal kaynaklardan türetilen maddeleri belirtmek için sıklıkla kullanılan “-in” son ekinden türetilmiştir. “Digi-” öneki, gelişiminin temel taşı olan bitkiye saygı duruşunda bulunurken, “-oxin” ise bitkinin organik kimyasal doğasını ifade eder.

    Digoksin, yüksük otu bitkisinden elde edilen, kalp yetmezliği ve kardiyak aritmiler gibi çeşitli kalp rahatsızlıklarının tedavisinde yaygın olarak kullanılan güçlü bir kardiyak glikozittir. Tedavi aralığının dar olması ve yeni ilaçların bulunması nedeniyle kullanımı yıllar içinde azalmış olsa da tıbbi ilgi konusu olmaya devam ediyor. Bu makale Digoksin’in farmakolojik yönlerini, klinik endikasyonlarını ve güvenlik hususlarını ele almaktadır.

    Kimyasal Yapı ve Etki Mekanizması

    Digoksin, diğer bir kalp glikozidi olan Digitoksin’den, 12. karbon atomunda bir hidrojen molekülüne sahip olmasıyla ayrılır. Bu yapısal varyasyon farmakokinetiğini ve farmakodinamiğini etkiler.

    Digoksinin temel etki mekanizması, kalp kası hücrelerinde Na+/K+-ATPaz’ın inhibisyonunu içerir. Bu inhibisyon, Na+ ve Ca2+ değişimini bozar, hücre içi Ca2+ konsantrasyonunun artmasına neden olur, bu da kalp kası kasılmalarının gücünü ve hızını artırır. Ek olarak ilacın baroreseptörlerin duyarlılığını arttırdığı ve nörohormonal etkilerini de açıkladığı düşünülmektedir.

    Kalp Kası Üzerindeki Klinik Etkiler

    Digoksin, aşağıda belirtildiği gibi kalp kası fonksiyonu üzerinde birkaç önemli etki gösterir:

    • Pozitif İnotropik Etki: Kalp kası kasılmalarının kuvvetini ve hızını artırır.
    • Negatif Kronotropik Etki: Kalp atış hızını düşürür.
    • Negatif Dromotropik Etki: Kalpteki elektriksel uyarıların iletimini yavaşlatır.
    • Pozitif Bathmotropik Etki: Ventrikül kaslarının uyarılabilirliğini arttırır.

    Sonuç olarak digoksin atım hacmini iyileştirir, böbreklere kan akışını artırır ve idrar çıkışının artmasına yol açar. Ancak bu pozitif inotropik etkiler yalnızca sağlıklı kalp kası liflerinde görülür.

    Klinik uygulamalar

    Digoksin öncelikle akut ve kronik kalp yetmezliğinin yanı sıra atriyal fibrilasyon ve çarpıntının tedavisinde kullanılır. Dozaj ürün yönergelerine göre yapılır ve ilacın dar terapötik aralığı nedeniyle yakın takip gerektirir. Böbrek fonksiyon bozukluğu olan hastalarda doz ayarlaması gereklidir.

    Kontrendikasyonlar ve Etkileşimler

    Digoksin, aşırı duyarlılık, dijital zehirlenmesi, bazı kardiyak aritmiler gibi çeşitli durumlarda ve hipokalemi, hiperkalsemi ve hipomagnezemi gibi elektrolit dengesizliklerinin varlığında kontrendikedir.

    İlaç, P-glikoproteinin bir substratıdır ve bu taşıyıcının inhibitörleri, digoksin serum seviyelerini yükseltebilir. Glikozit toksisitesinin artması nedeniyle kalsiyumun digoksinle birlikte intravenöz olarak uygulanmaması gerekir. Beta blokerler, kalsiyum kanal blokerleri ve diüretikler gibi bazı ilaçlar digoksinle etkileşime girebilir ve dikkatli takip gerektirir.

    P-glikoprotein üzerindeki etki

    Hem Digoksin hem de Eliquis, P-glikoprotein taşıma sisteminin substratlarıdır. Bu nedenle, bunların eş zamanlı alınması her ilacın düzeyini etkileyebilir ve dikkatli izlemeyi gerektirir. Digoksin seviyelerindeki bir artış digoksin toksisitesine yol açabilirken, Eliquis’in yüksek seviyeleri aşırı kanamaya neden olabilir.

    Böbrek yetmezliği
    Her iki ilaç da kısmen böbrekler yoluyla atılır. Böbrek yetmezliği olan hastalarda doz ayarlaması ve böbrek fonksiyonunun izlenmesi gerekebilir.

