University of Western Australia’dan araştırmacılarpsikolojik bir illüzyonun insanları olduğundan daha zayıf olduklarını düşünme yanılgısına yönlendirebiliyor.
yayımlanan yeni bir araştırmada, vücudumuzu nasıl algıladığımızın, aslında kendimiz ve başkaları tarafından yapılan geçmiş gözlemlerin harmanlanmasıyla yaratılan bir bozulma olduğuna dair deliller elde edildi. Sıralı bağlılık olarak bilinen bu doğal önyargı, beynimizin zamanla topladığı verinin ortalamasını alma etkisidir. Araştırma verilerine göre, vücut büyüklüğüne ilişkin yargılar, daha önceki tecrübelere dayanıyor.
Bir kişinin ağırlığı, ortalamanın üzerine çıktıkça, geçmiş deneyimlerinin daha küçük vücut büyüklüğü içermesi de daha muhtemel hale gelir. Çünkü beynimiz, geçmiş ve güncel deneyimlerimizi birleştirir ve aslında olduğumuzdan daha zayıf göründüğümüze dair bir illüzyon oluşturur. 103 kadın katılımcının yer aldığı çalışmada, katılımcılara; normalin altında, normal, aşırı kilolu ve obez şeklinde değişkenlik gösteren bir dizi kadın vücudu fotoğrafı gösterildi. Araştırmada, katılımcılardan, vücut çizgisi olarak bilinen görsel bir analog ölçek boyunca bir çizgi çizerek algılanan vücut büyüklüğüne dair bir değerlendirmede bulunmaları istendi. Yapılan değerlendirmelerin ardından, algılanan vücut büyüklüğünde sıralı bir önyargıya dair deliller elde edildi. Yani katılımcılar, vücut büyüklüğüne dair yargılarının daha önce gördükleri vücut büyüklüğüyle uyumlu olması eğilimi gösterdiler.
Araştırma, insan gözlemcilerinin, kendi vücut büyüklüğü ve başkalarının vücut büyüklüğüne dair tahminler geliştirmede genellikle zayıf olduğunu ortaya koyuyor. Bir başka ifadeyle, vücut büyüklüğüne ilişkin yargılar, her zaman tutarlılık göstermiyor ve çeşitli faktörlerden etkilenebiliyor. Hatta bazen yanımızdaki insanın vücut büyüklüğüne dair gözlemimizden bile etkilenebiliyor.
Elde edilen bu bulgular, başarılı bir diyet şansını da içeren kilo verme yaklaşımları için önemli işaretler taşıyor. Bu durumu sağlık açısından ilginç kılan şey ise, yanlış algılayan vücut boyutunun yeme bozuklukları veya obezitenin ortak bir semptomu olmasıdır. Araştırma ekibi bu yanılsamaları düzeltmeyi ve böylelikle insanların ağırlıklarını doğru bir şekilde değerlendirebilmelerini, beklentileri yönünde mi yoksa aksi yönde mi bir değişimin gerçekleştiğini tutarlı bir biçimde görebilmelerine yardımcı olmayı hedefliyor.
Obezite oranlarının giderek arttığı bir dünyada, bu bozukluk; kötü sağlık, düşük yaşam kalitesi ve çeşitli büyük hastalıkların başlangıcı ve ciddiyetindeki artış ile bağlantılıdır. Kilo alımının fark edilmemesi, sorunun fark edilmesini geciktirir, böylece bireyler ve toplumlar için sağlık sorunlarının ortaya çıkma olasılığı da artar.
Kaynak ve İleri Okuma:
Past visual experiences weigh in on body size estimation. Scientific Reports, (January, 2018). https://www.nature.com/articles/s41598-017-18418-3
Antik Yunancada ἀν–(an-, “olumsuzluk ön eki”) + ὄρεξις(órexis, “iştah”) → ἀνορεξία(anorexía); Özellikle hastalık sonucu iştahsızlık.
