Kahve ile Kenevir Arasında Bir Bağlantı Olabilir mi?

Kaynak: https://lh5.ggpht.com/BZD-6rtSEMNfoKSD1kMoUDBwyek5vxWszkLFa2aiSAXwUeqYT8TnmBcBrOEtQw

Yapılan çalışmada, endokanabinoid sistemle ilişkili nörotransmitterlerin, günde 4 ila 8 fincan kahve tüketiminin ardından azaldığı gözlemlendi.

Bir fincan sabah kahvesinin sizi bir anda uyandırdığı oldukça bilindik bir durumdur. Fakat bilim insanları, kahvenin; metabolizmanızı, genellikle kanabisle bağlantılı nörotransmitter ve steroid metabolizması da dahil olmak üzere onlarca farklı biçimde daha etkilediğini ortaya koydu.

15 Mart’ta (2018) Journal of Internal Medicine‘de yayımlanan ve kahve tüketimine odaklanan araştırmada, kahvenin, daha önce bilinenlerin ötesinde kandaki çok daha fazla metaboliti değiştirdiği bulgusuna ulaşıldı.

Yapılan çalışmada endokanabinoid sistemle ilişkili nörotransmitterlerin –kanabis tarafından da aynı şekilde uyarılır–, günde 4 ila 8 fincan kahve tüketiminin ardından azaldığı gözlemlendi.

Kanabinoidler, kanabis bitkisine tıbbi ve rekreasyonel özelliklerini veren kimyasallardır. Aynı zamanda vücudumuz da doğal olarak, kanabinoid aktiviteyi taklit eden endokanabinoidler üretir.

Öte yandan araştırmada, andosteroid sistem ile ilişkili belirli metabolitlerin, günde içilen 4 ila 8 fincan kahvenin ardından arttığı gözlemlendi. Bu da kahvenini steroid eliminasyonunu ya da boşaltımını kolaylaştırabileceğini gösteriyor. Çünkü steroid yolu, kanserler de dahil olmak üzere bazı hastalıkların odağı olduğundan, kahvenin de bu hastalıklar üzerinde bir etkisi olabilir.

Kahvenin, sağlığımızı doğrudan nasıl etkilediği üzerine çok az şey biliyoruz. Bu yeni araştırmada, bilim insanları ilk defa insan kanından alınan bir örnekteki yüzlerce metabolite dair ölçümler yapabilmelerini mümkün kılan ileri bir teknoloji kullandı. Araştırma, kahvenin sağlıkla olan bağlantısına ilişkin yeni hipotezler oluşturuyor ve kahve araştırmalarına yeni yönlendirmelerde bulunuyor.

Finlandiya temelli 3 aylık bir kahve deneyinde, 47 kişiden bir ay boyunca kahveden sakınması, ikinci ay için günde dört bardak ve üçüncü ay için günde sekiz bardak tüketmesi istendi. Araştırmacılar, çalışmanın her aşamasından sonra toplanan kandaki 800’den fazla metaboliti incelemek için gelişmiş profilleme teknikleri kullandı.

Yapılan analizler sonucunda, günde özellikle de 8 bardak kahve tüketimiyle, endokanabinoid sistemin kan metabolitlerinin azaldığı görüldü. Endokanabinoid metabolik yol, stres tepkimizi düzenleyen önemli bir sistemdir ve kronik stres varlığında bazı endokanabinoidler azalır. Araştırmanın iki aylık süresi boyunca artan kahve tüketimi, bu sistemdeki metabolitlerin azalmasını tetikleyecek kadar stres yaratmış olabilir. Nihayetinde de, stres seviyelerini dengeye geri getirmek için vücudumuzun bir adaptasyon geliştirmeye çalıştığı söylenebilir.

Öte yandan, endokanabinoid sistem aynı zamanda da; bilinç, kan basıncı, bağışıklık, bağımlılık, uyku, açlık, enerji ve glikoz metabolizması gibi geniş ölçekte değişkenlik gösteren fonksiyonları düzenler. Örneğin, endokanabinoid yollar, yeme alışkanlıklarınızı etkileyebilir; ki kanabis kullanımı ve ardından hissedilen açlık arasındaki klasik bağlantı da bununla ilişkilendirilir. Bunun yanı sıra kahve, kilo düzenlemesine yardımcı olması ve tip-2 diyabet riskini azaltmasıyla da bilinir. Bunun genellikle kafeinin, yağ metabolizmasını veya polifenollerin (bitki kaynaklı kimyasallar) glikoz düzenleyici etkilerini arttırma yeteneğine bağlı olduğu düşünülmektedir. Ancak, kahvedeki kafeinin ya da diğer maddelerin metabolitlerde bir değişimi tetikleyip tetiklemediği ise henüz bilinmemektedir.

Kaynak ve İleri Okuma

Orjinal yazı: Bilimfili

ÇİKOLATA – NOBEL EĞRİSİ – STOCKHOLM’E GİDEN YOL

Vurucu ve ilgi çekici başlığımı attıktan sonra, yanımda bulunan çikolatamdan bir parça alıp ağzıma atıyorum ve mutlu mutlu sırıtarak acaba bunun gibi kaç kilo daha yersem günün birinde bana Nobel Ödülü verirler ve ben de Stockholm’ü görme fırsatı elde ederim diye düşünüyorum. Sonra başlığı tekrar okuyorum ve birbirinden bu kadar ilgisiz gibi gözüken iki şeyin nasıl bir araya geldiğini hatırlamaya çalışıyorum. Nobel Ödülü kazanmak ile çikolata yemek arasında nasıl bir ilişki olabilir? Yıllardır mide ve kilo sorunları yaşayan beni bugün tekrardan çikolataya başlatan bir çalışma, o çalışmanın getirdikleri ve ona karşı öne sürülen tezler ile birlikte, hem öne sürdüğü fikir hem de bilimsel yönteme/verilere tekrardan kısaca bir göz atmak anlamında oldukça faydalı olabileceğine inanmam, yazının geri kalanını Dr. Franz Messerli’nin New England Journal of Medicine’da 2012 yılında yayınlanan çalışmasına[1] adamama sebep oluyor.

Dr. Messerli, ABD’de bulunan St Luke’s-Roosevelt Hastanesi’nde ve Columbia Üniversitesi’nde çalışan bir tıp doktoru. 10 Eylül 2012 tarihinde dünyanın en önde gelen tıp dergilerinden olan New England Journal of Medicine’da, ülke başına düşen Nobel Ödülü sahibi biliminsanı sayısı ile ülkede kişi başına tüketilen çikolata arasında doğrusal bir ilişki olduğunu gösteren makalesi yayınlandı. Oldukça sarsıcı! Ülkemiz dışındaki popüler haber sitelerinde büyük bir ilgiyle karşılanması ancak aynı alanda çalışan bilim insanlarınca da oldukça kuşkucu bir şekilde yaklaşılması çalışmanın sarsıcılığını gösteriyor, en azından popüler anlamda.

Makalenin detaylarına geçmeden, öncelikle şu soruya cevap vereyim; neden çikolata? Nasıl bir zihnin ürünü durup dururken çikolata ile Nobel Ödülü sayısını karşılaştırmak ister? Eğer çikolataya biraz daha yakından bakarsak, sorunun cevabı kendiliğinden ortaya çıkıyor.