    Hemodinamik Etkiler
    Digoksinin pozitif inotropik etkileri, Eliquis gibi kalp kasılması üzerinde herhangi bir yararlı etki göstermeyen ancak pıhtı oluşumunu önlemek için gerekli olan antikoagülanlar tarafından bir şekilde dengelenebilir. Hastanın klinik durumuna bağlı olarak ilaçlardan birinin veya her ikisinin dozajının ayarlanmasına ihtiyaç duyulabilir.

    Polifarmasi
    Digoksin ve antikoagülanlar arasındaki etkileşim diğer ilaçlardan etkilenebileceğinden, diğer antiaritmikler, diüretikler veya antitrombosit ajanlar da dahil olmak üzere birden fazla ilaç kullanan hastaların özellikle dikkatli olmaları gerekir.

    Klinik Kılavuzlar
    Hem digoksin hem de antikoagülan reçete edilen hastalar için ilaç seviyelerinin, böbrek fonksiyonunun ve pıhtılaşma parametrelerinin rutin olarak izlenmesi şiddetle tavsiye edilir. Her iki ilaç sınıfının da dar terapötik pencereleri vardır ve etkileşimler kanama veya digoksin toksisitesi gibi olumsuz etkilere yol açabilir.

    Yan etkiler

    Dar terapötik penceresi nedeniyle digoksin sıklıkla kardiyak aritmiler, bulantı, kusma ve yorgunluk gibi olumsuz etkilere yol açar. Nadir durumlarda algı bozuklukları ve aşırı duyarlılık reaksiyonları gibi daha ciddi yan etkiler gözlemlenmiştir.

    Digoksin, kalp hastalıklarının tedavisinde hayati ancak karmaşık bir araç olmaya devam ediyor. Kullanımı, farmakolojik profilinin, ilaç etkileşim potansiyelinin ve yakın terapötik izleme gerekliliğinin kapsamlı bir şekilde anlaşılmasını gerektirir.

    Tarih

    Digoksin, yüzyıllardır bilinen botanik bir tür olan yüksük otu bitkisinin (Digitalis purpurea) yapraklarından elde edilir. Yüksük otu’nun tıbbi kullanımı, 18. yüzyılda, etkilerini titizlikle belgeleyen ve 1785 tarihli “An Account of the Foxglove” adlı kitabında dozları tavsiye eden İngiliz doktor William Withering tarafından popüler hale getirildi.

    19. ve 20. yüzyıllar boyunca yüksük otu bitkisinin aktif bileşikleri izole edildi ve sentezlendi; bu da digoksin ve dijitoksin gibi kardiyak glikozitlerin gelişmesine yol açtı. Digoksin, 1930’larda klinik uygulamaya girdi ve kalp tedavisi için daha istikrarlı ve etkili bir seçenek sundu.

    Zaman İçinde Farmakolojik Etki
    Digoksin 20. yüzyıl boyunca yaygın klinik kullanıma kavuştu. Kalp kası kasılma kuvvetini artıran güçlü inotropik etkileri nedeniyle kalp yetmezliği ve atriyal fibrilasyon gibi durumların tedavisinin temel dayanağı haline geldi. Ancak yeni ilaçların artması ve digoksinin dar terapötik penceresinin anlaşılması, son yıllarda kalp yetmezliğinde kullanımının azalmasına yol açmıştır.

    Kaynak:

    1. Smith, T. W., et al. “Digitalis. Mechanisms of action and clinical use.” New England Journal of Medicine, vol. 318, no. 6, 1988, pp. 358–365.
    2. Rathore, S. S., et al. “The prognostic value of digoxin in patients with atrial fibrillation.” Journal of the American College of Cardiology, vol. 36, no. 2, 2000, pp. 546–549.
    3. Withering, William. “An Account of the Foxglove and Some of Its Medical Uses.” 1785.
    4. Hollman, A. “William Withering (1741-1799): The Birmingham years.” Circulation, vol. 96, no. 4, 1997, pp. 1014–1016.
    5. Baskett, Thomas F. “In the arms of Morpheus: the development of morphine for postoperative pain relief.” Canadian Journal of Anaesthesia, vol. 53, no. 6, 2006, pp. 533–543.

    Click here to display content from YouTube.
    Learn more in YouTube’s privacy policy.

    Antagonizma

    “Antagonizm” kelimesi Yunanca “antagōnistēs” kelimesinden gelmektedir ve “karşı mücadele eden” anlamına gelmektedir. İngilizce’de ilk olarak 16. yüzyılda ortaya çıkmıştır.

