Nabzı atan kadavra olgusu

Ölü insanImage copyrightGETTY

Bazı vücut fonksiyonları hala yerinde olan insanlar nasıl oluyor da ölmüş sayılıyor?

Nabızları hala atan, idrar üreten, bedenleri sıcak olan, karınları guruldayan, yaraları iyileşen, mideleri yemek sindiren insanlar nasıl olur da hukuken ve tıbben ölü kabul edilir?

Bu insanlar kalp krizi de geçirebilir, nezle olabilir, yatak yaraları çıkabilir. Kızarıp terleyebilirler; hatta bebekleri bile olabilir. Ama ölüdürler.

Bunlara nabzı atan kadavralar deniyor. Beyin ölümü gerçekleşmiş, ama organları hala işliyor, nabızları atıyordur.

Bu vakaların tıbbi bakım masrafları birkaç hafta için 200 bin doları bulur. Ama teknik olarak ölü sayılsa da biraz şans ve epeyce yardımla bedenin aylarca, hatta yıllarca canlı kalması sağlanabilir.

TestImage copyrightGETTY
Image captionÖnceleri hastalarda yaşam belirtisi bulmak için meme uçlarına kıskaç tutturulurdu.

Nabzı olan bu kadavralar bilincini yitirmiş komadaki hastalarla karıştırılmamalıdır. Bu insanlar tepki vermese de beyin işlevleri kısmen de olsa sürmekte, uyku ve uyanıklık döngüsü devam etmektedir. Komadaki hastanın tam iyileşme gösterme ihtimali de vardır.

Bitkisel hayat durumu ise daha ciddidir. Bu hastalarda beynin bilinçli kısmı geri dönülmez bir şekilde hasara uğramıştır. Bir daha hiç bilinçleri yerine gelmeyecek olsalar da ölmüş de değillerdir.

Nabzı atan kadavra sayılmak için beynin tümüyle ölü olması gerekir. Nefes alma gibi kritik bedensel işlevleri yerine getirmekle görevli beyin kökü de ölü olmalıdır. Ama diğer organlar vücudun komuta merkezinin ölmüş olmasından sandığımız kadar etkilenmeyebilir.

Ölüm ve yaşam

Los Angeles’taki California Üniversitesi’nde nörolog olan Alan Shewmon beyin ölümü tanımını uzun süredir eleştiren bilim insanlarından biri. Shewmon, kişinin ölümünden sonra bedeni bir haftadan fazla yaşam belirtileri göstermeye devam eden 175 vaka tespit etmişti. Kalp atışı ve diğer organların çalışması 20 yıl boyunca devam eden bir kadavra örneği bile vardı.

stetoscopeImage copyrightGETTY
Image captionKalp atışının durması bir zamanlar ölüm hali olarak algılanıyordu.

Peki bu nasıl oluyor?

Aslında biyolojik açıdan bir an olarak ölümden söz edilemez. Farklı dokular farklı hızda ölür.

1984’te Lazarus belirtisi olarak ifade edilen otomatik refleks nedeniyle ölen kişi oturur pozisyon alır, kollarını kısa süreli kaldırıp indirir ve çapraz halde göğsüne koyar. Birçok refleks beyin tarafından idare edilse de omurilik boyunda “refleks kavisi” tarafından kontrol edilen refleksler de vardır. Öyle ki dizine vurulduğunda bacağını ileri fırlatan cesetlere rastlanmıştır.

Öldükten sonra deri ve beyindeki kök hücrelerin günlerce canlı kaldığı görülmüştür. İki buçuk haftalık cesetlerde canlı kas kök hücrelerine rastlanmıştır.

Nabzı atan kadavralarda beyin önce ölmüştür. Beyin vücut ağırlığının yüzde 2’sini oluşturur, ama vücuda giren oksijenin yüzde 25’ini tüketir.

Bunun nedeni sinir hücresi nöronların sürekli aktif olmasıdır. Kendi bünyeleri ile çevreleri arasında elektrik akımı oluşturmak için sürekli iyon pompalarlar. Oksijen eksikliği nöronların iyonlarla boğulmasına neden olur ve geri dönülmez hasar yaratır.

beyinImage copyrightGETTY
Image captionBeyin vücudumuzdaki oksijenin dörtte birini kullanıyor.

Peki kalp atmaya devam ediyorsa doktorlar hastanın öldüğüne nasıl karar verir? Beyin aktivitesine bakılır. Ancak alkol, anestezi, hipotermia ve Valium gibi bazı ilaçlar beyin aktivitesini dondurup doktorların hastanın öldüğünü sanmasına neden olabilir.