Kısaca Çikolata


Çikolata yaklaşık olarak 3000 yıldır insanlık tarafından biliniyor ve tüketiliyor. Daha çok Mayalar ve Aztekler tarafından tüketilirken, Avrupa’lı keşiflerin bu iki ulusu tüketmesinin ardından Avrupa’ya geçiyor ve zaman içerisinde şu anda yediğimiz bol kalorili besine dönüşüyor. Benim burada verdiğimden çok daha detaylı ve eğlenceli bilgiye Kerem Kaynar’ın Çikolata: Tanrıların Yiyeceği isimli makalesinden ulaşabilirsiniz.

Flavonoidce zengin tanrıların yiyeceği (c) WikiCommons

Flavonoidce zengin tanrıların yiyeceği (c) WikiCommons

Ben çikolatanın konumuza ilgisine geleyim. İçerdiği kakao sayesinde pek çok farklı kimyasala ev sahipliği yapıyor bizim kalori depomuz. Dopaminden kafeine, serotoninden theobromine, sonu “-in” ile biten pek çok kimyasal ürün (genel olarak amin içeren bileşikler) çikolatanın içinde bulunuyor[2]. Meraklısına bahsedeyim; dopamin sinirsel iletimde rol alan bir hormondur ki fazlası şizofreniye yol açar, kafein ise zaten hepimizin yakından bildiği bizi uyanık tutan merkezi sinir sistemi uyarıcısıdır. Geri kalan ikisinden serotonin eksikliğinde depresyona yol açan, mutluluk duygusuyla ilişkilendirdiğimiz bir sinirsel iletken iken theobromin ise mutluluk hormonu olarak da adlandırılan endorfinin salgılanmasında rol oynayan, yapısı kafeine benzeyen bir kimyasal. Ama bunlardan hiçbirisi Nobel kazanmamızı, daha doğrusu yüksek bilişsel aktivite göstermemizde doğrudan etkili değildir. Öte yandan, kakaoda bulunan flavonoid adı verilen kimyasallar bilişsel aktivite ile daha yakından ilgililer.

Flavonoidler ve Çikolata

Flavonoidler bitkilerin ikincil metabolik ürünleridir. Türkçe söylersek, bitkilerin yaşamlarını devam ettirmelerinde birincil öneme sahip olmayan ancak bitkisel işlevlerin bir kısmının sağlanmasına yarayan ürünlerin arasında flavonoidler de bulunuyor. Bitkilerin sarı, kırmızı ve mavi renkler almasına yardımcı olmaları, yüksek enerjili morötesi ışının filtrelenmesinde rol almaları ve bitkilerin azot bağlama işleminde görev almaları flavonoidlerin görev tanımını büyük ölçüde kapsıyor. Bizim için önemli olan şey ise, flavonoidlerin şimdiye kadar antiallerjik, ateş düşürücü ve antioksidant özelliklerinin olabileceğinin, en azından deneysel ortamda gösterilmiş olması. Yani, flavonoidler bizim için oldukça yararlı ürünler olabilirler (önemle vurgulamak isterim ki flavonoidlerin henüz geniş çaplı insan deneyleri yapılmamıştır, FDA tarafından henüz onaylanmış bir flavonoid ilaç yoktur [3]). Dahası, kanser karşıtı etkilerinin de olduğu söylenmektedir ama henüz tam olarak doğrulanmamıştır[4]. Bütün bunlar göz önüne alındığında flavonoidlerin önümüzdeki yıllarda önemli bir araştırma konusu olabileceği fikrine kapılmadan edemiyor insan.

Bilişsel aktivite demişken, flavonoidlerin, kesin olmamakla beraber, insanlarda bunamayı geciktirdiği ve yaşlılıkla gelen bilişsel aktivitelerde gerilemeyi yavaşlattığı yönünde bulgular olduğunu söylemeden edemeyeceğim[5-9]. Zaten bu bulgular da Messerli’nin bu yazıda bahsi geçen çalışmasının temel itkisini oluşturuyor.

Nobel ile Çikolatayı İlişkilendirmek

Messerli, şöyle bir düşünce yolu izliyor; madem flavonoidlerin bilişsel aktiviteyi arttırdığı düşünülüyor, o zaman acaba ülkede tüketilen çikolata miktarı ile ülkenin bilişsel aktivitesi arasında bir bağlantı var mıdır? Tüketilen çikolata miktarını bulmak kolay, bunun için şirketlerin verilerine veya veritabanlarına ulaşmak yeterli. Ancak bir toplumun, ya da daha önemlisi bir bireyin bilişsel aktivitesini nasıl tanımlarsınız, bunu nasıl ölçersiniz? Messerli bunu ölçmek için, verisine oldukça rahat bir şekilde ulaşılabilinen ve bilim dünyasının açık ara en prestijli ödülü olan Nobel Ödülü’nü seçiyor. Ardından, ülkedeki kişi başına düşen Nobel Ödülü sayısı ile tüketilen çikolata miktarını karşılaştırıyor. Elde ettiği sonuçlar, her iki değişken arasında doğrusal bir ilişki, bir bağlaşıklık (korelasyon) gösteriyor. Listenin en başında İsviçre geliyor, onu İsveç izliyor, ki bu ülkeler de çikolatanın en çok tüketildiği ülkeler aynı zamanda. ABD’de kişi başına tüketilen çikolata miktari 5 kg. iken, bu İsviçre’de 11.5 kg’a çıkıyor. Sonuçlara göre ABD bu sayede 12 kişi çıkarabilmiş, İsviçre ise 32. Elbette belirtmem lazım, Nobel kazanan vatandaş sıralamasında ABD 350 ile açık ara önde; İsviçreliler’in sayısı ise 26 [10]. Unutmadan, ABD’nin yaklaşık olarak 320 milyon nüfusu varken İsviçre’ninki 8 milyon civarında. Böyle muazzam bir uçurum da gözardı edilmemeli.

Çikolata Tüketimi ile Nobel Ödüllü bilim insanlarının ilişkisini gösteren orijinal grafik

Çikolata Tüketimi ile Nobel Ödüllü bilim insanlarının ilişkisini gösteren orijinal grafik

Bağlaşıklık İncelemesi Bize Ne Söyler, Ne Söylemez

İşte bu noktada, bir saniye durup düşünmemiz gerekiyor; bir takım veriyi işlediniz ve onları bağlaşıklık incelemesine tabii tutarak bir dizi sonuç elde ettiniz. Öncelikle şunu sormalıyız; bağlaşıklık analizi bize ne söyler? Messerli’nin bulduğu sonuçlar, aslında bize doğrudan doğruya Nobel almanın yolunun çikolata tüketiminden geçtiğini söylemez; tek bilebildiğimiz şey Nobel sayısı ile çikolata yemenin arasında bir ilişki olduğu. Bu ilişki, nedensellik göstermez, yani çikolata yediğiniz için Nobel alma şansınız artmaz ya da tam tersi doğru olmak zorunda değil. Bir başka bakış açısı ise, bu iki değişkenin arasında doğrudan bir nedensellik olmasa bile, ikisinin ortak bir nedeni olabilir. Dahası, bu değişkenlerin arasındaki ilişki tamamen tesadüf de olabilir. Önemli olan, bu seçeneklerden hangisinin doğru olduğuna karar verebilmekte.

