Bebeklerin Dil Becerilerini Daha Konuşmaya Başlamadan Geliştirebiliriz!

Bebekler dünyaya geldikten sonra yaklaşık 1.5 – 2 yıl boyunca çevrelerindeki tüm sesleri inceleyerek ve çözümleyerek ana dili olacak dili öğrenirler. Bu süreç şimdilik kendiliğinden bebeklerin etraflarındaki her şeyi dinlemeleriyle gerçekleşiyor. Eğer sürecin mekanizmasını tam olarak belirleyebilirsek bebeklerin beyinlerindeki sinapsların çoğu henüz silinmemişken, bir diğer deyişle beynin potansiyeli ileriki yaşlara oranla çok daha üst seviyedeyken bebeğe çok sayıda dil öğretebiliriz.
Amerika Birleşik Devletleri’nde bulunan Rutgers Üniversitesi’nde görevli bilim insanları bebekler 4 aylıkken sözcüklere dikkat ettiğini ve sözcük yapısından olmayan seslerle sözcükler arasındaki ayrımı fark ettiklerini söylüyor. Bebeklerin bir araba kornasının sesiyle cümle yapımında kullanılan sözcükler arasındaki farkı ayırt etmesi 7 aylık olduklarında çok daha hızlı ve doğru bir şekilde gerçekleşiyor.
Araştırma ekibine liderlik eden April Benasich bebeklerin sürekli çevreyi tarayarak dil olarak kullanabilecekleri sesleri aradıklarını belirtiyor. Bebek gelişiminin 4. ve 7. ayları arasında beyinde dilsel akustik haritalar oluşturuluyor. Bu haritaları oluştururken bebekler çevreyi çok dikkatlice gözlemleyip, her anı, her hareketi ve insanlar arasındaki tüm etkileşimleri mükemmel bir biçimde çözümlüyorlar.
Gelelim az önce bahsettiğimiz harita konusuna… Akustik haritalar bebek beyninin dış çevredeki karmaşık dil yapısını hızlı ve otomatik olarak çözmesini sağlayan birbirleri arasında etkileşim halinde bulunan hücre topluluklarıdır. Beyinde akustik dil haritalarının yanında, işitsel kortekste duyma ile ilgili haritalar, beynimizin arka kısmında görsel kortekste de görsel haritalar mevcuttur. Bu haritalar ne kadar iyi çalışırsa bilişsel süreçlerin verimi de o kadar iyi olmaktadır.
Bebeklerin beyninde 4. ayda başlayan dil haritaları eğer yapım esnasında şekillendirilirse, bebeklerin bir dili öğrenmesi daha kolay ve etkili olabilir. Bu bebeklerin öğrendiği dil ve diller için daha sağlam bir alt yapı ve daha hızlı bir öğrenme seçeneği sunabilir. Yetişkin bir kişi araba sürerken birçok tepki ve davranış sergiler. Arabanın içinde bulunan bir bebek bütün bu davranış ve tepkileri analiz etmektedir. Araştırma ekibi bebeklerin algılamasını yönlendirerek ve geliştirerek bebek beyninin daha hızlı ve otomatik olarak öğrenmesini amaçlamaktadır.
Benasich laboratuvarlarında bebeklerin akustik dil haritalarının oluşturulmasını hızlandırabildiklerini ve en iyi şekilde geliştirebildiklerini belirtiyor. Ekip bunu yaparken bebeklere hızlıca değişen çeşitli sesler dinletiyorlar ve bebekler sesler arasındaki farklara tepki verdiklerinde onlara kısa bir renkli video göstererek ödül veriyorlar. Dinleme esnasında ses değişiklikleri milisaniye ölçeğinde oluyor ve eğitimin ilerleyen aşamalarında çok daha karmaşık bir hal alıyor.
Benasich bu eğlenceli oyunu oynarken bebeğe “Buna dikkat et, bu önemli” mesajı verdiklerini belirtiyor. Bu yöntem bebeklerin çevredeki seslere güçlü bir şekilde odaklanmalarını ve dil ile ilgili gerekli olan bilgileri daha kolay akustik dil haritalarına işlemelerini sağlıyor. Bu yöntem sayesinde bebeklerin birden fazla dili de kolayca öğrenebilecekleri öngörülüyor.