Bu amaçla yapılan testlerde hastanın sözlü uyarılara cevap vermemesi, bedeni uyarmaya yönelik uyarıcılara tepkisiz kalması gibi koşullara bakılır. Kulağa soğuk su doldurmak bunlardan biridir ve otomatik refleks sonucu gözlerin hareket etmesini sağlar. Bu testi bulan kişi Nobel Ödülü almıştır.

Kadavradan organ bağışı

Hastanın öldüğüne karar verildikten sonra bütün tıbbi tedavinin sona ermesi beklenir. Ama nabzı atan kadavra vakalarında durum böyle olmayabilir. Organ bağışında başarı oranını yüksek tutmak için, ölmüş tanısı konan bu kişilerin bakımı devam eder. Böylece beden her şey normalmiş gibi çalışmaya devam ederken organ nakli yapılacak hasta ve yapacak cerrahlar hazır oluncaya dek zaman kazanılmış olur.

morgImage copyrightSPL
Image captionDoktorlar artıkyaşam belirtisi bulmak için belli prosedürleri izliyor.

Nabzı atan kadavralardan başarılı organ nakli sayısı kadavra başına 3,9’dur ve bu, nabızsız kişilerden alınan organların iki katına tekabül eder. Kalp nakillerinin tek güvenilir kaynağı bugün için bu yöntemdir.

Bedenin hayatta kalmak için beyinde en çok ihtiyaç duyduğu bölge bilinçle ilgili korteks değil, hipotalamustur. Badem şeklindeki bu bölge, önemli hormonları kontrol eder, tansiyon, iştah, vücut saati, şeker seviyesi, sıvı dengesi ve enerji tüketimini düzenler.

Bu nedenle öldüğü halde nabzı atmaya devam eden kadavraların organ nakli amacıyla bedenlerinin canlı tutulması solunum makinelerine bağlanıp serumla beslenmelerinden öte bir şeydir. Yoğun bakım ekipleri serum yoluyla bunlara gerektiği miktarda hormon tedarik eder.

kadavradan organ nakliImage copyrightSPL
Image captionNabzı atan kadavralar organ nakli için özel bakıma alınıyor.

Bütün bunların olması için önce testlerle kesin ölüm halinin ilan edilmesi gerekir. Ancak bu sanıldığı kadar kolay olmayabilir. Harvard testleriyle beyin ölümü teşhisi konmuş 611 kişinin yüzde 23’ünde bilim insanları beyin aktivitesi tespit etti. Yüzde 4’ünde ise ölümden bir hafta sonra uyku haline benzer beyin aktivitesi görüldü. Bazıları ise nabzı atan kadavralardan organ nakli için cerrah müdahalesi esnasında vücudun tepki verdiğini iddia ederek bu işlemin anestezi altında yapılmasını önerdi.

Ölüm tartışması

Ayrıca sorunun bir de dinsel yönü var. Birçok dinde ölüm tanısı için bedenin soğuk olması ve kalp atışının durmuş olması esas alınır.

Klinik ölüm tanısı konusunda da bazı belirsizlikler olabiliyor. Örneğin kan dolaşımının ne kadar süre durması halinde yeniden canlandırılamayacağı konusu. ABD’de bu beş dakika olarak ifade ediliyor, ama bunun doğruluğu konusunda yeterli veri bulunmadığına inananlar da var.

morgda cesetImage copyrightGETTY
Image captionÖlümün kesin tanımı dinlere ve kültürlere göre farklılık gösterebiliyor.

Hamile iken beyin ölümü sorunu daha da karmaşıklaştırıyor. 1982-2010 yılları arasında böyle 30 vaka oldu. Aileler, bebeği kaybetme ya da onu yaşatma uğruna beyin ölümü gerçekleşmiş yakınlarının en azından bebek anne karnında 24 haftalık oluncaya dek suni bir şekilde canlı kalmasına izin verme tercihini yapmak zorunda kalabiliyor.

Organ bağışı konusunda da bazı kuralların yeniden ele alınması gerektiğine inananlar var. Bugün organın çıkarılması için kişinin ölmüş olması, yani tam beyin ölümü veya kalbin durmuş olması gerekiyor.

Bazıları ölüm halinin kişinin kalbinin ya da solunumunun durmasıyla gerçekleşmediğini, “birey olma durumunu” kaybettiği anda ölü sayılması gerektiğini savunuyor.

anne karnında fetüsImage copyrightSPL
Image captionHamileyken beyin ölümü olması halinde bebek 24 haftalık oluncaya kadar beden fonksiyonları desteklenebiliyor.

Beyninin önemli kısımları hala işlevli olsa ve kendi başına nefes alma yeteneğini sürdürse bile kişi bilinçli düşünce becerisini yitirdiği için ölü sayılabilir.

