Karanlıktan Korkuyor Olmamızın Evrimsel Bir Nedeni Var

Hepimiz çocukluğumuzun bir döneminde mutlaka bir karanlık korkusu evresi geçirmişizdir. Çünkü her gece karanlığın bastırmasıyla korkutucu şeyler, canavarlar, yaratıklar hayallerimizde canlanmaya başlar.

Her ne kadar çocukça bir korku gibi gelse de, karanlık korkumuz geceleri etrafta dolaşan avcılara karşı bizi hayatta tutan evrimsel bir özelliktir. Bilim insanları, bugün en tepedeki avcı olan insanın bu doğuştan gelen korkusunun insanlık tarihinin bir noktasında kök bulduğuna dair hipotezler ileri sürüyorlar.
Teknolojinin ilerlemesiyle insan gerçek bir süper avcıya dönüşmüştür. Teknolojiden önce, atalarımız, insan avlamaktan başka bir şey istemeyen avcılara dair sürekli olarak alarm durumundaydılar. Daha da ürkütücü olanı ise bu avcıların büyük çoğunluğu geceleri avlanıyordu. Çünkü av olmaya en müsait olduğumuz an; görüşümüzün en zayıf olduğu zamanlardı.

Dolayısıyla, gecenin bir yarısı güvende olmak durumu atalarımız için çok önemli bir önlemdi. Çok basit, eğer güvende değilsen, ölürsün. Yıllar boyunca, bu gecesel korku, içgüdüsel olmaya başladı ve bugün de hala hafif bir edişe formunda deneyimlemeye devam ediyoruz.

2012 yılında Kanada’daki University of Toronto’dan araştırmacılar tarafından yürütülen bir çalışmada; bu endişenin tam anlamıyla bir panik tepkisi olmadığı ileri sürülüyor. [1] Bundan ziyade, bizi tetikte tutan bir tür bekleme, kötü bir şey olacağına dair sezi gibi yani tam da atalarımızın ihtiyacı olan şey. Bu tür bir endişe, kaslarınızı hazır tutar ve duruma göre sizi tehlikeden uzaklaştıracak “savaş ya da kaç” tepkisine hazırlıklı yapar.

Karanlık korkusu esasında bilinmeyen korkusudur. Etrafta ne olup bittiğini göremeyiz ve bu durum bizi gergin yapar, çünkü hayal gücümüz boşluğu en kötü şeyle doldurur. Antik insanlar için, bu kötü şeyler aslanlar ve diğer avcılardı, bugünün dünyasında yani bu tür avcıların olmadığı büyük şehirlerde ise bu kötü şeyler; doğaüstü kurgular ve mistik şeyler (cin, peri, ruh vs.) halini almıştır. Aslına bakarsanız; ilkel atalarımızın modern insana göre çok daha gerçekçi düşündüklerini söyleyebiliriz.

Bizler de, doğaüstü kurgular yaratırız, çünkü avcı boşluğunu bu kurgular doldurur. Bunun en güzel örneğini de korku filmleri yapar; iyi bir korku filmi, size doğrudan canavarı göstermez çünkü hayal gücünüzün en korkuncunu yaratacığını bilir.

İlkel insan toplulukları yavaş yavaş şehir-seven toplumlara dönüştükçe, karanlık korkumuz da devam etti. Ancak yalnızca küçük bir farklılıkla; çünkü birçoğumuzun artık karanlıktan korkmasına gerek kalmadı; ampuller, telefon ekranları, televizyon ışıkları iyi ya da kötü karanlığa dair çaresizlikten ziyade bizler için bir seçim oluşturabiliyorlar.

Teknik olarak artık bu korkuya ihtiyaç duymasak da, beynimizde bir yerlerde varlığını korumaya devam ediyor. Bu özellikler yüzyıllar boyunca uzak akrabalarımızdan bizlere miras kaldı. İnsanların yeryüzünde bulunduğu süreyi göz önünde bulundurduğunuzda; bu korkunun, çok yakın zamana kadar büyük şehirlerde yaşayan bizler için tamamen demode olduğunu söyleyemeyiz.