Birkaç örnek vereyim. Yeldeğirmenlerinin dönme hızı ile rüzgarın şiddetini karşılaştıracak olursak, daha şiddetli rüzgarda dönme hızının daha yüksek olduğunu buluruz. Fakat bağlaşıklık analizi uyguladıysak eğer, tek bilebileceğimiz şey şiddetli rüzgar ile daha hızlı dönme arasında bir ilişki olduğu. Misal, şunu söyleyemeyiz; yeldeğirmenlerini döndüren şey rüzgardır, bu yüzden şiddetli rüzgar yüksek dönme hızının sebebidir. Çünkü bağlaşıklık analizi, aynı olguya farklı bir açıdan bakarak şiddetli rüzgarın sebebinin hızlı dönen yeldeğirmenleri olduğunu söylememize izin verir. Kısacası, nedensellik (sebep-sonuç) ilişkisini bağlaşıklık analizi ile yakalayamayız.

Daha uçuk bir örnek vereyim. Hayatımın ilk on beş yılı boyunca boyumu ölçtüm diyelim. Bu veriyi İstanbul Boğazı’ndan her yıl geçen gemi sayısıyla karşılaştırdığım zaman da doğrusal bir ilişki elde edeceğim; çünkü benim boyum ilk on beş sene boyunca her yıl uzadı, aynı zamanda da boğazdan geçen gemilerin sayısı da her yıl arttı. Ama sorarsanız benim boyumun uzamasının nedeni boğazdan geçen gemiler mi yoksa boğazdan geçen gemiler benim boyum uzadığı için mi artıyor diye, vereceğim cevap “hiçbiri” olacak, çünkü arada hiçbir bağlantı yok. Bu ilişki tamamen tesadüf eseri oluşmuş durumda.

Nobel Fizik Ödülü kazananlar

Einstein ne kadar çikolata yemiştir acaba çığır açan çalışmalarını yaparken?

İşte tam da bu saydığım sebeplerden dolayı Messerli’nin çalışması pek çok eleştiri aldı. Bunlardan bazısı çıkarımın yetersiz olduğu ve altında başka sebeplerin yattığını söyledi, bazısı doğrudan verilerin güvenilirliğini sorguladı. İlk eleştiriye biraz daha yakından bakalım.

Eleştiriler ve Karşı Görüşler

Yayınlanan bir başka çalışma, Messerli’nin incelemesini farklı iki veri üzerinden yürüttü. Burada, kişi başına düşen milli gelir ile kişi başına düşen çikolata tüketimi karşılaştırıldı. Sonuç? Messerli’nin gördüğü eğilimin aynısı burada da ortaya çıktı. Bu demek oluyor ki, kişi başına düşen milli gelir ile Nobel kazanan bilimadamı sayısı arasında da doğrusal bir ilişki var. Çalışmayı gerçekleştiren yazarların bahsettiği gibi, güçlü ekonomiye sahip ülkelerden bilime daha büyük katkılar geliyor ve bu sebeple de Nobel Ödülü daha çok gelişmiş ülkelerden çıkıyor. Eldeki verileri düşününce bana biraz daha elle tutulur bir açıklama gibi geldi. Zaten, Messerli’nin kendisi de çalışmasının sonuçlarından haberdar olduğu için kendisini doğrulayacak veya yanlışlayacak deneylerin yapılması gerektiğini söylüyor.

Bir başka bilimadamı grubu ise, Messerli’nin çalışmasına verilerin yetersizliği ve güvenilir olmaması açısından yaklaşıyor. Elimizde 1900’den beri Nobel kazananların tam listesi bulunsa da, Messerli’nin çikolata tüketimine dair verileri en erken 2002 yılından başlıyor. Yani, 2002’den daha önce tüketilen çikolata miktarına dair bir bilgi çalışmada yer almıyor. Haliyle, 1905 yılında Almanya’da ortalama tüketilen çikolata miktarını bilmiyoruz ve bu çalışmanın geriye dönük güvenilirliğini sorgulatır hale getiriyor.

Getirilen bir başka eleştiri ise, toplumun genel eğilimlerinin Nobel kazanan bireylerin hareketleriyle uyuşma zorunluluğunun olmaması yönündeydi. Türkiye olarak aşırı miktarda sigara tüketiyor olabiliriz, ama bizim bilim insanlarımız sigara içmiyor olabilir. Benzer şekilde, Nobel kazanmış İsviçreli bilim insanları da Milka’dan pek hoşlaşmıyor olabilirler. Bu savı test etmek için yapılan bir çalışmanın sonuçları ise geçtiğimiz aylarda yayınlandı[11].

Son yayınlanan çalışmanın sahibi bilim insanları, doğrudan Nobel Ödülü kazananlara bir anket uygulamayı seçtiler. Nobel Ödülü’ne sahip yaklaşık 30 tane bilimadamı üzerinde (elbette ayrı bir kontrol grubu da var) yürüttükleri çalışma sonucunda yaklaşık %41’lik bir kısmın Nobel Ödülü kazandığı çalışmayı gerçekleştirdiği yıllarda toplumun aynı yaşta bireylerinin tükettiği ortalama değerinin iki katı veya daha fazla çikolata tükettiğini bulurken %23’ünün ise çok daha az tükettiği sonucuna ulaştı. Dahası, Nobelli bilimadamlarının sadece %32’sinin toplumun genelinden daha fazla çikolata yediği ortaya çıktı. Bu sayı, daha az tüketenler için %14 civarında. Kısacası, bu çalışma da Messerli’nin tezini kesin bir şekilde doğrular nitelikte değil.

Gelecek ve Sonuç- Güncel Çalışmaların Ötesi

Gelecekte neler yapılabilir? Bu noktada belki de en önemli soru bu. Flavonoidlerin insan vücüduna etkisi daha ciddi ve geniş bir şekilde araştırılmaya devam edilecek, şu anda böyle çalışmalar halihazırda destekleniyor. Aynı zamanda bilişsel aktivitelerin nicelendirilmesi ve eldeki çikolata tüketiminin Nobel kazanan bireylere göre dağılımının daha detaylı ve kesin bilgilerin ortaya çıkması da bu çalışmaların geleceği açısından önemli.

O zaman şu şekilde toplayayım; çikolatada bulunan flavonoidlerin insanlarda bilişsel aktiviteyi arttırdığı yönünde bulgular var. Bunu farklı bir şekilde test etmek isteyen Messerli ülkedeki birey başına düşen çikolata tüketimi ile Nobel kazanan biliminsanı sayısında doğrusal bir ilişki olduğunu buluyor fakat elimizdeki güncel veri bu savın nedenselliğini doğrulamak konusunda yeterli değil. Kısacası, her istatistiksel veri ve ilişki bizi nedensellik ilişkisine (ki bilimin en temel amaçlarından bir tanesine) yöneltmek zorunda değil. Bu yüzden siz siz olun, çikolata tüketimini abartmayın (yarattığı kilo problemi pek çok iyi özelliğini gizleyebilir) ve size sonuç olarak sunulan matematiksel ilişkilerin doğruluğuna güvenmeden gerçekte ne anlama gelebileceklerini bir kez daha düşünün.