Böylece organ nakli konusunda daha geniş bir alan açılacağı ve sayısız hayat kurtarılacağı iddia ediliyor.

Ölüm bir an değil, süreçtir. Ama binlerce yıllık deneyimimize rağmen bugün hala daha kesin bir yanıt arıyor olmamız bu sorunun kısa sürede sonuca bağlanmayacağını gösteriyor.

Orjinal yazı: BBC

İleri okuma:

  1. David R. Field, Elena A Gates, Robert K. Creasy, Russell K. Laros Maternal Brain Death During PregnancyMedical and Ethical Issues JAMA The Journal of the American Medical Association 260(6):816-822 · September 1988 DOI: 10.1001/jama.1988.03410060086033
  2. D. Alan Shewmon, MD Chronic “brain death” Neurology December 1998 vol. 51 no. 6 1538-1545 oi: 10.1212/WNL.51.6.1538
  3. Allan H. Ropper, MD Unusual spontaneous movements in brain‐dead patients  Neurology August 1984 vol. 34 no. 8 1089 doi: 10.1212/WNL.34.8.1089
  4. Mathilde Latil, Pierre Rocheteau, Laurent Châtre, Serena Sanulli, Sylvie Mémet, Miria Ricchetti, Shahragim Tajbakhsh & Fabrice Chrétien Skeletal muscle stem cells adopt a dormant cell state post mortem and retain regenerative capacity Nature Communications 3, Article number: 903 (2012) Received: 14 February 2012 Accepted: 04 May 2012 Published online: 12 June 2012 doi:10.1038/ncomms1890
  5. Alexander E Pozhitkov,Rafik Neme, Tomislav Domazet-Loso, Brian Leroux, Shivani Soni,Diethard Tautz, Peter Anthony Noble Thanatotranscriptome: genes actively expressed after organismal death bioRxiv Posted June 11, 2016. doi: http://dx.doi.org/10.1101/058305
  6. D. W. McKeown, R. S. Bonser and J. A. Kellum Management of the heartbeating brain-dead organ donor Br. J. Anaesth. (2012) 108 (suppl 1): i96-i107. doi: 10.1093/bja/aer351
  7. Dick Teresi, The Undead: Organ Harvesting, the Ice-Water Test, Beating Heart Cadavers–How Medicine Is Blurring the Line Between Life and Death Kindle Edition
  8. HOWLETT, TREVOR A.; KEOGH, ANNE M.; PERRY, LES; TOUZEL, RICHARD; REES, LESLEY H. ANTERIOR AND POSTERIOR PITUITARY FUNCTION IN BRAIN-STEM-DEAD DONORS: A POSSIBLE ROLE FOR HORMONAL REPLACEMENT THERAPY. Transplantation: May 1989
  9. Grigg MM, Kelly MA, Celesia GG, Ghobrial MW, Ross ER Electroencephalographic activity after brain death. Arch Neurol. 1987 Sep;44(9):948-54. PMID: 3619714

Beyin Taramaları İnsanların ‘’Öldürmeyi’’ Nasıl Haklı Kıldıklarını Gösterdi!

Yapılan yeni bir çalışma, insanların bazı durumlarda nasıl birer katile dönüştüklerine, öldürme eyleminin haklı ya da haksız görülmesinin beyinde farklı aktivitelere yol açtığını göstererek ışık tutuyor.
Deneye katılan kişilerden video oyununda sivilleri vurmaları (haksız görülen öldürme) ve ardından düşman askerlerini vurmaları (haklı görülen öldürme) istendi. Bu sırada katılımcıların beyin aktiviteleri fMRI (beyindeki bölgesel aktiviteleri oksijen tüketimine dayalı olarak görüntüleyen bir makina) ile kayıt altına alındı.
fMRI sonuçları, insanlar masum insanlara ateş ederlerken beyinlerindeki OFC bölgesindeki (ahlaka dayalı kararların alındığı bölge) aktivitenin düşman askerlerine ateş ederlerkenki aktiviteden çok daha fazla olduğunu gösterdi. Dahası sivilleri vurmaktan dolayı hissedilen suçluluk duygusu arttıkça bu bölgedeki aktivitede artış gözlenirken düşman askerlerini vururken hiçbir değişim gözlemlenmedi.
Sonuç gösteriyor ki şiddet davranışları bir grup tarafından haklı görüldüğünde normalde şiddetin beyinde uyardığı noktaları aktif hale getirmiyor. Bu, insanların savaş gibi bazı durumlarda nasıl uç noktalarda şiddet uygulayabildiklerini gösteriyor.
Araştırmacılardan Dr. Molenberg’in sözleriyle ‘’Bulgular gösteriyor ki bir insan haklı ya da haksız bulduğu şiddetten kendini sorumlu hisseder ve bu şiddete karşı farklı derecelerde suçluluk duygusu besler, buna bağlı olarak ilk kez görebiliyoruz ki bu suçluluk duygusu beynin belirli bir bölgesinin aktivitesiyle alakalıdır.’’
Araştırmacılar araştırmalarını ilerleterek insanların şiddete nasıl duyarsızlaştığını; kişiliğin, grup üyeliğinin, suçlu ve kurban olmanın beyindeki şiddete yönelik etkilerini gözlemlemeyi umuyorlar.