Dolayısıyla, siz ya da çocuğunuz karanlıktan korkuyorsanız, bunun bir zamanlar atalarımızı hayatta tutan çok önemli bir özellik olduğunu hatırlayın. Çünkü bu korku sizi tavuk yapmıyor, sadece tehditlere karşı vücudunuzu alarmda tutuyor ve sizi hayatta kalmaya daha uygun hale getiriyor.


Kaynaklar: Bilimfili
1- Journal of Sleep and Sleep Disorders Research, Volume 35. 2012 Link
2- Tarantola, A. Why We’re Afraid of the Dark (and Why It’s Good That We Are). Gizmodo. Link (Retrieved on: 2016, April 26)
3- Hrala, J. There’s an evolutionary reason why we’re afraid of the dark. Sciencealert. Link (Retrieved on: 2016, April 26)
3- Zielinski, S. Modern Humans Have Become Superpredators. Smithsonian. Link (Retrieved on: 2016, April 26)

Görsel: Deviantart-by Aerorwen

Duygular Sandığınız Kadar Karmaşık Olmayabilir

Birçok kişi aynı anda çok fazla duyguyu hissedebildiğini düşündüğü karmaşık süreçlerden geçer. Bu hisler gerçek olabilir. Ancak bilinmesi gereken şey hayatımız boyunca zaten en fazla dört farklı duygu hissedebileceğimiz: “Sevinç, üzüntü, korku/şaşkınlık ve öfke/iğrenme.”

İskoçya’daki Glasgow Üniversitesi Sinirbilim ve Psikoloji Enstitüsü’nden bilim insanlarının 2014 yılına ait araştırması altı sanılan farklı duygu türlerinin dört olduğu sonucuna vardı.

Araştırma süresince algısal beklenti modellemesi, bilgi teorisi ve Bayes sınıflandırıcılar[1] bir arada kullanıldı. Deneylerde ise yüzlerindeki 42 kası hareket ettirebilen ve bu konuda özel eğitim alan kişilerle çalışıldı. Bilgisayar yazılımlarıyla bu kişilerin yüz şekillerini ve duygu sinyallerini ölçen bir takım deneyler, kişilerin hangi durumda hangi kaslarını hareket ettirdiklerini kaydetti.

Kayıtlar yapıldıktan sonra, bazı gönüllülerden de bu kişilerin yüz ifadelerini betimlemeleri istendi. Çalışmanın sonucunda, bazı duyguların birbirine benzer olduğu tespit edildi. Korku ve şaşkınlık büyük ölçüde aynı özellikleri gösterirken, öfke ve iğrenmenin de oldukça yakınlık gösterdiği ortaya çıktı. Çalışmadaki tepkilerin analizinde, gözlerin çok açık olması korku ve şaşkınlığın göstergesi olarak tanımlanırken, burnun büzüştüğü öfke ve iğrenmenin de birbirleriyle aynı mesajı verdiği görüldü.

Bu duyguların gösterdiği benzerlikler altı farklı türü olduğu düşünülen duygunun dört temel başlığa inmesine neden oldu. Yüzün sevinç, üzüntü, korku/şaşkınlık ve öfke/iğrenme olmak üzere dört duyguyu yansıtabildiği sonucuna varıldı. Araştırmanın sonuçları Amerikan ‘Current Biology‘ dergisinde yayımlandı.

Bir sonraki çalışma, 2009 yılında yine ‘Current Biology’ dergisinde, yüz ifadelerinin kültürlere göre değiştiği üzerine yazılan bir makalenin devamı olarak yüz ifadelerinin kültürlere göre analizi olacak.

[1]- Bayes sınıflandırıcı – (Bayes Classifier) : İstatistiki sınıflandırma yöntemleri arasında, sınıflandırmadaki hata payını (misklasifikasyon) minimize etmeye yarayan bir metot.


Kaynak: Bilimfili, Jack, Rachael E., Oliver GB Garrod, and Philippe G. Schyns. “Dynamic Facial Expressions of Emotion Transmit an Evolving Hierarchy of Signals over Time.” Current biology 24.2 (2014): 187-192.
Jack, Rachael E., et al. “Cultural Confusions Show that Facial Expressions are not Universal.” Current Biology 19.18 (2009): 1543-1548.