Yaygın olarak anoreksiya olarak bilinen Anoreksiya nervoza, yeme bozukluğu olarak sınıflandırılan ciddi bir zihinsel sağlık durumudur. Bu bozukluğa sahip kişiler kilolarını mümkün olduğunca düşük tutmak için aşırı davranışlara girişirler. Bu tür davranışlar arasında, bunlarla sınırlı olmamak üzere, katı diyet veya oruç tutma yoluyla gıda alımının önemli ölçüde kısıtlanması, aşırı egzersiz ve bazı durumlarda aşırı yeme ve ardından kendi kendine kusmaya başvurma yer alır. İkincisi, tüketilen gıdanın vücuttan atılmasını amaçlayan müshillerin, lavmanların veya diğer ürünlerin kullanımını içerebilir. Bu uygulamalar, vücut ağırlığı ve yiyeceklerle aşırı meşguliyetten kaynaklanır ve sıklıkla derinden çarpık bir beden imajıyla birleşerek bireylerin, zayıf olsalar bile kendilerini aşırı kilolu olarak algılamalarına yol açar.
Anoreksiya farklıdır ancak bazen ters anoreksi olarak bilinen, aynı zamanda bigoreksiya veya kas dismorfisi olarak da adlandırılan başka bir durumla karıştırılır. Geleneksel anoreksi, kilo verme arzusuyla karakterize edilirken, ters anoreksiya, kas kütlesinin ve vücut boyutunun artmasıyla ilgili bir takıntı ile karakterize edilir. Ters anoreksi olan kişiler vücutlarını olduklarından daha küçük veya daha az kaslı olarak algılarlar, bu da kompülsif egzersiz ve vücut geliştirmeye, sıkı diyetlere ve bazen kas kütlesi kazanmak amacıyla madde bağımlılığına yol açar.
Her iki durum da ciddidir ve önemli sağlık riskleri taşır. Anoreksiya, vücuttaki hemen hemen her organ sistemini etkileyen ciddi yetersiz beslenmeye yol açabilirken, ters anoreksi, aşırı efordan kaynaklanan fiziksel yaralanmaların yanı sıra, uygunsuz beslenme ve madde bağımlılığından kaynaklanan uzun vadeli sağlık sorunlarına da yol açabilir. Her iki bozukluğun belirtilerini sergileyen bireylerin profesyonel yardım alması çok önemlidir. Tedaviler mevcuttur ve genellikle gıda ve vücut imajına karşı sağlıklı tutumların yeniden kazandırılmasını amaçlayan psikolojik terapi ve beslenme danışmanlığının bir kombinasyonunu içerir. Erken müdahale, iyileşme için en iyi şansı sunar ve bu karmaşık bozuklukların farkındalığının ve anlaşılmasının önemini vurgular.
Epidemiyoloji
Yeme bozuklukları, özellikle de anoreksiya nervoza, özellikle gençler arasında ciddi bir halk sağlığı sorunu oluşturmaktadır. İstatistikler, ergenlerin yaklaşık %13’ünün 20 yaşına kadar yeme bozukluğu geliştireceğini, kızların %3,8’inin ve erkeklerin %1,5’inin bu durumlarla mücadele ettiğini ortaya koyuyor. Özellikle bu bozuklukların prevalansının yaşla birlikte artması, ergenlerin yetişkinliğe yaklaştıkça artan bir riske işaret etmektedir.
Klinik
Anoreksiya nervoza, şiddetli kilo kaybına ve sağlıklı kiloyu korumanın reddedilmesine yol açan amansız bir zayıflık arayışıyla karakterizedir. Bu bozukluğa sahip bireyler sıklıkla çarpık bir beden imajı, yoğun kilo alma korkusu ve düşük vücut ağırlığının ciddiyetini inkar etme sergilerler. Anoreksinin belirtileri arasında aşırı kilo kaybı, anormal kan sayımı, kabızlık, dehidrasyon, kadınlarda adet dönemlerinin kesilmesi, uykusuzluk, yorgunluk, mavimsi parmaklar, bayılma, baş dönmesi ve saçların incelmesi veya dökülmesi yer alır. Daha da önemlisi, anoreksiya hastalarında benlik saygısı genellikle vücut imajı algısıyla karmaşık bir şekilde bağlantılıdır ve bu da bozukluğun psikolojik yönlerini fiziksel olanlar kadar kritik hale getirir.