Makale:

  • Pascal Molenberghs, Claudette Ogilvie, Winnifred R. Louis, Jean Decety, Jessica Bagnall and Paul G. Bain The neural correlates of justified and unjustified killing: an fMRI study Social Cognitive and Affective Neuroscience Received November 10, 2014. Revision received February 17, 2015. Accepted March 4, 2015. doi: 10.1093/scan/nsv027

Ölümden Sonra Canlanan Genler Tespit Edildi

Ölümden Sonra Canlanan Genler Tespit EdildiGörsel Telif : Görseldeki canlı ölü gibi görünse de, aslında genleri çalışmaya devam ediyor.

Ölüm gerçekten varlığımızın sonu anlamına mı geliyor? Geçmişten beri, düşünürlerin, filozofların ve yakın bir geçmişten beri de biyofizikçilerin ve mikrobiyologların ilgisini çeken bu soruya dair kısmi bir cevap üreten yeni bir çalışma gerçekleştirildi. Araştırmaya göre biyolojik ölüm gerçekleştikten sonra yaşam en az bir açıdan devam ediyor : hayvanlar öldükten sonra genleri günler sonra bile çalışır (açık konum – on state) durumlarını koruyor ve/veya koruyabiliyor.

Araştırmacılar bu ölüm-sonrası aktivitesini, bağışlanmış olan organların daha iyi ve daha uzun süre ile korunabilmesini sağlayacak biçimde anlamayı ve uygulamalar geliştirebilmeyi hedeflerken, adli tıpta özellikle kesin ölüm zamanının tespiti gibi birçok önemli yan çıkarımın da yapılabileceğini öne sürüyor.

Amerika, Seattle’daki University of Washington’da mikrobiyolog olan Peter Noble bu keşfi zombi yaratmaya çalışırken keşfetmedi elbette. Noble keşfi, ekibiyle birlikte gen aktivitesi ölçümlerinin kalibrasyonu için geliştirdikleri yeni metodu test ederken gerçekleştirdi.

Peter Noble, keşifleri üzerinden çalışmalarının ana temasının; ‘yaşam hakkında daha detaylı bilgilere ölüm üzerinde çalışarak ulaşabileceğimiz’ olduğunu belirtiyor. Daha önce bilim insanlarının kadavralarda yaptığı kan ve karaciğer  analizlerinde birkaç genin ölüm sonrası aktivitesine devam ettiği kayıtları mevcut olsa da; Noble ve ekip arkadaşları sistematik olarak 1000’den fazla genin aktivitesini değerlendirerek ilk parametrik çalışmayı gerçekleştirmiş oldu diyebiliriz. Araştırmacılar, yakın zaman içinde ölmüş fare ve zebra balıklarında bu genlerden hangilerinin dokularda işlevlerine devam ettiğini ölçümledi. (Fareler için ölümden sonra 2 gün, balıklarda ise 4 gün)

İlk anda araştırmacılar yola çıkarken, ölümden kısa bir süre sonra genlerin aktivitelerini durdurduğunu varsaydılar. Bunun yerine yüzlercesinin aktivitelerini artırdığı gözlemlendi. Genlerin birçoğu ölümden sonraki ilk 24 saatte aktivitelerini artırırken daha sonraki süreçte durdukları ve off durumuna geçtikleri kaydedildi. Balıklarda ise bazı genlerin 4 gün süre ile açık konumda kalabildikleri belirtildi.

Bu ölüm-sonrası (postmortem) genleri, acil sağlık durumlarında da son derece yararlı fonksiyonlar gösteriyor: inflamasyonu yayma, bağışıklık sistemini harekete geçirme ve strese karşı işlev görme gibi. Bunlar dışındaki aktifleşen genler ise biraz beklenmedik işlevlere sahip diyebiliriz : doğumdan sonra ihtiyaç duyulmayan yani aktivitesi duran, embriyonun şeklini belirleyen (şekil veren) genler. Bu durum için araştırmacıların öne sürdüğü muhtemel açıklamaya göre, ölüm sonrası hücresel koşullar embriyonunkine benzediği için bu aktivite tekrar ortaya çıkıyor olabilir.