İnsan Çığlığı Bilimi ve Yeni Bulgular

New York Üniversitesi konuşma ve dil işlemleri laboratuvarı yöneticisi ve araştırmanın baş yazarı David Poeppel : “Eğer insanlara çığlıkların özelliğini soracak olursanız, size çığlıkların yüksek sesli olduklarını söylerler. Ancak çok yüksek sese sahip ve hatta yüksek perdeden çok fazla ses çeşidi vardır, bu nedenle çığlıkların komünikatif (iletişimsel) kontekstte bir işlevi olmalıdır” açıklamasını yaptı.

İnsanlar çeşit çeşit anlamlı sesler çıkarabilmektedir. Bizi insan yapan etmenlerden biri de, kulaklarımızın; ünlü ve ünsüzlerin birleşmesinden oluşan farklı konuşma paternlerini ayırt edebilme yeteneğidir. Bu yeteneğin altında, seslerin türümüze ait bir dişiye mi yoksa erkeğe mi ait olduğunu, başka bir türe mi ait olduğunu anlayabilmek de bulunur. Bu ses bilgisinin beyinde nerede işlendiği biliniyor, ancak beyinde bir bölge var ve bilimciler buranın insan iletişimi ile hiç bir alakası olmadığını varsayıyorlar. Tam bu noktada da ‘çığlık’ devreye giriyor.

Bugüne kadar üzerine çok az araştırma yapılmış olan ‘insan çığlığı’ çalışmasını yürüten Poeppel ve şu an University of Geneva’de bulunan Post Doktora öğrencisi Luc Arnal çığlıkların özelliklerini araştırmak üzere bir dizi analiz gerçekleştirdi. İnsan çığlığı deposu diye bir şey olmadığı için, YouTube kayıtları, popüler filmler ve gönüllü çığlık atmak isteyen insanlardan yararlandılar. Gönüllü insanlardan da laboratuvarda bulunan ses kabininin içinde ellerinden gelenin en iyisini yapmaları istendi.

İşitme ile ilgili nöronları uyarmalarına göre ses dalgalarını tespit eden araştırmacılar, çığlıkların; şu ana kadar bilim insanları tarafından insan iletişimi için önemli olduğu düşünmedikleri akustik bilgiler taşıdığını ortaya çıkardı.

Ekip tarafından çığlıkların işitsel spektrumun hatırı sayılır büyük bir kütlesini işgal ettikleri bulundu ve diğer tüm çeşit sesler üzerine yapılan çalışmalar ile bu bölgenin yalnızca çığlıklara ait olup olmadığı da araştırıldı.

Bir dizi deney ile bu gözlemin ve önermenin de doğru olduğu ortaya çıktı. Konuşma ve şarkı söyleme ile karşılaştırıldığında (hatta farklı diller arasında da) bölgenin çığlığa ait olduğu görüldü. Tek istisna ise ev ve arabalarımızda kullandığımız alarm sesleri oldu ve alarmların da aynı aktivasyonu sağladığı gözlemlendi.

Çığlık ve alarmların diğer seslerden ayrılmasının sebebi olan özellik ise akustik biliminde (roughness) ‘ dalgalılık ‘ olarak anılır. Bu özellik sesin ne hızda yüksekliğini değiştirdiğini tanımlar. Normal gündelik konuşma 4 ila 5 Hz (Hertz) civarında farklar ile ses yüksekliği dalgası gösterir. Ancak çığlıklar çok hızlı değişebilir. (30 ila 150 Hz arasındaki hızlarla)

Ses özelliği olan roughness - dalgalılık - insan çığlığının korku göstergesi olma durumunun tanımlanmasında da kullanılıyor - Görsel : Luc Arnal
Ses özelliği olan roughness – dalgalılık – insan çığlığının korku göstergesi olma durumunun tanımlanmasında da kullanılıyor – Görsel : Luc Arnal

 

Araştırma ekibi insanlardan, çığlıkları korkutuculuklarına göre değerlendirmelerini istediğinde sonuç, en yüksek dalgalılığa sahip olan sesin (en yüksek hızda -Hz- ses yüksekliğinin değişim gösterdiği sesler) en korkutucu seçilmesi oldu.