Notlar ve Kaynakça

 

  1. AçıkBilim
  2. Messerli, F.H. Chocolate Consumption, Cognitive Function, and Nobel Laureates. New England Journal of Medicine 367;16 18.9.2012
  3. Wikipedia Health Effects of Choclolate  4 Ocak 2014’te tarihinde kontrol edildi.
  4. Wikipedia Flavonoid 4 Ocak 2014’te tarihinde kontrol edildi.
  5. Romagnolo D. F., Selmin, O. İ.,Flavonoids and Cancer Prevention:A Review of the Evidence Journal of Nutrition in Gerontology and Geriatrics, 31:206–238, 2012
  6. Nurk E, Refsum H, Drevon CA, et al. Intake of flavonoid-rich wine, tea, and chocolate by elderly men and women is associated with better cognitive test performance. J Nutr 2009;139:120-7.
  7. Desideri G, Kwik-Uribe C, Grassi D, et al. Benefits in cognitive function, blood pressure, and insulin resistance through cocoa flavanol consumption in elderly subjects with mild cognitive impairment: the Cocoa, Cognition, and Aging (CoCoA) Study. Hypertension 2012;60:794-801.
  8. Corti R, Flammer AJ, Hollenberg NK, Lüscher TF. Cocoa and cardiovascular health. Circulation 2009;119:1433-41.
  9. Sorond FA, Lipsitz LA, Hollenberg NK, Fisher ND. Cerebral blood flow response to flavanol-rich cocoa in healthy elderly humans. Neuropsychiatr Dis Treat 2008;4:433-40.
  10. Bisson J. F. ve diğerleri. Effects of long-term administration of a cocoa poly-phenolic extract (Acticoa powder) on cognitive performances in aged rats. Br J Nutr 2008;100:94-101.
  11. Wikipedia Nobel Laureates by Country 4 Ocak 2014’te tarihinde kontrol edildi.
  12. Nobel-Choclolate-Nature 2013.06.30 PDF

“Dilimin Ucunda” Anlarını Neden Yaşarız ve Nasıl Engelleriz?

Hepimizin başına geliyordur. Konuşmanın tam ortasında, aniden sözcük hazinenizin duvarına çarparsınız. Ve “Neydi bu kelime?” diye düşünmeye başlarsınız. Aslında kelimeyi biliyorsunuzdur ancak bir türlü söyleyemezsiniz. Orada, dilinizin ucuna gelmiş ve yapışıp kalmış haldedir.

İşte bu durumun bilimsel bir ismi var; — tip of the tongue syndrome– dilimin ucunda sendromu. İlk olarak 1890 yılında psikolog William James tarafından isimlendirilen bu sendromun birçok dilde kendine has bir ifadesinin olması; sendromun birçok kültürde yaşandığının da göstergesi aslında. Örneğin; Koreliler bu durumu karşılayan ifade olarak“dilimin ucunda parlıyor” kelime grubunu kullanırken, Estonyalılar bu durum için “dilimin üstünde” ifadesini kullanırlar.

Neden “Dilimin Ucunda” Durumları Meydana Gelir?

Düşünceleri kelimelere dönüştürme işi; oldukça kolay gerçekleştirdiğimizden genellikle basite alınan fakat esasında oldukça karmaşık bir süreçtir. Beyniniz, soyut kavramlardan oluşan düşünceleri önce kelimelere dönüştürür ve ardından bunları uygun seslerle eşleştirir. İşte konuşuyorsunuz. “Dilimin Ucunda” durumlarında ise bu süreç kesintiye uğrar. Normalde kelime hatırlama işi oldukça hızlı ve kolay gerçekleşir ancak “dilimin ucunda” anlarında, sistem çöker ve sıkışıp kalırsınız.

Bu durum sözcüksel hatırlamada geçici bir bozulmanın meydana geldiği psikolinguistik bir süreç olabilir. Bazı araştırmacılar, söz konusu fenomeni;  hafıza çağırma sürecini çarpıklığa uğratan bir şey olarak tanımlıyorlar. Bazıları ise “dilimin ucunda” anlarının; beyindeki hatırlama sürecinin anlık çöküntülerinde ortaya çıkan his olarak tanımlıyorlar.

Geçmişte yapılan çalışmalar; 18 ila 22 yaş aralığındaki insanların “dilimin ucunda” anlarını haftada bir veya iki defa yaşadıklarını, buna karşın daha yaşlıların (65-75 yaş arası) haftada iki veya daha fazla yaşadıklarını ortaya koyuyor. Yaşlanma, uyku eksikliği, anksiyete, alkol ve uyuşturucu bağımlılığı gibi etkenler, fiziksel ve bilişsel sağlığı olumsuz etkilediğinden, “dilimin ucunda” anlarının yaşanma sıklığı da bu durumlarda daha sık görülür.

Bir şeyi hatırlamaya çalıştığınızda, beyniniz hafıza bağlantılarınızı arar ve hipokampus ve diğer beyin bölgeleri “şifrelenmiş” hafızalara erişim sağlamak üzere beraber çalışır. Uzun süreli hafıza, kısa süreli hafızaya göre daha sağlamdır. Yani iki gün önce öğle yemeğinde ne yediğinizi hatırlamak, lise mezuniyetinizi hatırlamaktan daha zordur.

Öte yandan, bir hafızanız üzerinde uzun süre düşünmezseniz, bu hafızayı sonradan hatırlamak daha güç bir hal alır. Yani beyninizde bir yerlerde bu hafıza duruyordur ancak bir süredir onunla ilgili bir bilgiyi kullanmadığınızdan biraz “tozlanmıştır”.

Beyin, etkinliğine bağlı olarak bilgiyi önem sırasına göre koyan bir oda gibidir. Bu odada da “kullan ya da kaybet” prensibi uygulanır. Örneğin telefon numaraları; onları artık hafızanızda tutmanız gerekmez çünkü artık telefonlarınızda kayıtlıdır. Dolayısıyla telefon numaraları hafızanızda önem sırasının gerilerinde bir yerde konumlandırılır. 2015’te Nature‘da yayımlanan biraraştırma; hafızamızın içerisine daha sonra belki kullanılır diye önemsiz bilgi depoladığı bir tür “ne olur ne olmaz klasörü”olduğunu ileri sürüyor. Dolayısıyla artık kullanmadığımız kelimeleri bir süre sonra neden unuttuğumuza dair bu durum bir açıklama getirebilir.

Öte yandan “dilimin ucunda” sendromu her ne kadar yaygın olsa da bu mental sürecin neden kesintiye uğradığı tam anlamıyla bilinmiyor. Ancak yapılan bir başka araştırma “dilimin ucunda” durumlarını kafein alımıyla ilişkilendiriyor.  Söz konusu araştırmada katılımcılara 200 mg kafein ya da kafein için plesebo etkisi oluşturan bir madde veriliyor. Araştırma sonuçları; kafein alan grupta “dilimin ucunda” durumlarını daha fazla deneyimlediklerini ortaya koydu. Sonuçlar, kafeinin, adenozin reseptörlerinde tetikleme oluşturarak fonolojik hatırlama sistemindeki kısa süreli plastisite etkisini arttırıyor.

Öte yandan, sinir bozucu bir biçimde hatırlanmaya çalışılan kelime üzerinde daha fazla düşündükçe, ondan giderek uzaklaşırız. Ancak google’ın kelime tamamlama ya da ilişkilendirme ağı sayesinde bu kelimeyi bazen kolaylıkla da bulabiliriz. Kanada’daki McMaster University’den Doç. Dr. Karin Humphreys’in yaptığı bir araştırma ise bu kelimeyi ileride tekrar unutacağınızı ileri sürüyor.

Lisans öğrencileriyle yapılan çalışmada, araştırmacılar; katılımcılara “dilimin ucunda” durumlarını tetikleyen bir dizi tanım sunarak, katılımcılardan uygun kelimeleri üretmelerini istedi.