Araştırmacılar bu yöntemin uzun süreli faydalarının da olacağını düşünüyor. Elektroensefalografi (EEG) tekniği kullanılarak yapılan araştırmalar altı haftalık bir eğitimin 7 aylık bebeklerin ses şablonları işlemedeki verimliliğini büyük oranda arttırdığını gösteriyor. 6 aylık eğitimin tamamlanmasının ardından ekip bebekleri gözlemlediğinde eğitim verilmeyen sonraki 18 ay boyunca bebeklerde eğitime bağlı gelişim bulmuşlardır. Elde edilen bu bulgular, akustik dil haritaları oluştuktan sonra bebeğin bundan çok uzun süreler boyunca faydalanacağını gösteriyor.
Böyle bir tekniğin var olduğunu öğrenen birçok ebeveyn bebeklerini birer dahi yapmak isteyecektir ancak Benasich’in buna cevabı: “Gerek yok”. Kişilerin dil işleme kabiliyetleri de boy uzunluğu gibi genetik unsurlara bağlıdır. Örneğin bir kişinin boyunun uzunluk kapasitesi genetik temellere dayanarak 160 ile 180 cm arasında değişsin. Bu kişi doğru egzersiz ve beslenme programıyla 180 cm boy uzunluğuna erişebilir ancak kesinlikle 190 cm olamaz. Aynı durum dil işleme süreçleri için de geçerlidir.
Ekip lideri olan Benasich bir gün ebeveynlerin oyuncak benzeri cihazlarla bebeklerini eğitmelerinin ve beynin bilgi işleme süreçleri üzerinde oynama yapmanın çok olası olduğunu ifade ediyor. Günümüzde dünyaya gelen bebeklerin 8-15%’i zayıf akustik bilgi işleme ve geç dil öğrenme rahatsızlığından muzdarip durumda olmasından dolayı bu teknik klinik aşamada bu bebekler bir tedavi kapısı açmakta ve ilerde daha farklı dil rahatsızlıkların tedavisi için de umut vaat etmektedir.
Kaynaklar ve İleri Okuma:
  1. ScienceDaily
  2. Neuroscience, Dale Purves (3. Basım)
  3. April A. Benasich, Naseem A. Choudhury, Teresa Realpe-Bonilla, and Cynthia P. Roesler Plasticity in Developing Brain: Active Auditory Exposure Impacts Prelinguistic Acoustic Mapping The Journal of Neuroscience, 1 October 2014, 34(40): 13349-13363; doi: 10.1523/JNEUROSCI.0972-14.2014

Öğrenmenin Coğrafyası: Kültür Belleği Nasıl Şekillendirir?

Başlığı şöyle sormak da mümkün: Neden batılılar ağaçları hatırlarken doğulular ormanı hatırlar? Cognition dergisinin çevrimiçi platformunda yayınlanan 4 Mayıs 2012 tarihli, Japon ve İngiliz araştırmacıların bir çalışmasına göre kültür, nasıl öğrendiğimizi şekillendirebiliyor.

Farklı kültürel birikimlerden gelen insanlar farklı mı düşünür? Farklı düşündükleri kanısı (kültürel görelilik) on yıllardır tabuydu. Bazı bilim insanlarına göre farklı insan gruplarının farklı düşünüp düşünmediğini gündeme getirmek bile ırkçıdır. Diğerleri, kültürel göreliliğin kuramsal olarak kalıplaşmış bir yanlış olduğunu ileri sürüyor. İnsan zihninin temel işleyişleri evrenseldir, değil mi?
Kültürün düşünceyi nasıl şekillendirdiğini merak eden bilim insanları ikinci bir zorlukla karşılaşırlar: Kültürü ve düşünceyi nasıl tanımlarız? Bu soyut kavramlar nasıl ölçülebilir ve karşılastırılabilir?
21. yüzyılın başında Richard Nisbett isimli bir psikolog ve çalışma arkadaşları, kültürlerarası biliş çalışmalarına dair yeni bir çerçeve inşa ettiler. “Düşüncenin Coğrafyası” isimli kitapta da özetlenen bu çerçeveye göre batılılar (Avrupalılar ve Amerikalılar) analitik düşünmeye eğilimliyken doğulular, (Çinliler, Japonlar, Koreliler) daha bütüncül düşünürler. Nisbett’ e göre batılıların ve doğuluların düşünme alışkanlıklarının kökleri, batılıların Antik Yunan’da, doğuluların Antik Çin’de benliklerini, toplumlarını ve doğal yaşamı nasıl kavramsallaştırdıklarına dayanıyor.