Çığlık olmayan bir sesi modifiye ederek daha dalgalı hale ve dolayısıyla çığlığa dönüştürmek de mümkün. Bu sonuca bağlı olarak da araştırmacılar insan beyninin amigdala bölgesinde korku tepkisini daha büyük aktivasyon ile yaratan özelliğin ‘dalgalılık’ olduğuna kanaat getirdi.

Araştırmacılar, insan çığlığını ; özellikle de yeni doğan çığlığını, araştırmaya , bu çığlıkların kaba çığlıklar olup olmadığını test etmek için laboratuvarda devam etmeyi planlıyor. Ayrıca ekip, analizlerini ; türler arasında bu davranışın nasıl korunup geçtiğini denemek için hayvan çığlıklarına uygulamak da istiyor.

Poeppel’e göre çığlıklar gerçekten de işe yarıyor. Herkesin yaptığı en eski seslerden biri olan çığlık her kültürde her çağda bulunuyordu. Bu sebepten ötürü araştırmacılar da, vokalizasyon söz konusu iken tüm insanların beyninde ortak olan mekanizmayı araştırmak için en uygun yolun buradan (her çeşit insanın çığlığını ve uyarılan  bölgeleri incelemek) geçtiğini düşündüler.

 


Referans : Bilimfili, Arnal et al. Human Screams Occupy a Privileged Niche in the Communication Soundscape.Current Biology, 2015 DOI:10.1016/j.cub.2015.06.043

Aşk Hormonunun İki Yüzü…

Aşk hormonu olarak da bilinen oksitosin; sosyal bağları geliştirme, kaygıyı azaltma ve yaşamdan memnuniyet hissini arttırmaya yardımcı olan bir hormon. Northwestern Üniversitesi’nde yapılan yeni bir araştırma ise, bu antik hormonun karanlık bir yüzünün de olduğunu ve hoş olmayan anıları, korkuları ve kaygıyı güçlendirebildiğini gösteriyor. Bu Jeckyll ve Hyde davranışı, oksitosinin zıtlıklarına bakmaksızın anıları güçlendirici genel bir etkiye sahip olmasından dolayı ortaya çıkıyor.
1906’da keşfedilmesine rağmen, oksitosinin duygu değişimindeki etkilerini inceleyen araştırmalar henüz emekleme aşamasında. İnsanlar ve hayvanlar üzerinde yapılan deneyler oksitosinin; çiftlerin birbirine bağlılığı, etnosentrizm (gruba bağlılık), güven artışı, korkunun azalması ve hatta yaraların iyileşmesiyle güçlü bir ilişkisi olduğunu öne sürüyor. Bu tip etkilerin ilginç bir örneği 2012 yılında yapılan bir araştırmada görüldü. Bu araştırmada oksitosin, ilişkisi olan erkeklerde kalabalık içinde birbirlerine ve çekici kadınlara normalden 10-15 cm daha fazla mesafede durmaya sebep olurken, bekâr erkeklerde herhangi bir etkisi olmadı.
Bunun dışında oksitosin dozajının başka etkileri de keşfedildi. Örneğin, Haifa Üniversitesinde yapılan bir araştırma kıskançlığın ve başkalarının talihsizlik yaşamasından duyulan hazzın (Schadenfreude) oksitosinin burundan uygulanması sonucu arttığı tespit edildi. Başka bir araştırmadaysa, ana belirtisi sosyal ilişkilerden kaçınma eğilimi olan “borderline” kişilik bozukluğuna sahip insanların oksitosinle tedavi edildiğinde çevrelerine daha az güven sergilediği gözlendi. Bu gözlem özellikle reddetme konusunda hassas olanlarda geçerliydi. Bu araştırmalardan açıkça anlaşılacağı gibi oksitosinin insanların duygularına etkisi keşfedildiğinde tahmin edildiği kadar basit değil.
Northwestern Üniversitesi’nde yapılan yeni araştırma oksitosinin duygusal acıyla bağlantılı olduğunu gösteriyor. Oksitosinin anıların güçlenmesini arttırması, stresli sosyal durumların (zorbalık, taciz, alay) olay geçtikten uzun süre geçtikten sonra bile olayın akla kolayca gelmesinin sebebi olabilir. Böylesine anıların yoğunluğu, düşünüldüğü zaman olayı tekrar yaşamış gibi hissettirecek kadar fazla olabilir.
Nortwestern Üniversitesinden Profesör Jelena Radulovic’in araştırma grubu, stresli bir olay sırasında oksitosinin salgılandığını ve beynin anıyı yoğunlaştıran bir kısmını aktifleştirdiğini buldu. Oksitosin ayrıca stresli olay sırasında korkma ve kaygı hassasiyetini arttırıyor. Oksitosinin pozitif anıları da güçlendiriyor olması olası görünüyor ancak bu ihtimal henüz ayrıntılı bir biçimde incelenmiş değil.
Profesör Radulovic’in araştırması oksitosini sosyal stresle ilişkilendiren ve oksitosinin stresin ileriki zamanlarında kaygı ve korkuyu arttırdığını gösteren ilk çalışma. Araştırmacılar ayrıca beynin bu etkilerden sorumlu olan kısmını(lateral septum) ve oksitosinin bu bölgeyi kaygı ve korkuyu arttırmak için nasıl kullandığını keşfettiler.
Bulgular oksitosinin aşkla ve sosyal bağlarla uzun süredir ilişkilendirilmesinden dolayı bu hormonun pozitif anıları güçlendireceğini bekleyen araştırmacıları şaşırttı. Radulavic’in laboratuvarında çalışan doktora öğrencisi Yomayra Guzman şöyle diyor:
“Oksitosin yıllardır yapılan araştırmalardan dolayı stres düşürücü bir etken olarak görüldü. Biz merkezi sinir sisteminde moleküler değişikliklerle bu hormonun korkuyu azaltmak yerine nasıl arttırdığını gösterdik.”
Oksitosin artık basit “aşk hormonu” olmaktan uzakta ve diğer birçok hormon gibi insan sağlığı ve davranışıyla karmaşık etkileşime sahip. İyi bir ilerleme gerçekleşmiş olmasına rağmen oksitosinin etkilerinin tamamen anlaşılması için daha birçok araştırma yapılması gerekiyor.
Kaynak:
  1. Northwestern University
  2. Guzmán, Y. F. et al. Fear-enhancing effects of septal oxytocin receptors. Nat. Neurosci. 16, 1185–1187 (2013).