Anoreksi, düzensiz kalp atışları, düşük kan şekeri, kemik kütlesi kaybı, böbrek ve karaciğer hasarı, osteoporoz, anemi ve kısırlık gibi ciddi riskleri ve komplikasyonları beraberinde getirir. Bu komplikasyonlar erken teşhis ve tedavinin önemini vurgulamaktadır. Anoreksinin vücut büyüklüğüne göre ayrımcılık yapmadığını da belirtmek önemlidir; Daha büyük vücut boyutlarına sahip bireyler de anoreksiden muzdarip olabilir, ancak toplumsal önyargılar ve hastalık hakkındaki yanlış anlamalar nedeniyle teşhis edilme olasılıkları daha düşük olabilir.
Tedavi
Tedavi söz konusu olduğunda Yeme Bozuklukları Akademisi, ideal vücut ağırlığının %75’i veya altında olan bireyler için yatarak tedavi önermektedir; ancak bu, katı bir eşik yerine genel bir kılavuzdur. Tedavi tipik olarak tıbbi bakım, beslenme danışmanlığı ve bozukluğun psikolojik bileşenlerini ele alan terapiyi içeren çok disiplinli bir yaklaşımı içerir.
Davranışsal olarak, anoreksiyalı bireyler kalori saymaya aşırı zaman harcayabilir, şişmanlattığına inandıkları yiyeceklerden kaçınabilir, öğün atlayabilir ve bazı durumlarda yiyecekleri saklayabilir veya atabilir. Anoreksinin başlangıcı genellikle kasıtlı ve önemli kilo kaybı, yeterli miktarda veya çeşitte yiyecek yemeyi reddetme ve açlığın ısrarla reddedilmesi ile işaretlenir ve bunların tümü anormal derecede düşük bir vücut ağırlığının korunmasına katkıda bulunur.
Beyin ile yeme bozuklukları, özellikle de anoreksiya nervoza arasındaki karmaşık ilişki, nörolojik, psikolojik ve fiziksel faktörlerin karmaşık bir etkileşimini ortaya koymaktadır. Araştırmacılar, aşırı yemek yeme gibi yeme bozukluklarına özgü davranışların, beynin ödül tepki sürecini ve yiyecek alımını kontrol eden devreleri değiştirebileceğini belirlediler. Bu değişiklikler, normal yeme düzenini bozan davranışları güçlendirebilir ve yeme bozukluğunun sürdürülmesinde kısır bir döngü yaratabilir.
Anoreksiya hastalarında yaygın bir davranış olan kendini aç bırakmanın beyin üzerinde derin etkileri vardır. Duygusal ve bilişsel olarak bireylerde depresyon, anksiyete, sinirlilik, ruh halinde değişimler ve yoğun olumsuz tepkiler yaşanabilmektedir. Coşku, motivasyon, konsantrasyon, problem çözme becerileri ve anlayışta belirgin bir azalma var. Takıntılı düşünme, artan katılık ve azalan uyanıklık da daha belirgin hale gelir. Bu değişiklikler günlük işleyişi ve yaşam kalitesini önemli ölçüde bozar.
Fiziksel olarak yemek yememek veya aşırı az yemek, bir dizi ciddi komplikasyona neden olabilir. Bireyler, vücudun gerekli besin maddelerinin eksikliğinden dolayı geveleyerek konuşma, kafa karışıklığı, bayılma ve hatta nöbetler yaşayabilir. Uzun vadeli beslenme yetersizlikleri, diğer sağlık sorunlarının yanı sıra ciddi kilo kaybına, yorgunluğa, depresyona ve mide sorunlarına yol açabilir.
Anoreksinin kalıcı etkileriyle ilgili olarak araştırmalar, ciddi vakaların beyinde yapısal değişikliklere ve hem beyni hem de vücudun diğer kısımlarını etkileyen sinir hasarına yol açabileceğini göstermektedir. Bu değişikliklerin bazıları sağlıklı bir kiloya döndüğünüzde tersine dönebilirken, diğerleri kalıcı olabilir; bu da erken müdahalenin ve sürekli tedavinin kritik doğasını vurgular.