Araştırma ekibinin diğer bulgusuna göre, ölüm sonrasında kanseri teşvik eden, kansere yol açan genler daha aktif hale geliyor. Bu sonuç da başlı başına, ölen insanlardan organ alan insanların neden daha yüksek kanser riski taşıdığını bir anlamda açıklayabilir. Geçtiğimiz hafta bioRxiv’de ön-yayına alınan makale, önümüzdeki süreçte hakem onayından sonra prestijli bir dergide yerini alacaktır.

Son derece gelişmiş bir takım uygulamaların, ölüm sonrası tretmanların ve belki de yeni etik soru ve de sorunların ortaya çıkmasına sebep olacak bu keşif, nadir bir çalışmanın ürünü olarak ortaya çıktı. Özellikle adli tıpta, cinayet soruşturmalarını başka bir seviyeye taşıyacak olan kesin ölüm saatinin belirlenmesi, elbette direkt vücuttan alınan somut bir kanıt olarak da suç araştırmalarını kolaylaştıracaktır.

Araştırmacıların da özellikle belirttiği bir nokta var ki, ölüm sonrasında aktif hale gelen, daha aktif olarak çalışan genlerin ölümlerinden sonra bu hayvanlara hiç bir faydası olmuyor. Asıl elde edilmesi gereken çıkarım ise; bir organizmanın normal fonksiyon göstermesine yani sağlıklı bir canlı olmasına sebep olan birbirleriyle etkileşim halindeki genlerin kompleks ağının nasıl çalıştığını ve gen aktivitesi kalıplarının gözlemlenmesi ve sonuçlara ulaşılması olacaktır. Bu da hali hazırda devam etmekte olan araştırmalarda olduğu gibi, bu araştırmada da ölüm öncesi ve sonrası gibi kesin bir ayrım yapmadan, bir olasılık olarak ölüm anında kapanan bazı genlerin normalde kapalı kalmasını sağladıkları genlerin aktif konuma geçmesine sebep olabileceğini de hesaba katarak mümkün hale gelecektir.


Kaynak :

  • Bilimfili,
  • Mitch Leslie, ‘Undead’ genes come alive days after life ends, 22 Haziran 2016, www.sciencemag.org/news/2016/06/undead-genes-come-alive-days-after-life-ends

Makale Referans : Alexander E Pozhitkov, Rafik Neme, Tomislav Domazet-Loso, Brian Leroux, Shivani Soni, Diethard Tautz, Peter Anthony Noble Thanatotranscriptome: genes actively expressed after organismal death bioRxiv Posted June 11, 2016. doi: http://dx.doi.org/10.1101/058305

 

Ölen Bir Beyni Geri Getirmek İster Miydiniz?

Ölmüş olan bir beyni yeniden canlandırmanın mümkün olup olmadığını öğrenmek için gerçekleştirilecek deneye izin çıktı. Reanima Advanced Biosciences’ın amacı, kök hücreler, peptitler ve sinir hücrelerinin uyarılması ile ölmüş olan beyni diriltmek. Proje, hayalperest bilim insanları tarafından yoğun ilgi görüyor. Peki, gerçekten yapmalı mıyız?
Öncelikle, beyin eğer geri çevrilebilir bir durumdaysa klinik olarak bu beyine “ölü” diyemeyiz. Yani bahsedilecek olan beyin ölümü, kullanılacak teknolojiye bağlı. Ölümün en büyük iki belirtisi, nefesin kesilmesi ve kalbin durmasıdır. Nefes kesilmesine karşı bir çare bulunmakta. Bazı hastalar düşük vücut sıcaklığa maruz kalabiliyor veya oksijen eksikliği ile mücadele etmek zorunda kalabiliyor. Bu durumlarda, hastanelerde bulunan aletler eşliğinde bu kişiler tekrar solumaya başlayabiliyorlar. Peki kalp? Ölü bir kalbe sahipseniz dahi, ameliyat masası sizi bekliyor olacak.
Sakın yanlış anlamayın, ölen birisini diriltilemeyeceğini asla iddia etmiyoruz. Sadece günümüz teknolojisi buna imkan vermeyebilir ancak gelecekte, elbette bazı adımlar doğru atılacaktır. Eğer Renima’nın projesi de başarılı olursa, “ölüm” olarak tanımladığımız duruma sahip hastaları tekrar hayata geri getirmek (ya da ölmelerini engellemek) mümkün olabilir. Bir diğer açı ise, bu projenin geleceğe şekil verme potansiyeline sahip olması.
Bu arada, bu kimin beyni?
Olayın bir de “etik” boyutu var. Eğer başarılı olunursa, ölümü engellemeye kim karar verecek? Kişisel kimlik, bir tür devamlılıktır. Birisi ölümden kurtulduğunda onun fiziksel olarak devamlılığından bahsederiz genelde. Ancak ortada bir de psikolojik devamlılık var. Felsefi açıdan düşündüğümüzde, metafiziği işin içine kattığımızda ve oluşabilecek beyin hasarlarını da göz önüne aldığımızda, ortaya çıkacak kişinin “yeni” bir kişi olup olmadığı tartışma konusu.
Eğer beyinde hasar oluşmamışsa, ve kişi tamamen aynı psikolojik devamlılıkla tekrar hayatına başlarsa tüm bu sorular anlamsız kalacak çünkü bu müdahalenin yararlı olduğu ortada. Peki bu mümkün mü?
Biyolojik olarak, imkansız değil ama, zor. Hafıza, kişilik ve beyin fonksiyonları kaybedilebilir, yeni üretilen doku ile değişebilir. Böyle olunca da ölüme olan bakışımız da tamamen değişmek zorunda. Yeni kişi eğer psikolojik devamlılığını sağlamıyorsa, o artık önceki hayatındaki kişi değildir, fiziksel olarak yaşıyor olsa da.
Böyle bir durumla karşılaşılsa da bu tarz bir tedavi mantıklı mı? Eğer hayatı sadece üreme amaçlı düşünmezsek, bu herkes için “sağlığını geri kazanmak” anlamına gelmeyecek. Eğer gerçekten fiziksel olarak birilerini yaşatmak istiyorsak, organ nakli de güzel bir seçenek.
Yeni Bir Umut
Deney, denemeye değer mi? Yine, hangi açıdan baktığımıza göre değişir. Belki de hiçbir zaman ölen geri gelmeyecek ama bilimsel açıdan baktığımızda, sinir hücrelerinin yeniden nasıl oluşturulabileceğini öğrenmek, yeni araştırmalara kapı açacak.
Kaynak:

Ölüm fikri bizleri nasıl etkiliyor?

Ölüm fikri bizleri nasıl etkiliyor?

Bugünlerde Türkiye’de ve dünyada art arda meydana gelen terör saldırıları, güvendelik duygumuzu zedelemiş durumda. Geçtiğimiz Pazar günü İstanbul caddelerindeki trafik yoğunluğu, son yıllarda hiç görmediğimiz kadar düşüktü. İstanbul’un en kalabalık caddelerinde dahi in cin top oynuyordu. Esasında evde otururken bile daima belirli bir ölüm riskiyle karşı karşıya olmamıza rağmen, terör saldırıları bir tür bulunabilirlik etkisi yaratarak, hayatımızı ne kadar kolay kaybedebileceğimizi hatırlatıyor bize.

Timur Kuran ve Case Sunstein’in bulunabilirlik silsilesi (ing. availability cascade) olarak adlandırdığı sosyal etki (1), belirli bir olayın art arda gerçekleşmesi halinde o olayın gerçekleşme olasılığının çok yüksek algılanmasına neden olduğunu ifade eder. Terör saldırılarının bu kadar sık gerçekleşmesi ve engellenememesi, doğal olarak kendimizin ve sevdiklerimizden birinin bu gibi hadiselerde hayatlarını kaybetmelerinden ciddi seviyede endişelenmemize neden oluyor. Peki… Öleceğimizi bilmek davranışlarımızı nasıl etkiliyor?

Ölüm, her ne kadar kimi zaman inkâr etsek de, korkutucu bir hadise. Bilhassa yaşamı sevdiğimizde, uhdelerimiz olduğunda, yapmak isteyip de yapamadıklarımızı beklediğimizde… Aşırı ölüm korkusuna tanatofobi deniyor. Yani ölümden, normal bir hayat sürmenizi engelleyecek kadar korkuyorsanız, evet… Bu bir sorundur ve yüksek olasılıkla tedavi edilmesini gerektirir.

Ancak böyle bir sınıflama, bu sınıflama dışında kalanların ölümü düşündükleri zaman bazı davranış değişiklikleri yaşamayacağı anlamına gelmez. BBC’de yayımlanan bir makaleye göre (2), insanların ölüm anlarını hayal ettiklerinden sonraki davranış değişikliklerini inceleyen 200’dan fazla deney yapılmış.

Bunlardan çarpıcı olanlarından birinde, ABD’deki yargıçlara “kefaletle serbest bırakma” konusunda karar almaları gereken bir senaryo sunulmuş. Ölüm anını hayal etmeleri istenen yargıç grubunun kefalet talebini reddetme oranları, herhangi bir şey istenmeyen yargıçlara göre daha yüksek olmuş.

Yine bu tür deneylerden çıkan bir sonuca göre, ölümü düşünmek görüşlerimizde daha şahinleşmemize neden oluyor. Yani öleceğimizi düşündüğümüz anlardan sonra bir konuda tavır takınmamız gerektiğinde, liberalsek daha liberal, muhafazakârsak daha muhafazakâr davranıyoruz.