Sarılmak Stresi Azaltıyor ve Bağışık Sistemini Güçlendiriyor

Teknolojinin gelişmesi ve şehirlerin kalabalıklaşmasıyla insanlığın eski bir düşmanı giderek güçleniyor. Kentleşmenin gitgide artmasıyla insanlar doğadan uzaklaşmaya başladılar ve trafik, gürültü kirliliği gibi etkenlerle stres her geçen gün kendisini daha da hissettirmeye başladı. Ancak stresle başa çıkmanın maliyetsiz, çok kolay bir çözümü var: Sarılmak.
Öncelikle stresin tam olarak tanımını yapalım ve ne olduğunu öğrenelim. Herkes üç aşağı beş yukarı stresin ne olduğunu bilir. Çoğu insanın başından geçmiş klasik bir stresli durumu örnek vererek başlayalım. Yarın matematik sınavı var ve siz hala yeteri kadar çalışmamışsınız, üstelik dersten geçmeniz bu sınava bağlı. İşte stres tam olarak bu, yani vücudun zorlu bir duruma karşı verdiği tepkidir. Vücut strese girdiğinde sempatik sinir sistemi devreye girer ve vücudun genelinde bir fizyolojik değişim olur.
Stresin vücutta sebep olduğu değişimler ve stresle ilgili olan bölgeler beyinden başlar ve vücutta çok sayıda hormon ve enzimler üzerinde etkisini gösterir. Beyinde duyguların yönetilmesinden sorumlu amigdala, hipotalamus ve hipokampüs strese karşı harekete geçen ilk beyin bölgeleridir. Bunları takiben üst düzey düşünme merkezi olan prefrontal korteks, sempatik sinir sistemiyle ilişkili beynin noradrenalin deposu olarak bilinen locus coeruleus, hipofiz bezi, böbrek üstü bezleri ve omurilik gelir. Vücutta stres oluşumuyla faaliyete geçen bu bölgeler beynin nörokimyasında da artma veya azalma şeklinde çeşitli hormonal değişikliklere sebep olur. Bu hormonlardan başlıcaları kortikotropin salgılatıcı hormon, adrenokortikotropik hormon, kortizol, noradrenaline, serotonin ve nöropeptit Y’dir.
Stresin vücutta tepeden tırnağa yarattığı hasarları saymakla bitiremeyiz.  Bilim insanları saç dökülmesine 70% oranında stresin neden olduğunu söylerken, stres aynı zamanda beyindeki kan damarlarını bile tıkayarak vücuda çok büyük zarar verme potansiyeline sahip. Bunun dışında stresin bağışıklık sistemini zayıflatarak hastalıklara karşı vücudun savunma sistemini kırdığını da gösteren çok sayıda çalışma mevcuttur.
Stres böbrek üstü bezlerinden steroid bir hormon olan kortizol salınımını tetikler. Kortizolün en temel fizyolojik görevi hücrelere glikoz dağıtımını yapmaktır. Hücrelerdeki glikojen depolarını hedef alır ve glukojenin parçalanmasıyla kandaki glikoz oranını yükselterek hücrelerin daha fazla glikoz almasını sağlar. Peki, kortizolün bağışıklık sistemiyle ne alakası var?
Bağışıklık sisteminin en önemli bileşenleri T hücreleri, B lenfositleri ve antikorlardır. T hücreleri kendi içlerinde öldürücü T hücresi (killer T cell), yardımcı T hücresi, gama delta T hücresi ve düzenleyici T hücresi gibi gruplara ayrılır. Düzenleyici T hücreleri yardımcı T hücrelerini baskılar ve vücudun gerektiğinden fazla T hücresi üretmemesini sağlar. Ancak kortizol kana karıştığı andan itibaren düzenleyici T hücrelerinin bölünmesini tetikler ve bu hücrelerin sayısında ciddi bir artış olur. Bu da akabinde yardımcı T hücrelerinin daha fazla baskılanmasına sebebiyet vererek vücudun bağışıklık sistemini zayıflatır.