Anoreksiyadan iyileşme, sağlıklı kiloya dönüş ve sağlıklı beslenme alışkanlıklarının benimsenmesini içeren çok yönlü bir süreçtir. Tipik olarak birinci basamak doktorlarını, ruh sağlığı uzmanlarını ve beslenme uzmanlarını içeren bir ekip yaklaşımı gerektirir. İyileşmenin süresi bireyler arasında büyük farklılıklar gösterir; bazıları tedaviye hızlı yanıt verir, diğerleri ise tam iyileşmeye daha uzun bir yol kat eder. Süreç son derece kişiseldir ve bozukluğun süresi ve şiddetinden, bireyin destek sisteminden ve etkili tedaviye erişiminden etkilenebilir.
Özetle, yeme bozuklukları, özellikle de anoreksiya nervoza, hem zihinsel hem de fiziksel sağlık açısından önemli bir sorunu temsil etmektedir. Beynin bu bozukluklardaki rolünü anlamak, etkili tedaviler geliştirmek ve etkilenenlere destek sağlamak için çok önemlidir. İyileşme mümkündür ancak hastalığın nörolojik, psikolojik ve fiziksel yönlerini ele alan kapsamlı ve sürekli bir yaklaşım gerektirir.
Tarih
“Anoreksiya nervoza” terimi, Yunanca “anoreksiya” (iştahsızlık) ve “nervosa” (sinirlerle ilgili) sözcüklerinden kaynaklanmaktadır. Terim ilk kez 1873’te Sir William Gull tarafından icat edildi ve başlangıçta bir tür histeri olduğu düşünülüyordu. Ancak 1900’lü yılların başlarında aşırı kilo kaybı, çarpık vücut imajı ve yoğun kilo alma korkusuyla tanımlanan ayrı bir yeme bozukluğu olarak kabul edildi.
Erken Tanıma ve Kavram Yanılgıları
Anoreksiya nervozanın kökleri dini oruç uygulamalarına kadar uzanan uzun ve karmaşık bir geçmişi vardır. Antik Yunan ve Roma’da oruç genellikle saflık ve ruhsal aydınlanmayla ilişkilendirilirdi. Bu uygulamalar genellikle kısa ömürlü olmasına ve sağlıksız sayılmamasına rağmen daha sonraki yeme bozukluklarının temelini atmış olabilir.
Orta Çağ’da oruç, kendini kırbaçlama ve kefaret aracı olarak daha yaygın hale geldi. Kendini inkar ve fedakarlığa yapılan bu vurgu, anoreksiya nervozaya dönüşebilecek daha aşırı oruç biçimlerinin gelişmesine katkıda bulunmuş olabilir.
18. yüzyıla gelindiğinde tıp camiası aşırı orucun tehlikelerini fark etmeye başladı ve uygulamasına sınırlamalar getirdi. Ancak anoreksiya nervozayı tetikleyen altta yatan psikolojik faktörler hala tam olarak anlaşılamamıştır.
19. Yüzyıl ve Anoreksiya Nervozanın Tanınması
“Anoreksiya nervoza” terimi ilk kez 1873’te İngiliz doktor Sir William Gull tarafından tanıtıldı. Bu durumu “kadınların idiyopatik bir sevgisi, ilerleyici zayıflama, yiyeceklere karşı isteksizlik ve yemenin sonuçlarına ilişkin kaygı ile karakterize edilen” olarak tanımladı.
Gull’un anoreksiya nervoza tanımı, nadir ve egzotik bir durum olarak görüldüğü için ilk başta şüpheyle karşılandı. Ancak bozukluğun anlaşılması arttıkça, bunun önceden düşünülenden daha yaygın olduğu ortaya çıktı.
20. Yüzyılın Başları ve Hormonal Teori
20. Yüzyılın başlarında anoreksiya nervozaya ilişkin araştırmaların odağı hormonal sisteme kaydı. Bozukluğun, özellikle metabolizmayı ve iştahı düzenleyen hormonların dengesizliğinden kaynaklandığı varsayıldı. Bu teori, anoreksiya nervoza için genellikle etkisiz olan hormonal tedavilerin geliştirilmesine yol açtı.