Belki intihar bombacısı olabilmek de böyle bir silsilenin sonucudur: Eğer ölümü düşünmek fikirlerimizde şahinleşmemize neden oluyorsa, daha aşırı uçlardaki ideolojilerin kendilerine intihar bombacısı bulabilmeleri kolaylaşıyordur. Zira burada bir döngü ortaya çıkıyor: Ölümü düşünmek fikirlerde şahinleşmeyi, fikirlerde şahinleşmek o fikirler uğruna ölmek istemeyi besliyor.

Elbette ölüm korkusu, toplumsal kurumları ayakta tutan etkenlerden birisi. Mesela ölüm korkusu çocuk sahibi ya da ünlü olma arzularımızı artırıyor (2). Bu da nüfus artışının ya da sanatsal üretimin ölüm korkusundan kaynaklanan bir fenomen olduğu yönünde spekülasyon yapmamıza izin verecek bir bilgidir. Zira aslında gen aktarımı dediğimiz şey, ölmemiz halinde genlerimizin hâlâ yeryüzünde varlığını sürdürme amacı taşırken, sanatsal başarı da kişinin isminin, eserlerinin ya da fikirlerinin kültürel zenginlik içerisinde varkalımının bir garantisidir. Toplumsal bir kurum olarak din, ölümden sonra hayat fikrini sunarak, zaten bireylerin ölüm adlı sonu kolaylıkla kabullenebilmelerini kolaylaştırır (3). Çok eskilerde, Türk hükümdarların fethettikleri yerlerdeki din adamlarını kendilerine uzun ömür dilemeleri halinde affettikleri de düşünülürse (4), dinin sadece bireysel düzeyde değil, politik bir kurum olarak da var olmasının ardında bile güç sahiplerinin ölüm korkularının olduğu iddia edilebilir.

Tevfik Uyar / @tevfik_uyar (HerkeseBilimveTeknoloji)

Kaynaklar

  1. Kuran T., Sunstein C. (1999). Availability cascades and risk regulation. Stanford Law Review. 51 (4), pp. 683-768.https://econ.duke.edu/uploads/assets/People/Kuran/Availability%20cascades.pdf
  2. Jong J. (2016). Why comtemplating death changes how you think. BBC Future.http://www.bbc.com/future/story/20160208-why-contemplating-death-changes-how-you-think
  3. Durkheim, E. (2005). Dini hayatın ilkel biçimleri. İstanbul: Ataç Yayınları.
  4. Roux J. P. (1999). Altay türklerinde ölüm. İstanbul: Kabalcı Yayınları.

Ölüm Hakkında 5 Şaşırtıcı Bulgu

Benjamin Franklin’in meşhur sözüyle başlayalım: Bu dünyada ölüm ve vergiler dışındaki hiçbir şeyin kesin olduğu söylenemez. Çok azımız vergileri heyecan verici bulur, ama ölüm— sadece düşündüğümüzde bile— bizi çok farklı yönlerde derinden etkiler.

Ölüm üzerine yapılmış birçok araştırma vardır. Bu yazıda da, ölüm ile ilgili belki de farkında olmadığınız 5 şaşırtıcı gerçeği sizinle paylaşacağız.

1. Ölüm Kokusu 

Ölü bir bedenin kokusunun tarif edilmesi oldukça zordur, ama neredeyse herkes bu kokunun kötü olduğu konusunda hemfikirdir. İnsan vücudunun bozuması sırasında çıkan koku, 400’den fazla uçucu kimyasal bileşik içerir.

Bu uçucu bileşiklerin birçoğuna diğer hayvanların bozunması sırasında da rastlıyoruz. Fakat, yapılan araştırmalarının gösterdiğine göre; insan vücudunun çürümesi sırasında, su ile reaksiyon verip alkol ve asit oluşturan organik bileşikler olan esterler açığa çıkıyor. Bu esterler hayvanlar içerisinden yalnızca insana özgü. Bu esterlerle ilgili enteresan olan şey ise, aynı zamanda özellikle çürümüş meyvelerde de rastlanıyor olması. İnsan bedeninin çürümesi sırasında yaydığı ve genellikle mide bulandırıcı derecede tatlı olarak tarif edilen kokunun sebebi de bu  esterlerdir.

2. Ölümden Sonra Uzayan Kıllar ve Tırnaklar

Ölümden sonra saçların ve tırnakların —en azından bir süre— uzadığını mutlaka duymuşsunuzdur. Gerçekten de, özellikle kısa bir süre sonra açılan mezarlardaki bedenlerin saçlarının, erkek ise sakallarının, ve tırnaklarının uzadığı görülmüştür. Fakat bu tamamen bir illüzyon.