Araştırmacılar önceki çalışmalarda cinsel bir amaç taşımayan sarılma ve elini tutma gibi fiziksel dokunuşların empati kurma ve güven vermede etkili bir araç olduğu bulmuşlardı. Güvenilen birinden gelen dokunuşlar kişide hipotalamus-epifiz bezi-adrenal bezi ekseninde stresin etkisini azalttığını gösteriyor.
Stresin T hücreleri üzerindeki mekanizmasının belirlenmesinden sonra doğrudan hastalıklar üzerinde nasıl bir etkisi olduğu araştırıldı. Katılımcılara nezle virüsü verildiği bir çalışmada tartışma gibi bireyler arası bir stres etkenine maruz kalanların nezleye daha kolay yakalandığı görüldü.
Toplamda kadın ve erkek karışık olmak üzere 406 kişinin katıldığı araştırmada ve ilk 8-12 haftada katılımcılar bir ön karantinaya alınarak, maruz kalacakları nezle virüsüne karşı sahip oldukları vücut direncinin belirlenmesi için kan ölçümleri yapıldı. Sonraki 4-8 haftada katılımcıların fiziksel incelemeleri yapıldı ve sosyal hayatları incelendi. Bir sonraki aşamada katılımcıların gün içindeki yaşadıkları stres (tartışma gibi bireyler arası sorunlar), son 24 saat içinde ne yaptıkları ve kimlerle temasa geçtikleri (örn, kime sarıldıkları) 14 gün boyunca telefonla katılımcılara soruldu ve sonuçlar kaydedildi. Telefon görüşmeleriyle yapılan incelemelerin hemen sonrasında katılımcıların 0-5 gün boyunca kan ölçümleriyle maruz kalacakları virüse karşı sahip oldukları savunma sistemleri son kez incelendi. Yapılan incelemelerden sonra Rhinovirüs ve Influenza A adlı nezle ve soğuk algınlığı benzeri belirtilerin ortaya çıkmasına sebep olan virüsler katılımcılara burunlarından damlatılarak verildi. 6 günlük bir karantinanın ardından katılımcıların burunlarından mukus örnekleri ve 28 gün sonra da kan örnekleri alındı.
Çalışmada yer alan katılımcıların kesinlikle herhangi bir psikolojik rahatsızlığa ve fizyolojik bir hastalığa sahip olmaması gerekiyordu, aksi takdirde bağışıklık sisteminin virüse mi yoksa hastanın kendinden var olan hastalığa mı tepki verdiği ölçülemezdi. Araştırma yürütülürken virüs katılımcılara verilmeden önce benzer hastalık belirtileri gösteren katılımcılar hemen deneyden çıkarılmışlardır.
Çalışmanın sonunda tüm katılımcılardan elde edilen test ve analiz sonuçları değerlendirildiğinde çevrelerinden daha az destek alan ve güvendiği insanlara daha seyrek sarılan bireylerde gün içindeki stres miktarıyla hastalıklara yakalanma riski arasında bir doğru orantı olduğu görüldü. Buna karşın çevreleriyle daha fazla temasa geçen ve daha sık sarılan bireylerde stres ile hastalığa yakalanma riski arasında bir ilişki gözlemlenmedi.
Sarılmanın stresi azaltarak bağışıklık sistemini güçlendiriyor olması bunun sadece stresli zamanlarda gerekli olduğu anlamına gelmiyor. Bilim insanları sarılmanın stresten uzak olduğumuz günlerde de en az zor günlerdeki kadar önemli olduğunun altını çiziyor. Sarılmanın yarattığı dokunma duyusundan kaynaklanan bu koruyucu etki sadece gergin geçen günlerde değil her zaman etkisini gösteriyor. Bu da demek oluyor ki, düzenli olarak sevdiklerine sarılan bireylerde stres seviyesi vücutta artmadan azaltılıyor ve vücut hastalıklara karşı daha dirençli oluyor.
 