20. Yüzyıl Ortası ve Psikodinamik Teori
20. yüzyılın ortalarına gelindiğinde anoreksiya nervozaya ilişkin araştırmaların odağı, bozukluğa katkıda bulunan psikolojik faktörlere kaydı. Psikodinamik teorisyenler, anoreksiya nervozanın bireylerin kaygı, suçluluk veya düşük özgüven gibi altta yatan psikolojik çatışmalarla başa çıkmanın bir yolu olduğunu savundu. Bu teori, anoreksiya nervoza için psikanaliz ve aile terapisi gibi psikoterapötik tedavilerin geliştirilmesine yol açtı.
Modern Perspektifler ve Çok Boyutlu Yaklaşım
Bugün anoreksiya nervozanın psikolojik, biyolojik ve sosyokültürel etkiler de dahil olmak üzere çeşitli katkıda bulunan faktörlerden oluşan karmaşık bir hastalık olduğunu anlıyoruz. Anoreksiya nervoza tedavisi tipik olarak psikoterapi, beslenme danışmanlığı ve ilaç tedavisinin bir kombinasyonunu içerir.
Kaynak
American Psychiatric Association. (2013). Diagnostic and statistical manual of mental disorders (5th ed.). Arlington, VA: American Psychiatric Publishing.
Treasure, J., Claudino, A. M., & Zucker, N. (2010). Eating disorders. The Lancet, 375(9714), 583-593.
Fairburn, C. G., & Harrison, P. J. (2003). Eating disorders. The Lancet, 361(9355), 407-416.
Becker, A. E., Burwell, R. A., Herzog, D. B., Hamburg, P., & Gilman, S. E. (2002). Eating behaviours and attitudes following prolonged exposure to television among ethnic Fijian adolescent girls. The British Journal of Psychiatry, 180(6), 509-514.
Murray, S. B., Rieger, E., Hildebrandt, T., Karlov, L., & Russell, J. (2012). Muscle dysmorphia and the DSM-V conundrum: where does it belong? A review paper. International Journal of Eating Disorders, 45(6), 483-491.
Pope, H. G., Jr., Phillips, K. A., & Olivardia, R. (2000). The Adonis Complex: The Secret Crisis of Male Body Obsession. New York: Free Press.
Swanson, S. A., Crow, S. J., Le Grange, D., Swendsen, J., & Merikangas, K. R. (2011). Prevalence and correlates of eating disorders in adolescents. Archives of General Psychiatry, 68(7), 714-723.
American Psychiatric Association. (2013). Diagnostic and statistical manual of mental disorders (5th ed.). Arlington, VA: American Psychiatric Publishing.
Lock, J., & Le Grange, D. (2015). Treatment Manual for Anorexia Nervosa: A Family-Based Approach (2nd ed.). New York: Guilford Press.
Golden, N. H., Katzman, D. K., Sawyer, S. M., Ornstein, R. M., Rome, E. S., Garber, A. K., … & Kreipe, R. E. (2016). Update on the medical management of eating disorders in adolescents. Journal of Adolescent Health, 56(4), 370-375.
Treasure, J., & Schmidt, U. (2013). The cognitive-interpersonal maintenance model of anorexia nervosa revisited: A summary of the evidence for cognitive, socio-emotional and interpersonal predisposing and perpetuating factors. Journal of Eating Disorders, 1(1), 13.
Keski-Rahkonen, A., & Mustelin, L. (2016). Epidemiology of eating disorders in Europe: prevalence, incidence, comorbidity, course, consequences, and risk factors. Current Opinion in Psychiatry, 29(6), 340-345.
Fiziksel aktivitenin; kalp hastalıkları, diabet ve kanser riskini azaltıyor olmasından, mental sağlığı ve duygu durum halini güçlendiriyor olmasına kadar sağlık açısından birçok faydası var.
Fakat yaygın olan kanının aksine; Loyola University Chicago Stritch School of Medicine ‘dan halk sağlığı bilimcilerine göre, egzersiz yapmak kilo kaybetmenize yardımcı olmuyor.
International Journal of Epidemiology ‘de yayımlanan çalışmada, araştırmacılar; fiziksel aktivitenin, genel sağlık ve formda olma seviyelerini geliştirmede son derece önemli olduğunu, ancak obeziteyi azaltabildiğine dair oldukçasınırlı delilin bulunduğunu söylüyorlar.