Örneğin; “Mağaraları keşfetme sporunun adı nedir?” (İngilizce’de bu spora verilen isim “spelunking” dir. **)

Eğer ki tanım katılımcıyı şaşkına uğratırsa ve katılımcıyı “dilimin ucunda” durumuna sokarsa, katılımcılara üzerinde biraz düşünmeleri için biraz zaman verildi. Eğer katılımcı kelimeyi hatırlamazsa, araştırmacılar kelimeyi söylüyorlardı. Deney; aynı katılımcılar, aynı tanımlama ve aynı kelimelerle çeşitli aralıklarla tekrarlandı ve katılımcıların bir sonraki seferde kelimeyi hatırlayıp hatırlamama durumları arasında bir değişiklik meydana gelip gelmediği gözlemlendi. Fakat ilginç bir biçimde bir hafta sonra da yapılsa 5 dakika sonra da yapılsa bir şeyin değişmediği görüldü. Birçok insan aynı kelimelerde tekrar tekrar “dilimin ucunda” anlarını deneyimledi.

Araştırmacılar; elde ettikleri sonuçların yapılan hataların bu hataları güçlendirme eğiliminde olduğu ve tekrar ortaya çıkmasına sebep olduğu düşüncesine destek sunuyor. Yani, ismini unuttuğunuz bir aktörün veya aktrisin ismini hatırlamak için IMDB’ye başvurduğunuzda aslında unutkanlığınınızı daha da derinleştirerek hatanızı güçlendiriyorsunuz.

“Dilimin Ucunda” Durumlarını Nasıl Engelleyebilirsiniz?

Yeni yapılan araştırmalar bu durumları engellemeye dair bazı potansiyel çözümler sunuyor. Örneğin Humphreys’in çalışmasında; katılımcılar kendi başlarına kelimeyi hatırlamakta güçlük çektiğinde katılımcılara doğrudan cevabı söylemek yerine hatırlamalarına yardımcı olmanın; bir sonraki seferde kelimenin unutulmasını engelleyebildiği sonucuna ulaşıldı. Yani katılımcıya fonolojik bir ipucu verildiğinde, örneğin; kelimenin ilk birkaç harfini söylemek gibi; bu şekilde, eğer ki katılımcılar kendi başlarına kelimeyi oluşturabilirlerse bir sonraki sefere kelimeyi hatırlamaları daha mümkün hale geliyor.

Çünkü, temel düzeyde beynimiz ağ yapısındadır ve her işlem için yeni ağlar kurulur. Söz konusu kelimenin hatırlanması için de basit anlamda ağlar kurulmalıdır. Bu durumu şöyle izah edebiliriz; örneğin, A-B-C şeklinde bir yol örgüsü olsun ve C noktası bizim çıktı noktamız olsun. Çıktı noktamız olan C noktasına ulaşmak için A, B ve C noktaları arasında yol inşa etmemiz gerekir. Kelimeyi doğrudan söylemek, C noktasındaki çıktıya sıçramalı bir erişim sağlar. Ancak hatırlamaya yardımcı olmak ise A’dan B’ye bir yol kurulmasına ve nihayetinde de B’den C’ye bir yol kurulmasına sebep olur ve böylelikle de A-B-C örgüsü tamamlanmış olur. Sıçramalı hatırlatmalar, bağlantı kopukluğuna sebep olacağından ileride hatırlamayı güç hale getirecektir, ancak hatırlatmaya yardımcı olmak ise eksik bağlantıların kurulmasını ve yol örgüsünün tamamlanmasını sağlayarak hatırlamayı bir sonraki sefer için daha muhtemel hale getirecektir.

Dolayısıyla, bir sonraki sefere, dilinizin ucundai kelimeyi yakalamakta güçlük çekerseniz, çevrenizdeki insanlardan size bu bağlantıların kurulması noktasında yardımcı olmasını isteyin. Ne söylemeye çalıştığınızı açıklayın ve onlardan ipucu isteyin.

**Günümüzde sportif anlamda mağaralara girenler kendilerini mağaracı ya da yaygın olarak kullanılmayan bir terim olan “spelunker” olarak adlandırmaktadırlar. Mağaralara ama amatör ama bilimsel açıdan gözlem, araştırma ve keşif amacıyla girenlere ise “speleolog” denilmektedir.


Kaynaklar ve İleri Okuma: Bilimfili
– Lesk, Valerie E., and Stephen P. Womble. “Caffeine, priming, and tip of the tongue: evidence for plasticity in the phonological system.” Behavioral Neuroscience 118, no. 3 (2004): 453.
– Brown, Roger, and David McNeill. “The “tip of the tongue” phenomenon.”Journal of verbal learning and verbal behavior 5, no. 4 (1966): 325-337.
– Schwartz, Bennett L., and Janet Metcalfe. “Tip-of-the-tongue (TOT) states: retrieval, behavior, and experience.Memory & Cognition 39, no. 5 (2011): 737-749. http://www.columbia.edu/cu/psychology/metcalfe/PDFs/Schwartz_Metcalfe_inPress.pdf
– Cleary, Anne M., and Alexander B. Claxton. “The tip-of-the-tongue heuristic: How tip-of-the-tongue states confer perceptibility on inaccessible words.Journal of Experimental Psychology: Learning, Memory, and Cognition 41, no. 5 (2015): 1533. https://www.apa.org/pubs/journals/features/xlm-0000097.pdf

Yeşil Çayın Faydalarını Biliyoruz, Peki Ya Zararları?

Yeşil çay zengin besin maddesi ve antioksidan içeriğiyle sağlıklı bir içecektir. Fakat bu sağlıklı içeceği bile tüketirken sağlığa zararlı sonuçlarla karşılaşmamız mümkün.

Yeşil Çay İçerisinde Olumsuz Etki Yaratabilecek Kimyasal Maddeler

Yeşil çay içerisinde sağlığa zararlı olabilecek başlıca kimyasal maddeler kafein, florin elementi ve flavanoid olarak listelenebilir. Bu kimyasalların ve yeşil çayın içeriğinde bulunan diğer kimyasal maddelerin kombinasyonun aşırı miktarda tüketimi, ciddi karaciğer hasarıyla sonuçlanabilir. Yeşil çay içerisinde bulunan tanenler folik asit emilimini azaltırlar. Folik asit yani B vitamini, cenin gelişimi için hayati öneme sahiptir. Ayrıca yeşil çayın içeriğindeki kimyasallar, bazı ilaçlar ile tepkime verirler. Bu sebeple de fazla yeşil çay tüketen bireyler eğer ilaç kullanıyorlarsa mutlaka ilaç yönergelerini dikkatli takip etmelidirler. Yeşil çay ile tüketim uyarıları genellikle uyarıcılar ve antikoagülanlar için yapılmaktadır.


Yeşil Çaydaki Kafein Miktarı

Her bir bardak yeşil çay içerisinde ortalama 35mg kafein bulunmaktadır. Kafein uyarıcı olması sebebiyle kalp atış hızını ve kan basıncını yükseltir. Kafein hangi kaynaktan alınırsa alınsın çok fazla alındığında hızlı kalp atışlarına, uykusuzluğa ve ruh hastalıklarına hatta ölümlere bile yol açabilmektedir. Birçok insanda kafein tolare edebilme oranı 200 ila 300mg arasındadır. WebMD verilerine göre, yetişkinler için ölümcül kafein dozajı, kilogram başına 150-200mg arasındadır ve daha azında bile ciddi kafein zehirlenmeleri olasıdır.