Kaynaklar ve İleri Okuma:
  1. Sheldon Cohen, Denise Janicki-Deverts, Ronald B. Turner, William J. Doyle. 2014. Does Hugging Provide Stress-Buffering Social Support? A Study of Susceptibility to Upper Respiratory Infection and Illness. Psychological Science doi:10.1177/0956797614559284
  2. H. Ulrichts, K. Vanhoorelbeke, J . P. Girma, P. J . Lenting, S. Vauterin and H. Deckmyn. 2005. The von Willebrand factor self-association is modulated by a multiple domain interaction. Journal of Thrombosis and Haemostasis; 3(3):552-61
  3. Ulrich-Lai, Y. M.; Herman, J. P. (2009). “Neural regulation of endocrine and autonomic stress responses”.Nature Reviews Neuroscience 10 (6): 397–409.doi:10.1038/nrn2647
  4. O’Connor, T. M.; O’Halloran, D. J.; Shanahan, F. (2000). “The stress response and the hypothalamic-pituitary-adrenal axis: From molecule to melancholia”.QJM : monthly journal of the Association of Physicians 93(6): 323–333. doi:10.1093/qjmed/93.6.323
  5. Carnegie Mellon University

Fobilerimiz Yaşamımızı Nasıl Değiştiriyor?

Yılan görünce taş kesilenlerden misiniz? Karanlık ürkütür mü sizi? Ya da gök gürültüsü titretir mi? Kan görünce dayanamaz mısınız? Yoksa yüksekten bakamayanlardan mısınız?

Fobileri oluşturan aşırı ve rasyonel olmayan korkular küçük hayvanlardan tutun da doğanın kendi gücünden kaynaklanan korkulara kadar birçok formda olabilir. Fobilerin çoğu birçok insanın temkinli yaklaştığı tecrübelere dayanır. Bir şeyin fobi olarak tanımlanabilmesi için, korkunun; yaklaşık altı aydır ya da daha fazla bir süredir devam ediyor olması gerekir.