Aslında, öldükten sonra tırnaklar ve kıllar uzamaz. Bu yanılgıya kapılmamızın sebebi vücudun su kaybı yüzünden büzüşmesidir. Bu durum, saçları ve tırnakları daha uzun gösterir. Ölümden sonra, saç kökü ve deri altındaki tırnak matriksi canlı kalsa bile, saç ve tırnakların uzaması için hormonal sistem gereklidir.

3. Telomer Uzunluğu ve Yaşam Süresi

Uzunca bir süre, insan hücrelerinin ölümsüz olabileceğine, ve doğru çevresel koşullar altında sonsuza kadar kendini yenileyebileceğine inanıldı. Fakat, 1961’de keşfedildiği üzre; 50 ila 70 bölünmeden sonra hücreler yenilenmeyi kesiyorlardı. 1961’den on yıl sonra da, hipotez daha da geliştirildi: telomerler her bir bölünmeden sonra daha da kısalıyorlardı, ve belirli bir kısalığa geldiklerinde bölünme duruyordu ve hücreler ölüyordu.

O günden beri, telomer uzunluğunun yaşam süresinin tahmininde kullanılabileceği ile ilgili deliller daha da arttı. Fakat, henüz kısalan telomerlerin yaşlanmadan mı yoksa yalnızca bir semptomdan mı kısaldığı net değil.

4. Ölüm Korkusu Yaşlandıkça Azalıyor

İnsanın ölüme yaklaştıkça daha fazla ölümden korkmasını beklersiniz, değil mi? Fakat, yapılan araştırmalar bu durumun tam tersini öne sürüyor. Amerika’da yapılan bir çalışmaya göre 40’lı ve 50’li yaşlardaki insanlar, 60’lı ve 70’li yaşlardaki insanlara göre ölümden daha çok korkuyorlar. Ayrıca benzer bir şekilde yapılan başka bir araştırmaya göre; 60’lı yaşlarındaki insanlar orta yaşlı insanlara ve gençlere göre daha az ölüm endişesi taşıyorlar. Bir diğer çalışmaya göre de, ölüm endişesi 20’li yaşlarda en üst noktasına ulaştıktan sonra yıllar geçtikçe azalıyor.

5.  Ölüm Hakkında Düşünmek, Bizi Önyargılı Yapıyor

Ölümü düşünmenin insanların fikirlerinde ne gibi değişikliklere yol açtığı üzerine, geçtiğimiz 20 yılda yapılmış 200’den fazla çalışma bulunuyor.

Araştırmaların sonuçlarına göre, ölüm hakkında düşünmek — daha sıradan şeyler ve hatta diğer endişe kaynakları hakkında düşünmeye kıyasla— insanları ırkçılara karşı daha toleranslı, hayat kadınlarına karşı daha kaba, yabancı ürünleri tüketmeye daha az istekli ve hatta liberalleri daha az LGBT hakları destekçisi yapıyor.

Fakat, ayrıca ölüm hakkında düşünmek insanları daha çok çocuk sahibi olmaya ve kendinden sonra çocuklarına adının verilmesi isteklerine itiyor. Başka bir deyişle, ölüm hakkında düşünmek bizi sembolik ölümsüzlükleri takip etmeye yönlendiriyor. Ayrıca yine ilginç bir şekilde, ölüm ile yüzleşince Tanrı ve ölümden sonra yaşam inancı, dinsiz insanlarda artış gösteriyor.

 


Kaynak:

  • Bilimfili,
  • Jonathon Jong (December 9, 2015), Five surprising findings about death and dying, Science Alert Retrieved on 3 January 2016 from http://www.sciencealert.com/five-surprising-findings-about-death-and-dying
  • E. Rosier , S. Loix , W. Develter , W. Van de Voorde , J. Tytgat , E. Cuypers The Search for a Volatile Human Specific Marker in the Decomposition Process PLOS ONE  Published: September 16, 2015DOI: 10.1371/journal.pone.0137341
  • Fick LJ, Fick GH, Li Z, Cao E, Bao B, Heffelfinger D, Parker HG, Ostrander EA, Riabowol K. Telomere length correlates with life span of dog breeds. Cell Rep. 2012 Dec 27;2(6):1530-6. doi: 10.1016/j.celrep.2012.11.021.
  • Heflick NA, Goldenberg JL. No atheists in foxholes: arguments for (but not against) afterlife belief buffers mortality salience effects for atheists. Br J Soc Psychol. 2012 Jun;51(2):385-92. doi: 10.1111/j.2044-8309.2011.02058.x. Epub 2011 Oct 13.