    Orijinal Yunanca bağlamında, “antagonizm” kelimesi bir oyundaki iki aktör arasındaki karşıtlığı tanımlamak için kullanılıyordu. Antagonist, protagoniste ya da kahramana karşı çıkan karakterdi.

    Modern kullanımda “antagonizm” kelimesi daha geniş bir anlama sahiptir. İki veya daha fazla kişi, grup veya fikir arasındaki herhangi bir karşıtlık veya çatışmayı ifade edebilir. Birine ya da bir şeye karşı duyulan düşmanlık ya da nefret duygusunu da ifade edebilir.

    Karşıtlık, sözlü taciz, fiziksel şiddet ve pasif-agresif davranış dahil olmak üzere çeşitli şekillerde ifade edilebilir. Ayrıca beden dili veya yüz ifadeleri gibi daha ince yollarla da ifade edilebilir.

    Farmakoloji alanında antagonizma, iki veya daha fazla ilaç veya madde arasındaki etkileşimi ifade eder ve bu etkileşim, ilgili eylemleri üzerinde engelleyici veya karşıt bir etkiye neden olur. İlaçların etkilerinin ve vücut içindeki etkileşimlerinin anlaşılmasında kritik bir rol oynar. Bu makale, tanımı, mekanizmaları ve ilaç tedavisindeki önemi de dahil olmak üzere farmakolojide antagonizma hakkında ayrıntılı bir genel bakış sunmayı amaçlamaktadır.

    Antagonizmanın Tanımı:

    Antagonizma, bir maddenin aynı reseptör veya fizyolojik bölgede başka bir maddenin aktivitesine müdahale ettiği veya inhibe ettiği iki madde veya ilaç arasındaki etkileşim olarak tanımlanabilir. Antagonist, belirli bir biyolojik yanıt üreten madde olan agonistin etkisini bloke ederek veya azaltarak etki eder.

    Antagonizma Mekanizmaları:

    Antagonizmanın meydana gelebileceği çeşitli mekanizmalar vardır:

    Rekabetçi Antagonizm: Rekabetçi antagonizmde, antagonist aynı reseptör bölgesine bağlanmak için agonist ile rekabet eder. Antagonist, reseptöre onu aktive etmeden bağlanarak agonistin bağlanmasını ve istenen etkiyi yaratmasını engeller. Bu tür bir antagonizma agonistin konsantrasyonunun artırılmasıyla aşılabilir.

    Rekabetçi Olmayan Antagonizma: Rekabetçi olmayan antagonizmada, antagonist reseptör üzerinde farklı bir bölgeye bağlanır veya agonist konsantrasyonundan bağımsız olarak agonistin etkisini üretmesini engelleyecek şekilde reseptörü değiştirir. Rekabetçi olmayan antagonizm genellikle reseptörün geri dönüşümsüz bağlanmasını veya modülasyonunu içerir.

    Fizyolojik Antagonizma: Fizyolojik antagonizma, iki madde reseptör bölgesinde doğrudan etkileşime girmek yerine farklı mekanizmalar yoluyla karşıt fizyolojik etkiler ürettiğinde ortaya çıkar. Örneğin, bir madde kalp atış hızını artırırken diğeri kalp atış hızını azaltabilir, bu da genel bir nötralize edici etkiye neden olur.

    İlaç Tedavisinde Antagonizmanın Önemi:

    Antagonizmayı anlamak ilaç tedavisinde birkaç nedenden dolayı çok önemlidir:

    Aşırı Doz veya Toksisite Tedavisi: Antagonistler, belirli bir ilacın neden olduğu aşırı doz veya toksisitenin etkilerine karşı koymak için kullanılabilir. Antagonist, reseptörü bloke ederek veya toksik ilacın etkisini inhibe ederek etkilerini tersine çevirmeye ve daha fazla zararı önlemeye yardımcı olabilir.

    Terapötik Etkinlik: Antagonistler, istenmeyen yan etkileri önleyerek bir ilacın terapötik etkinliğini artırmak için kullanılabilir. Örneğin, bir ilaç bir reseptörün aşırı uyarılmasına neden olarak yan etkilere yol açıyorsa, aşırı uyarılmaya karşı koymak ve bu yan etkileri azaltmak için bir antagonist uygulanabilir.

    Araştırma ve İlaç Geliştirme: Antagonistler araştırma ve ilaç geliştirmede değerli araçlardır. Reseptörlerin spesifik rollerini incelemek, ilaç etki mekanizmalarını araştırmak ve istenen etkilere ve azaltılmış yan etkilere sahip yeni ilaçlar geliştirmek için kullanılabilirler.