Yeşil Çaydaki Florin

Florin insanlar için gerekli bir madde değildir. Az miktarda vücutta bulunmasının kemik ve diş sağlığı için önemli olduğu savunulsa dahi faydaları kesin olarak kanıtlanmış değildir. Özellikle florütleştirilmiş su tüketen insanların yeşil çay ile birlike tüketmeleri oldukça risklidir. Florin aşırı dozu büyümede gecikmelere, dental fluoroza ve kemik hastalıklarına sebep olabilir.

Yeşil Çaydaki Flavonoid

Flavonoidler potent antioksidanlardır ve hücreleri radikal hasarlardan korurlar.  Fakat, flavonoidler ayrıca vücutta demirleri bağlarlar. Yani, vücudun gerekli olan demirin emilmesi yeteneğini kısıtlarlar. Bu da, kansızlığa ve pıhtılaşma bozukluklarına neden olabilir. Yapılan araştırmaların verilerine göre, yemeklerle beraber rutin yeşil çay tüketimi, demir emilimini %70’e kadar azaltmaktadır. Bu sebeple, yeşil çay tüketiminin yemeklerle değil de öğün aralarında olması dikkat edilmesi gereken bir nokta olabilir.

Yeşil Çayın Günlük Tüketimi

Birçok araştırmacı, yeşil çayın günde 5 bardaktan fazla tüketilmemesini savunmaktadır. Hamileler ve emziren kadınlar için ise önerilen günde 2 bardaktan fazla tüketilmemesidir.

 


Kaynaklar:
Bilimfili
Yeşil çay yan etkileri referansı: WebMD
Yeşil çay tüketimi referansı: Oregon State Universitesi 

Seksin Beyninizde Meydana Getirdiği 8 Değişiklik

Seksin beyninizi nasıl etkilediğine dair kavrayışınızın gelişmesi cinsel hayatınızın sağlıklı bir şekilde sürmesine yardımcı olur. Bu durum aynı zamanda da sağlığınızın diğer kısımlarına dair size bilgi verir. Bilim insanları, seksin sırlarını keşfetmeye devam ederken, seks alanındaki araştırmalar da sürekli olarak gelişiyor. İşte bugüne kadar bilimsel araştırmalar sayesinde seks anındaki beynimize dair bildiklerimiz.

1) Seks Uyuşturucu Gibidir 

Cinsel birleşme iyi hissetmemize sebep olur. İşte seksi sevmemizin ve arzulamamızın sebebi de budur. Cinsel birleşmeden aldığımız zevk; büyük oranda beynimizin ödül merkezini aktifleştiren bir nörotransmitter olan dopamin salgılanmasından kaynaklıdır. Dopamin, aynı zamanda da uyuşturucu bağımlısı insanlarda oldukça yüksek seviyelerdedir.UCLA David Geffen School of Medicine’dan psikiyatri doçenti Timothy Fong; uyuşturucu almak ile seks yapmanın elbette ki aynı hisleri oluşturmadığını ancak her ikisinin de aynı beyin bölgelerini uyardığını söylüyor. Öte yandan, kafein, nikotin ve çikolata da beynin ödül merkezlerini uyarır.

2) Seks Antidepresan Etkisi Gösterir

University of Albany ‘de 2002 yılında yapılan ve 300 kadın üzerine yoğunlaşılan çalışmada; seks anında kondomkullanmayan kadınların kondom kullanan kadınlara kıyasla daha az depresif belirtilere sahip oldukları bulgusuna ulaşıldı. Araştırmacılar bu durumun menide bulunan ve seks sonrası vücut tarafından absorbe edilen östrojen veprostaglandin gibi çeşitli bileşenlerin antidepresan özellikte olmasından kaynaklandığını düşünüyorlar. Ekip; ciddi ilişki içerisinde olma ya da oral kontraseptif kullanımı gibi diğer şeylerin de hem duygu durumu hem de kondom kullanımını etkileyebileceğini doğruladılar. Ciddi ilişki içerisindeki insanlar için bu durum iyi haber olsa da, ciddi düşünmeyenlerin kondom kullanımını ihmal etmemeleri gerekiyor.

3) Seks Bazen Yatıştırıcı Olabilir

İyi hissettiren bu kimyasallar, cinsel birleşme anında patlama gösteriyor olabilir fakat, peki ya sonrasında? Araştırmacılara göre; seks sonrası hüzün (postkoital disfori) diye bir şey var. Bir çalışmaya katılan kadınların üçte biri; seks sonrası herhangi bir anda üzüntü deneyimlediklerini bildiriyorlar. Pişmanlık ya da zorlanmış (kendi kendini) olma hissi bu hüznün bir sebebi olabilir, ancak araştırmacılar bu durumun tam olarak neden ortaya çıktığını henüz açıklayamıyorlar.

4) Seks Ağrıyı Uzaklaştırıyor

Araştırmalara göre; cinsel birleşme ağrı semptomlarını uzaklaştırabilir. 2013 yılında Almanya’da yürütülen birçalışmada; migreni olan katılımcıların %60’ı ve küme tipi baş ağrısına (histamin baş ağrısı) sahip katılımcıların %30’u seks anında baş ağrısından kısmen ya da tamamen kurtulduklarını belirtiyorlar. Yapılan diğer çalışmalar ise;G noktası uyarılan kadınların ağrı eşiklerinin yükseldiğini ortaya koyuyor. Rutgers University’den profesör Beverly Whipple; bu durumun kadınları ağrıyı hissetmeleri için daha fazla uyarana ihtiyaç duyma noktasına çıkardığını söylüyor. Öte yandan araştırmacılar anne ve bebek arasındaki bağ olarak isimlendirilen oksitosin hormonunun da ağrıyı uzaklaştırmaya yardımcı olduğunu ileri sürüyorlar.

5) Seks Hafızanızı Temizleyebilir

Her yıl, her 100.000 insandan 7’si, anlık fakat geçici hafıza kaybı olan “küresel geçici amnezi” deneyimliyor. Bu durum; duygusal stres, ağrı, küçük çaplı kafa sarsıntıları ve sıcak ya da soğuk suya birden atlama gibi durumlarla ortaya çıkabildiği gibi coşkulu bir seks sonucunda da ortaya çıkabiliyor. Ortaya çıkan unutkanlık durumu birkaç dakika ya da birkaç saat boyunca sürebilir. Bu süre zarfında, kişi yeni hafızalar oluşturamaz ya da henüz gerçekleşmiş olayları hatırlayamaz. Ve işin güzel yanı ise; bu durum uzun vadeli etkilere sahip değil.

6) Seks Hafızanızı Güçlendirebilir

2010 yılında yapılan bir araştırmada, “kronik” olarak çiftleşen (günde bir kez 14 gün boyunca) farelerle, yalnızca tek seferlik çiftleşme yapmasına olanak sunulan fareler kıyaslandığında, “kronik” olarak çiftleşen farelerin; beynin hafıza ile ilişkili bölgesi olan hipokampuslerinde daha fazla nöron geliştirdikleri gözlemlendi. Bulgular farelerde yapılan ikinci bir çalışma ile de desteklendi. Ancak düzenli seksin insanlarda da aynı etkiyi oluşturup oluşturmadığı durumuna henüz bakılmış değil.

7) Seks Sakinleştiriyor

Düzenli seksin farelerde beyni güçlendirdiğinin ortaya koyulduğu aynı çalışmada farelerin aynı zamanda da daha az stresli oldukları gözlemlendi. Bu durum insanlar için de geçerli. Yapılan bir araştırmada; henüz yeni cinsel ilişki deneyimlemiş insanların cinsel ilişki deneyimlememiş insalara kıyasla stresli durumlara –örneğin; insanların önünde konuşma gibi– tepki oluşturmada daha iyi oldukları sonucuna ulaşıldı.  Peki seks stresi nasıl azaltıyor?Bu örnekte; kan basıncını düşürerek.