Araştırma ekibinden Richard S. Cooper ve Amy Luke yıllardır fiziksel aktivite ve obezite arasındaki ilişkiye dair çalışmalar yapıyorlardı. Araştırmalarına başladıklarında, fiziksel aktivitenin kilo kaybetmede önemli bir etken olduğunu varsaydılar. Fakat, delillerdeki baskınlık, bu varsayımın yanlış olduğunu gösterdi.
Araştırmaya göre; eğer aktivitenizi artırırsanız, iştahınız da artar ve bu durumu daha fazla yiyerek telafi edersiniz. Bu yüzden; fiziksel aktivitenizde artış olsa da olmasa da, kalori kontrolü; mevcut kilonun korunması ya da kilo kaybı için kilit nokta olarak kalır.
Bir başka deyişle; araştırmacılar, halk sağlığına dair verilen “daha aktif olun”, “merdivenleri kullanın” ve “daha fazla meyve-sebze tüketin” gibi mesajların takdir edilebilecek bir yanının olmadığını söylüyorlar. Yani reçete oldukça açık olmalı: Kilo kaybı için tek bir etkili yol vardır; düşük kalorili besinler tüketin.
Yiyecek ve İçecek Şirketleri Algı Yönetimi Yapıyorlar
Öte yandan araştırma kapitalizme dair de çarpıcı bir gerçekliği ortaya koyuyor. Özellikle de yiyecek ve içecek endüstrisi; obezitenin ana sebebinin yetersiz fiziksel egzersiz olduğu algısını geliştirerek kalori tüketimindeki dikkati farklı yönlere çekmeye çalışıyor. Örneğin; yakın zamanda New York Times, dünyanın en büyük şekerli içecek şirketi olan Coca-Cola ‘nın; obezite krizine dair yeni bir bilimsel-temele dayalı (!) destek sağladığını: Sağlıklı bir kiloyu elde etmek için; daha fazla egzersiz yapılması gerektiğini ve kalori tüketiminin azaltılmasının kafaya takılacak bir durum olmadığını belirtti.
International Journal of Epidemiology ‘de araştırmacılar; fiziksel aktivitenin kilo kaybı için kilit önemde olmadığına dair delilleri detaylandırdılar. İşte birkaç örnek:
• Genellikle Afrika, Hindistan ve Çin gibi ülkelerdeki düşük obezite oranlarının yoğun günlük çalışma temposundan kaynaklı olduğu ileri sürülür. Fakat; deliller bu kavrayışı desteklemiyor. Örneğin; Afrikalı Amerikanlar kilo almaya Nijeryalılardan daha yatkındırlar. Fakat, araştırma ekibi, vücut büyüklüğünü düzenlediğinde, Nijeryalıların fiziksel aktivite yoluyla Afrikalı Amerikanlardan daha fazla kalori yakmadıklarıbulgusuna ulaştılar.
• Birçok klinik çalışma; egzersizle birlikte yapılan kalori kısıtlamasında kaybedilen kilonun, yalnızca kalori kısıtlamasıyla (egzersiz yok) kaybedilen kiloyla hemen hemen aynı olduğunu gösteriyor.
• Gözlemsel araştırmalar; enerji harcanması ve ardından gelen kilo değişimi arasında herhangi bir ilişki olmadığını gösteriyor.
Çalışmanın 2013 yılında International Journal of Epidemiology ‘de yayımlanmasından beri, araştırmacılar; fiziksel aktivitenin obezite riskini etkilemediğine dair delillerin çoğaldığını söylüyorlar.
Fiziksel aktivitenin birçok faydası olmasına rağmen, fiziksel aktivitedeki artışın kalori alımında bir artışı ortaya çıkardığına dair deliller artıyor. Ancak bilinçli bir çaba, bu kalori telafisine dair artışı sınırlandırabilir.
Çalışma Referansı: A. Luke, R. S. Cooper. Physical activity does not influence obesity risk: time to clarify the public health message. International Journal of Epidemiology, 2014; 42 (6): 1831 DOI: 10.1093/ije/dyt159