    Farmakokinetik ve İlaç Etkileşimleri: Antagonizma, ilaçların emilimi, dağılımı, metabolizması ve atılımı gibi farmakokinetiğini de etkileyebilir. Antagonistik etkileşimler de dahil olmak üzere ilaç etkileşimlerini anlamak, potansiyel yan etkilerden kaçınmak veya terapötik etkinliği azaltmak için önemlidir.

    Antagonizma, farmakolojide temel bir rol oynar ve ilaçların vücuttaki eylemlerini ve etkilerini etkiler. Maddeler arasında, kendi eylemleri üzerinde inhibe edici veya karşıt etkilere neden olan etkileşimi içerir. Antagonizmanın mekanizmalarını ve önemini anlamak, etkili ve güvenli ilaç tedavisinin yanı sıra araştırma ve ilaç geliştirme için de çok önemlidir. Farmakologlar ve sağlık uzmanları, ilaç tedavilerini optimize etmek ve yan etkileri en aza indirmek için bu bilgiyi kullanır ve sonuçta hasta sonuçlarını iyileştirir.

    Farmakolojide antagonizmanın tarihi

    Farmakolojide antagonizma kavramı ilk olarak 19. yüzyılda geliştirilmiştir. 1878’de John Langley, ilaçların reseptörlerle rekabetçi veya rekabetçi olmayan bir şekilde etkileşime girebileceğini öne sürdü. Bu, ilaçların nasıl çalıştığına dair daha kesin bir anlayışa izin verdiği için önemli bir gelişmeydi.

    1. yüzyılın başlarında, X-ışını kristalografisi ve moleküler modelleme gibi yeni teknolojilerin geliştirilmesi, antagonizmanın moleküler temelinin daha iyi anlaşılmasını sağladı. Bu, belirli reseptörleri engelleyebilecek daha hedefli ilaçların geliştirilmesine yol açtı.

    Günümüzde antagonizma kavramı farmakolojinin önemli bir parçasıdır. İlaçların nasıl çalıştığını anlamak, yeni ilaçlar geliştirmek ve ilaç tedavisinin güvenliğini ve etkinliğini artırmak için kullanılır.

    Farmakolojide antagonizma örnekleri

    Farmakolojide pek çok antagonizma örneği vardır. Bazı yaygın örnekler şunları içerir:

    • Epinefrin ve albuterol: Epinefrin, strese yanıt olarak salınan bir hormondur. Artan kalp atış hızı, kan basıncı ve solunum hızı dahil olmak üzere bir dizi etkisi vardır. Albuterol, astımı tedavi etmek için kullanılan bir ilaçtır. Epinefrinin solunum yolları üzerindeki etkilerini bloke ederek çalışır. Bu, hava yollarının gevşemesini ve açılmasını sağlar, bu da nefes almayı kolaylaştırır.
    • Aspirin ve ibuprofen: Aspirin ve ibuprofen, nonsteroid antiinflamatuar ilaçlardır (NSAID’ler). Enflamasyona neden olan kimyasallar olan prostaglandinlerin üretimini bloke ederek çalışırlar. Prostaglandinler ayrıca ağrıda da rol oynarlar, bu nedenle bunların üretimini bloke ederek NSAID’ler ağrıyı azaltabilir. Bununla birlikte, aspirin ve ibuprofen, kan pıhtılarını önlemeye yardımcı olan bir kimyasal olan prostasiklin üretimini de engelleyebilir. Bu, özellikle yüksek dozlarda veya kanama riskini artırabilecek diğer ilaçlarla birlikte alındığında kanama riskinde artışa neden olabilir.
    • Opioidler ve nalokson: Opioidler, ağrıyı tedavi etmek için kullanılan ilaçlardır. Beyin ve omurilikteki opioid reseptörlerine bağlanarak çalışırlar. Bu bağlanma, analjezi (ağrı kesici), sedasyon ve solunum depresyonu dahil olmak üzere bir dizi etki üreten reseptörleri aktive eder. Naloxone, opioidlerin etkilerini tersine çevirmek için kullanılan bir ilaçtır. Opioidlerin opioid reseptörleri üzerindeki etkilerini bloke ederek çalışır. Bu, opioidlerin neden olduğu analjezi, sedasyon ve solunum depresyonunu tersine çevirebilir.

    Kaynakça:

    1. Rang HP, Dale MM, Ritter JM, Moore PK. Pharmacology. 7th edition. Churchill Livingstone; 2012.
    2. Katzung BG, Trevor AJ. Basic & Clinical Pharmacology. 14th edition. McGraw-Hill Education; 2018.

    Click here to display content from YouTube.
    Learn more in YouTube’s privacy policy.