8) Seks Uykunuzu Getirir

Seksin kadınlara kıyasla erkeklerin uykusunu getirmesi daha yaygındır. Ve bilim insanları bu durumun sebebini şöyle açıklıyorlar: Beynin prefrontal korteks isimli bölgesi, boşalmanın ardından giderek yavaşlayan bir aktivite gösteriyor. Bu durum da oksitosin ve serotonin salınımıyla birlikte; “kıçını döndü ve yattı” sendromuna sebep olabilir.


Kaynak:

  1. Bilimfili,
  2. 8 Ways Sex Affects Your Brain. http://www.health.com/health/gallery/0,,20894914,00.html
  3. Gallup GG Jr, Burch RL, Platek SM. Does semen have antidepressant properties? Arch Sex Behav. 2002 Jun;31(3):289-93. PMID: 12049024
  4. Brian S. Bird, Robert D. Schweitzer & Donald S. Strassberg The Prevalence and Correlates of Postcoital Dysphoria in Women International Journal of Sexual Health Volume 23, Issue 1, 2011 pages 14-25 DOI:10.1080/19317611.2010.509689
  5. Wang YL, Yuan Y, Yang J, Wang CH, Pan YJ, Lu L, Wu YQ, Wang DX, Lv LX, Li RR, Xue L, Wang XH, Bi JW, Liu XF, Qian YN, Deng ZK, Zhang ZJ, Zhai XH, Zhou XJ, Wang GL, Zhai JX, Liu WY. The interaction between the oxytocin and pain modulation in headache patients. Neuropeptides. 2013 Apr;47(2):93-7. doi: 10.1016/j.npep.2012.12.003. Epub 2013 Jan 30.
  6. D Owen, B Paranandi, R Sivakumar, and M Seevaratnam Classical diseases revisited: transient global amnesia Postgrad Med J. 2007 Apr; 83(978): 236–239. doi: 10.1136/pgmj.2006.052472
  7. Maloy K, Davis JE. “Forgettable” sex: a case of transient global amnesia presenting to the emergency department. J Emerg Med. 2011 Sep;41(3):257-60. doi: 10.1016/j.jemermed.2008.02.048. Epub 2008 Oct 1.
  8. Benedetta Leuner , Erica R. Glasper , Elizabeth Gould Sexual Experience Promotes Adult Neurogenesis in the Hippocampus Despite an Initial Elevation in Stress Hormones Plos ONE  Published: July 14, 2010DOI: 10.1371/journal.pone.0011597
  9. Brody S. Blood pressure reactivity to stress is better for people who recently had penile-vaginal intercourse than for people who had other or no sexual activity. Biol Psychol. 2006 Feb;71(2):214-22. Epub 2005 Jun 14. PMID: 15961213
  10. Serge Stoléru, Véronique Fonteillea, Christel Cornélis, Christian Joyal , Virginie Moulier Functional neuroimaging studies of sexual arousal and orgasm in healthy men and women: A review and meta-analysis Neuroscience & Biobehavioral Reviews Volume 36, Issue 6, July 2012, Pages 1481–1509 doi:10.1016/j.neubiorev.2012.03.006

Kahveye veya Çaya Şeker Atmamızın Gerçek Nedeni Nedir?

Eğer çaya ya da kahveye şeker katanlardansanız, bu eylemi muhtemelen içeceğinizi biraz daha tatlı hale getirmek için yaptığınızı düşünüyorsunuzdur. Ancak gerçekte; çaya ya da kahveye küçük bir miktar şeker katmanın tek sebebi onu biraz daha tatlı yapmak değildir. Bilim insanları; şekerin, acılığı azaltmada önemli bir etkisi olduğunu ve bunu yalnızca acılığa dair bir maskeleme yaparak değil temel kimyasını da etkileyerek yaptığını söylüyorlar.

Food and Function ‘da yayımlanan çalışmada, araştırmacılar kafein, şeker ve suyun moleküler düzeydeki etkileşiminin sıcak içeceklerin tadını etkilediğine dair yeni bir bakış ortaya çıkardılar.

Kafein, acı taddan sorumludur. Kafein molekülleri su içerisindeyken birbirlerine yapışma eğilimi gösterirler ve şeker ilavesi ile bu eğilim daha da artırılır. Yıllardan beri, bilim insanları; bu durumun su molekülleri arasındaki bağların şeker etrafında güçlenmesinden kaynaklı olduğunu kabul ediyorlardı.

Fakat, University of York ‘dan Seishi Shimizu öncülüğündeki araştırma; bu durumun altında yatan sebebin; su ve şeker molekülleri arasındaki çekim olduğunu ve bunun da kafein moleküllerinin şekerden kaçınmak için birbirlerine yapışmalarına (toplaşmalarına) sebep olduğunu ortaya koyuyor.

Bu da acı tadı neden daha az hissettiğimizin sebebi. Bu sürecin arkasındaki temel mantığın doğru şekilde kavranması gıda bilimine birçok açıdan fayda sağlayabilir.

Araştırmacılar; günlük yiyecek ve içeceklerimizin arkasındaki etkileşimleri ve aktiviteleri araştırmak için, gündelik yaşam ve mikroskobik alemi birbirine bağlayan teorik fiziksel kimyanın bir dalı olan istatistiksel termodinamiğikullandılar.


Kaynak:

  1. Bilimfili
  2. University of York, “Sugar in your cuppa… not just about a sweet tooth!”, http://www.york.ac.uk/news-and-events/news/2015/research/tea-coffee-sugar-chemistry/

Düzenli Kahve Tüketimi, Belirli Hastalıklardan Ölüm Riskini Azaltıyor Olabilir

Yoğun bir gün içerisinde içtiğiniz ikinci ya da üçüncü bardak kahveniz, gün içinde uykunuzu açmaktan çok da fazlasını sağlıyor olabilir. Gün içerisinde doğru miktarlarda tüketilen kahve, kalp rahatsızlıklarından ve diğer hastalıklardan ölme riskini azaltıyor olabilir.

American Heart Association dergisi Circulation’da yayımlanan yeni bir çalışmaya göre; hergün düzeli olarak belirli miktarlarda kahve içen -günde 5 bardaktan az-  insanların nörolojik hastalıklar, kardiyovasküler rahatsızlıklar ve tip 2 diyabetten ölme riskleri daha az. 

Verilere göre, tüketilen kahvenin kafeinli ya da kafeinsiz olması da farketmiyor. Araştırmadaki önermelere göre, kahvenin hastalıklardan ölme riskini azaltmasında tek etken kafein değil. Ayrıca, kahve çekirdeklerinin içerisinde doğal olarak bulunan kimyasal bileşikler de bu risklerin azaltılmasına yardımcı oluyor.

Araştırmanın baş yazarı Ming Ding:

‘’Kahve içerisindeki biyoaktif bileşikler insülin direncini ve sistematik inflamasyonu azaltıyor. Bu biyoaktif bileşikler kahve tüketimi ve ölüm oranı arasındaki ters orantıdan sorumlu olabilir. Fakat, bu etkileri meydana getiren biyolojik mekanizmaların çözümlenmesi için yeni araştırmalara ihtiyaç var.’’ 