Yaklaşık olarak her 10 insandan birisi, yaşamının yetişkinlik, ergen dönemi ya da çocukluk dönemlerinin herhangi bir bölümünde fobilerinin baskısını hissediyor. Bazı spesifik fobiler ve doğayla alakalı fobik korkular yaşam boyunca değişiklik gösterir. Örneğin, okul öncesi çağı çocukları: karanlıkta kalmış kurgusal şeylerden, örneğin; hayaletler, canavarlar ve “karadedeler” gibi kültürel ve/veya dini kurgulardan korkma eğilimindedirler. Fakat daha sonralarda bu kurgu korkuların yerini daha gerçekçi korkular, örneğin; korkutucu hayvanlar alır. İşte fobilerin yaşa bağlı bir dökümü:

fobilerimiz-yasamimizi-nasil-degistiriyor-infografik-bilimfilicom

Umarız, yukarıdaki korkulardan herhangi birisi sizde bir uyarım oluşturmamıştır. Fakat eğer bir fobiden kaynaklı acı çekiyorsanız, iyi haber şu ki; bunların tedavileri mevcut. Kötü haber ise; tedavi bitmeden önce bu fobilerinizle hiç olmadığı kadar çok karşılaşacaksınız. Bazı spesifik fobilerin; farklı sebepleri olabilir ve bu fobiler beyinde çeşitli etkilere sahip olabilir. Bu tip fobiler; kişinin gerçek hayatta korktuğu şey her ne ise ona dair hassasiyetini yavaş yavaş azaltmaya zorlayan maruz bırakma terapisi (en. exposure therapy) ile ya da korku duyulan duruma dair kişinin düşünüş biçimini değiştirmeyi amaçlayan bilişsel davranışçı terapi (en. cognitive behavioral therapy) ile tedavi edilir. Her ne kadar bazı fobiler için; boğulma ya da otomobil kazası gibi korkutucu deneyimlerin sahteleri oluşturulabilsede, diğerlerini açıklamak biraz daha zordur.

İnsanlar, ebeveynleriyle benzer fobilere sahip olabilir. Bu da; genetiğin söz konusu durum için bir etkisinin olabileceğini ya da bu insanların bakıcılarından korkuları öğrenebildiklerine işaret edebilir. Fobileri olan insanların çoğu aynı zamanda da anksiyete bozukluğuna sahiptirler.

Psikiyatrik tanı kitabı (DSM-5) fobileri; çocukların en çok korktuğu durumlarla çok benzer olan 5 tipe ayırıyor. Her tip, insanları insanları farklı şekilde etkiliyor.

Hayvan fobileri insanları kaçmaya ve panik olmaya teşvik eder. Kan, iğne ve diğer medikal temelli fobiler; insanların kalp atış hızının ve kan basıncının artmasına ve birden düşmesine sebep olur ve bayılmalarına yol açar.Uçuş ya da boşlukla çevrelenmiş bir yerde sıkışıp kalma gibi durumlarla ilgili korkular ise; insanların kaçmak istemelerine, kontrol kaybı yaşamalarına ve aşırı heyecanlı olmalarına sebeiyet veren boğucu bir hisse kapılmalarına sebep olur. Yükseklik ya da aydınlatma gibi belirli çevresel durumlardan kaynaklanan fobiler insanların başını döndürür ya da korkunun beraberinde ne gibi tehlikeler getireceğiyle tamamen meşgul bir hale sokar.

Beynin loblar boyunca birçok değişik bölgesi fobilerle bağlantılıdır. Burada korku merkezimiz olan amigdala ve fobinin duygusal önemini toplayan lateral amigdala özellikle önemlidir. Amigdaladaki bir başka bölge olanmerkezi çekirdek, fobinin gelişinin ne kadar yakın olduğuna bağlı olarak donmadan bir ara vermeye kadar değişiklik gösteren savunma aksiyonları için hazırlıkları sıraya koyar.

Birkaç araştırma fobilerin anormal beyin aktivitelerinin farklı işaretlerine sebep olabileceğini araştırdı.Çalışmalardan birisi; diş ya da yılan fobisi olan insanları inceledi ve fMRI taramalarında korkuların beyinde nispeten farklı bölgeleri aktive ettiğini gördü. Yılan fobisi; öncelikle temel duyguları kontrol eden ve düzenleyen limbik sistemdeki yapılar tarafından yönetiliyordu. Fakat diş fobisi olan insanlar kendi korkularını değerlendirdiklerinde ise, frontal lobdaki yapılar aktif hale geçti.


Kaynak:

  1. Bilimfili
  2. Kate Baggaley, “How Phobias Change Throughout Our Lives”, https://www.braindecoder.com/phobia-1429041159.html
  3. Lueken, U. et al. How specific is specific phobia? Different neural response patterns in two subtypes of specific phobia. NeuroImage 363–372 (2011).