Antik Yunanlar toplumsal müzakereye önem verir ve sözsel savaşın galibine saygı gösterirlerdi. Yunanlar; gerçeği mantık kurallarının uygulanması yoluyla kavrayabileceklerine ve dünyayı, doğayı parçalarına ayrıştırarak anlayabileceklerine inanmışlardır.
Antik Çinliler ise uyuma önem verirdi. İnsanlar ailelerine, topluluklarına ve ülkelerine saygılı hareket ederek itibar görürdü. Bireylerin öne çıkan başarıları ödüllendirilmez; aksine törpülenirdi. Bu değer, şu anlama gelen bir atasözlerine de yansımıştır: “Baş gösteren çivi, çekiçle geri yerine çakılır.” Formal mantık, akıl yürütmede küçük bir rol oynardı. Doğa, kategorilere ayrıştırılmazdı; bilakis doğal yaşam, geçmiş ve geleceğin, yaşayanın ve ölünün, canlı ve cansızın, “özün” ve “diğerin” arasında net ayrımların olmadığı sürekli bir değişim hali içinde görülürdü.
Nisbett ve meslektaşları, özgürlüğe ya da bağlılığa değer verme, ayrımlara ya da sürekliliklere odaklanma gibi kültürel farklılıkların doğuluların ve batılıların algı ve bilişlerindeki ana farklılıklarla bağdaşıp bağdaşmadığını ortaya çıkarmak istediler.
Erken testler çoğu bilim insanını ikna etmek için fazla şiirseldi. Örneğin, bir sualtı manzarası betimlemeleri istendiğinde Amerikan katılımcılar en göze çarpan balıktan bahsederek başlamaya yatkınken(“Büyük bir balık vardı…”); Japon katılımcılar, Amerikan katılımcıların aksine, çevreyi betimleyerek başlıyorlardı(“Bir gölet vardı…”) ve balıklar ile nesnelerin kendi çevrelerindeki ilişkilerinden bahsetmeye Amerikanlara kıyasla %100 daha yatkınlardı (örn: “Büyük balık yosunun yanından geçti.”).
Şüphecilere göre bu sonuçlar, Amerikanların ve Japonların nesneleri farklı algıladıklarını değil; sadece farklı betimlediklerini gösteriyor olabilirdi. Sonraki çalışmalar bu şüpheci duruşa meydan okur nitelikteydi. Bu çalışmalarda Japonlara ve Amerikanlara iç kısmında dikey çizgi olan bir kutu gösterildi. Ardından, farklı büyüklükte ikinci bir kutu daha gösterildi ve onlardan bu kutunun iç kısmına ilk kutudakiyle eşleşen dikey bir çizgi çizmeleri istendi. Sürenin yarısında çizgiyi ilkiyle “aynı” olacak şekilde, aynı mutlak uzunlukta (mutlak koşul), yapmaları söylendi. Sürenin diğer yarısında ise etraflarındaki kutuya oranla ilkiyle “aynı” uzunlukta bir çizgi çizmeleri söylendi (göreli koşul).
Sonuçlar, Amerikanların tekil nesneye odaklanmayı ve çevreyi göz ardı etmeyi gerektiren “mutlak” görevde daha “hatasız” olduğunu; Japonların ise nesneyi çevresine göre algılamayı ve hatırlamayı gerektiren “göreli” görevde daha “hatasız” olduğunu gösterdi.
Bir başka çalışmada Sachiko Kiyokawa ve meslektaşları, Japon ve İngiliz katılımcıların farklı bilinçdışı öğrenme alışkanlıklarının olup olmadığını test etti.  Katılımcılar, kendilerinin bilgisi dışında hazırlanmış, doğal dillerdeki gramer kalıplarına benzer şekilde tekrar eden kalıplarla düzenlenmiş harf dizilişlerine tabi tutuldular. Hazırlanan harfler özeldi, “ kü-yerel” (küresel-yerel: büyük ve küçük) bilgi iletecek şekilde düzenlenmişlerdi. Büyük (boyut olarak) harfler, küçük (boyut olarak) harflerden yapılmıştı. Örneğin, büyük N harfi, kendisinden daha küçük B harflerinden oluşuyordu, bkz. Şekil 1. Hazırlanan harf dizilişlerinin bütününe odaklandığınızda büyük harfleri görüyor; belirli bölgelere özellikle odaklandığınızda ise küçük harfleri görüyordunuz.
Şekil 1. “Küyerel” (Küresel + Yerel) uyaran. (Kiyokawa et al., 2012, Cognition.)
Araştırmada büyük harfler ve küçük harfler farklı dizilişlerle düzenlenmişti. Sonuçlarda İngiliz katılımcıların büyük ve küçük örneklerin her ikisini de öğrendiğini görülürken, Japon katılımcıların bilinçsizce büyük örnekleri öğrendiği görüldü. Ardından dizilişler, Roman harfleri yerine Japon hecesel yazım düzeni (Japon kana) ile oluşturuldu ve katılımcılar tekrar test edildi, sonuçlar doğrulandı. Bu doğrulama neticesinde kültürlerarası farklılıkların katılımcıların iki alfabeden birine olan yatkınlıklarıyla açıklanamayacağı anlaşılıyor.
Bu araştırmalara dair önemli bir nokta da şudur: Kiyokawa ve meslektaşları, katılımcılara hangi harf düzenine odaklanmaları gerektiğini söylediğinde kültürlerarası farklılık ortadan kalktı. Bu sonuç, Japon katılımcıların küçük dizilişleri öğrenme becerilerinin daha az olmadığını gösteriyor. Hatta özellikle küçük alanlara odaklanmaları talimatı verildiğinde Japon katılımcılar bu örnekleri İngiliz emsallerine göre biraz daha iyi öğrendiler. Kısacası, içinde bulunduğumuz kültür, ne öğrendiğimizi sınırlamaktan ziyade; dünyayı bize en doğal geldiği haliyle deneyimlerken ne öğreneceğimize ya da öğrenmeyeceğimize olan eğilimimizi yönlendiriyor.
Bu bulgular, kültürün bilinçdışı düşünme süreçlerini etkilediğine dair ilk kanıtlardan bazılarını sunmakta. Deneyimlerimizi analitik bir yaklaşımla ya da bölünmez bir bütün olarak kültür tabanlı kodlama alışkanlığının, insanların dilbilgisini nasıl öğrendiğini etkileyebilmesi dikkat çekicidir. (Birçok kuramcı, insan beyninin dilbilgisi öğrenmeye donanımlı olduğunu ve bunun evrensel olduğunu düşünür [5].) Dilbilgisi öğrenme mekanizmaları evrensel olabilir; ama dikkate yönelik kültür bazlı kısıtlamalar bu işleyişlerin nasıl uygulandığını belirleyebilir gibi görünüyor.
Bu bulgular, laboratuvarın ötesinde, çok kültürlü toplumda eğitim konusunu gündeme getiriyor. Doğulular ve batılılar aynı girdiyi aldıklarında iki farklı öğeye maruz kalmışçasına farklı bilgiler edinmişlerdi. ABD’de sınıflar gittikçe artan oranda hem bütünselci hem de analitik kültür yapısına sahip öğrencilerden oluşuyor. Peki öğretmenler kültürel çeşitliliği olan bir öğrenci topluluğunun hem ormanı hem de ağaçları öğrenmelerine yardım edecek yollar geliştirebilirler mi?
Düzenleyen: Mert Karagözoğlu (Evrim Ağacı)
Kaynaklar ve İleri Okuma:
  1. Kiyokawa, S., et al. (2012). Cross cultural differences in unconscious knowledge. Cognition, http://dx.doi.org/10.1016/j.cognition.2012.03.009
  2. Nisbett, R. E., Peng, K., Choi, I., & Norenzayan, A. (2001). Culture and systems of thought: Holistic versus analytic cognition. Psychological Review: Special Issue, 108(2), 291-310.
  3. Masuda, T., & Nisbett, R. E. (2001). Attending holistically versus analytically: Comparing the context sensitivity of Japanese and Americans. Journal of Personality and Social Psychology, 81, 992-934.
  4. Kitayama, S., Duffy, S., Kawamura, T. & Larsen, J. T. (2003) Perceiving an object and its context in different cultures: A cultural look at new look. Psychological Science, 14, 201–206.
  5. Hauser, M., Chomsky, N., & Fitch, W.T. (2002). The Faculty of Language: What Is It, Who Has It, and How Did It Evolve? Science, 298, 1569-1579.