Araştırmanın bulguları devam etmekte olan üç büyük araştırmanın verilerine dayanıyor; Nurses’ Health Study’den74,890 kadın, Nurses’ Health Study 2’den 93,054 kadın ve Health Professionals Follow-up Study’den 49,557 erkek. Yani toplamda araştırmada kullanılan veriler, 217,501 insanın dahil olduğu çalışmalardan elde edilmiş.

30 yıla kadar takip edilen katılımcıların onaylanmış gıda anketlerini kullanan araştırmacılar, dört yıllık süreçler içerisindeki kahve tüketimlerini değerlendirdiler. Bu süreç içerisinde 19,524 kadın ve 12,432 erkek geniş bir eksende sebeplerden ötürü (hastalık ve intihar gibi) hayatlarını kaybettiler.

Genellikle, sıklıkla kahve tüketen insanlar sigara ve alkol de tüketiyorlar. Sigara ve kahvenin etkilerinin ayrılabilmesi için araştırmacılar çalışmalarını, hiç sigara içmeyen katılımcılar üzerinde de tekrarladılar. Bulgulara göre, kahvenin ölüm riskini azaltması üzerine faydaları, sigara tüketmeyenlerde çok daha belirgin şekilde görülebiliyor.

Araştırmacılardan Frank Hu, kahvenin faydalarına dikkat çekerken bazı durumlarda zararlı olabileceğine dair de uyarıyor:

‘’ Düzenli kahve tüketimi, sağlıklı ve dengeli beslenmesin bir parçası haline getirilebilir. Fakat; özellikle hamile kadınlar ve çocuklar için de, kahve ve diğer içeceklerden alınan kafeinin risk oluşturma ihtimaline karşı da dikkatli olunmalı.’’ 

Araştırma kahve tüketimi ve hastalıklardan ölmenin arasındaki neden sonuç ilişkisinin gösterilmesi için dizayn edilmedi. Bundan dolayı, araştırmanın sonuçlarının dikkatle incelenmesi gerekiyor.

Daha önce yapılan çalışmalarda, kahve tüketimi ve toplam ve etkene bağlı ölüm riski arasında tutarlı olmayan ilişkiler bulunmuştu. Yapılan bu çalışma da, literatüre, düzenli kahve tüketiminin sağlık açısından faydaları olabileceğini ekliyor. Fakat, kahvenin vücut üzerinde nasıl bir etkisi olduğunun ve değişik kahve türlerinin bu rolü yerine getirip getirmediğinin belirlenmesi için yeni araştırmalara ihtiyaç duyuluyor.


İlgili Makale: Bilimfili, Ming Ding et al. Association of Coffee Consumption with Total and Cause-Specific Mortality in Three Large Prospective CohortsCirculation, 2015 DOI: 10.1161/CIRCULATIONAHA.115.017341

Çocukların Kafein Tüketmesi Büyümelerine Etki Eder Mi?

Mit-1: “Çocuklar kahve içmez! Çünkü içerlerse büyüyemezler, küçük kalırlar. Kafein onların büyümesini engelleyen şeydir.” 

Mit-2: “Al çocuğum, daha çok kahve iç ki daha fazla büyü!”

Mit-3: “Çocuklar kahve içerlerse kalp hastalıkları çekerler.”

Gerçek: Kafeinin çocuk sağlığını yetişkin sağlığından dikkate değer miktarda daha fazla etkilediğini gösteren herhangi bir araştırma bulunmamaktadır.

Bilgi-1: Şaşırtıcı bir şekilde bazı Avrupa ve Amerika toplumlarında kafein ve kahve tüketimi “çocukların büyümesine yardımcı olacak etkide” görülürken, Türkiye gibi bazı diğer ülkelerde bunun tam tersi yönünde bir inanış vardır. Kahvenin çocukların büyümesini destekleyici veya engelleyici olduğunu gösteren hiçbir araştırma sonucu bulunmamaktadır. Çocukların kafein sindirim becerisi, yetişkinler ile neredeyse birebir aynıdır.
Bilgi-2: Bazı ebeveynlerin çocuklarına kahve içirmeme nedeni, kafeinin uyarıcı etkisi nedeniyle çocuklarında hiperaktiviteyi tetikleyeceği endişesidir. Yapılan araştırmalarda, ortalama miktarda alınan kafeinin çocukların aktivite miktarı ve hızında dikkate değer hiçbir etkisi olmamıştır. Ancak hiperaktivite teşhisi konulmuş veya bu rahatsızlığa daha yatkın çocuklarda yüksek dozda kafein tüketimi geçici süreler için de olsa gerçekten de aşırı uyarılmışlık, rahatsızlık ve telaşlılık (anksiyete) yaratabilir. Fakat bu özel vakalarda bile orta düzeyde tüketimin tehlike arz etmediği gösterilmiştir.
Bilgi-3: Yetişkin insanlar için orta düzey kafein tüketim miktarı günde 300 miligramdır. Yine de çocuklar için tavsiye edilen oranlar, yaşa bağlı olarak bundan biraz daha az olabilmektedir. Şöyle bir liste yapabiliriz:
• 4-6 yaş arası çocuklar için günde 45 miligram,
• 7-9 yaş arası çocuklar için 62.5 miligram,
• 10-12 yaş arası için günde 85 miligram,
• 12-18 yaş arası için günde 100 miligram güvenli limit olarak belirlenmektedir.
Bilgi-4: Kıyaslama olması açısından, tükettiğimiz ürünlerdeki kafein miktarlarıyla ilgili olarak aşağıdaki gibi bir liste oluşturabiliriz:
• Kahve makinalarından alacağınız 190 mililitrelik kahve içerisinde 75 miligram,
• Evinizde yaptığınız bir kahvenin 190 mililitresinde ortalama 85 miligram,
• Evinizde yaptığınız çayın 190 mililitresinde ortalama 50 miligram,
• Kafein ya da guarana içerikli enerji içeceklerinin 250 mililitresinde 28-87 miligram,
• Diyet de olsa, normal de olsa kolalı içeceklerin 250 mililitresinde 8-53 miligram,
• Bazı diğer gazlı içeceklerin 250 mililitresinde 24 miligram,
• Çikolatanın 50 gramında ortalamada 5.5-35.5 miligram kafein bulunmaktadır.
Bilgi-5: Kafeinin etkilerini de, diğer tüm kimyasallarda olduğu gibi kısa dönem ve uzun dönemde incelemek faydalı olacaktır. Kısa dönemde kafeinin temel etkileri, hepimizin bildiği uyarılmışlık, heyecan ve uyumada zorluk çekmektir. Birçok uzman kafeinin uzun dönemde ve ortalama-üstü tüketimde asıl zararların ortaya çıktığında hemfikirdir.
Bilgi-6: Bu konuda verilebilecek en uygun tavsiye, kafeinli içecekleri seven çocuklarınızın ara sıra, ödül amaçlı olarak bu içecekleri ve yiyecekleri tüketmesinde dikkate değer hiçbir sakınca olmadığıdır. Fakat bağımlılık, aşırı tüketim, aşırı isteklilik gibi durumlar söz konusu olduğunda bu tüketimi azaltmak faydalı olacaktır. Uzun lafın kısası, kafeinin kabul edilemez miktarda zararları bulunmamaktadır ve kafeinin çocukları yetişkinlerden farklı etkilediği uydurmadır; ancak yine de güvenli tarafta kalmak adına düzenli ve aşırı tüketimden kaçınmakta fayda vardır.
 
Kaynaklar ve İleri Okuma: