“Dilimin Ucunda” Anlarını Neden Yaşarız ve Nasıl Engelleriz?

Hepimizin başına geliyordur. Konuşmanın tam ortasında, aniden sözcük hazinenizin duvarına çarparsınız. Ve “Neydi bu kelime?” diye düşünmeye başlarsınız. Aslında kelimeyi biliyorsunuzdur ancak bir türlü söyleyemezsiniz. Orada, dilinizin ucuna gelmiş ve yapışıp kalmış haldedir.

İşte bu durumun bilimsel bir ismi var; — tip of the tongue syndrome– dilimin ucunda sendromu. İlk olarak 1890 yılında psikolog William James tarafından isimlendirilen bu sendromun birçok dilde kendine has bir ifadesinin olması; sendromun birçok kültürde yaşandığının da göstergesi aslında. Örneğin; Koreliler bu durumu karşılayan ifade olarak“dilimin ucunda parlıyor” kelime grubunu kullanırken, Estonyalılar bu durum için “dilimin üstünde” ifadesini kullanırlar.

Neden “Dilimin Ucunda” Durumları Meydana Gelir?

Düşünceleri kelimelere dönüştürme işi; oldukça kolay gerçekleştirdiğimizden genellikle basite alınan fakat esasında oldukça karmaşık bir süreçtir. Beyniniz, soyut kavramlardan oluşan düşünceleri önce kelimelere dönüştürür ve ardından bunları uygun seslerle eşleştirir. İşte konuşuyorsunuz. “Dilimin Ucunda” durumlarında ise bu süreç kesintiye uğrar. Normalde kelime hatırlama işi oldukça hızlı ve kolay gerçekleşir ancak “dilimin ucunda” anlarında, sistem çöker ve sıkışıp kalırsınız.

Bu durum sözcüksel hatırlamada geçici bir bozulmanın meydana geldiği psikolinguistik bir süreç olabilir. Bazı araştırmacılar, söz konusu fenomeni;  hafıza çağırma sürecini çarpıklığa uğratan bir şey olarak tanımlıyorlar. Bazıları ise “dilimin ucunda” anlarının; beyindeki hatırlama sürecinin anlık çöküntülerinde ortaya çıkan his olarak tanımlıyorlar.

Geçmişte yapılan çalışmalar; 18 ila 22 yaş aralığındaki insanların “dilimin ucunda” anlarını haftada bir veya iki defa yaşadıklarını, buna karşın daha yaşlıların (65-75 yaş arası) haftada iki veya daha fazla yaşadıklarını ortaya koyuyor. Yaşlanma, uyku eksikliği, anksiyete, alkol ve uyuşturucu bağımlılığı gibi etkenler, fiziksel ve bilişsel sağlığı olumsuz etkilediğinden, “dilimin ucunda” anlarının yaşanma sıklığı da bu durumlarda daha sık görülür.

Bir şeyi hatırlamaya çalıştığınızda, beyniniz hafıza bağlantılarınızı arar ve hipokampus ve diğer beyin bölgeleri “şifrelenmiş” hafızalara erişim sağlamak üzere beraber çalışır. Uzun süreli hafıza, kısa süreli hafızaya göre daha sağlamdır. Yani iki gün önce öğle yemeğinde ne yediğinizi hatırlamak, lise mezuniyetinizi hatırlamaktan daha zordur.

Öte yandan, bir hafızanız üzerinde uzun süre düşünmezseniz, bu hafızayı sonradan hatırlamak daha güç bir hal alır. Yani beyninizde bir yerlerde bu hafıza duruyordur ancak bir süredir onunla ilgili bir bilgiyi kullanmadığınızdan biraz “tozlanmıştır”.

Beyin, etkinliğine bağlı olarak bilgiyi önem sırasına göre koyan bir oda gibidir. Bu odada da “kullan ya da kaybet” prensibi uygulanır. Örneğin telefon numaraları; onları artık hafızanızda tutmanız gerekmez çünkü artık telefonlarınızda kayıtlıdır. Dolayısıyla telefon numaraları hafızanızda önem sırasının gerilerinde bir yerde konumlandırılır. 2015’te Nature‘da yayımlanan biraraştırma; hafızamızın içerisine daha sonra belki kullanılır diye önemsiz bilgi depoladığı bir tür “ne olur ne olmaz klasörü”olduğunu ileri sürüyor. Dolayısıyla artık kullanmadığımız kelimeleri bir süre sonra neden unuttuğumuza dair bu durum bir açıklama getirebilir.

Öte yandan “dilimin ucunda” sendromu her ne kadar yaygın olsa da bu mental sürecin neden kesintiye uğradığı tam anlamıyla bilinmiyor. Ancak yapılan bir başka araştırma “dilimin ucunda” durumlarını kafein alımıyla ilişkilendiriyor.  Söz konusu araştırmada katılımcılara 200 mg kafein ya da kafein için plesebo etkisi oluşturan bir madde veriliyor. Araştırma sonuçları; kafein alan grupta “dilimin ucunda” durumlarını daha fazla deneyimlediklerini ortaya koydu. Sonuçlar, kafeinin, adenozin reseptörlerinde tetikleme oluşturarak fonolojik hatırlama sistemindeki kısa süreli plastisite etkisini arttırıyor.

Öte yandan, sinir bozucu bir biçimde hatırlanmaya çalışılan kelime üzerinde daha fazla düşündükçe, ondan giderek uzaklaşırız. Ancak google’ın kelime tamamlama ya da ilişkilendirme ağı sayesinde bu kelimeyi bazen kolaylıkla da bulabiliriz. Kanada’daki McMaster University’den Doç. Dr. Karin Humphreys’in yaptığı bir araştırma ise bu kelimeyi ileride tekrar unutacağınızı ileri sürüyor.

Lisans öğrencileriyle yapılan çalışmada, araştırmacılar; katılımcılara “dilimin ucunda” durumlarını tetikleyen bir dizi tanım sunarak, katılımcılardan uygun kelimeleri üretmelerini istedi.

Örneğin; “Mağaraları keşfetme sporunun adı nedir?” (İngilizce’de bu spora verilen isim “spelunking” dir. **)

Eğer ki tanım katılımcıyı şaşkına uğratırsa ve katılımcıyı “dilimin ucunda” durumuna sokarsa, katılımcılara üzerinde biraz düşünmeleri için biraz zaman verildi. Eğer katılımcı kelimeyi hatırlamazsa, araştırmacılar kelimeyi söylüyorlardı. Deney; aynı katılımcılar, aynı tanımlama ve aynı kelimelerle çeşitli aralıklarla tekrarlandı ve katılımcıların bir sonraki seferde kelimeyi hatırlayıp hatırlamama durumları arasında bir değişiklik meydana gelip gelmediği gözlemlendi. Fakat ilginç bir biçimde bir hafta sonra da yapılsa 5 dakika sonra da yapılsa bir şeyin değişmediği görüldü. Birçok insan aynı kelimelerde tekrar tekrar “dilimin ucunda” anlarını deneyimledi.

Araştırmacılar; elde ettikleri sonuçların yapılan hataların bu hataları güçlendirme eğiliminde olduğu ve tekrar ortaya çıkmasına sebep olduğu düşüncesine destek sunuyor. Yani, ismini unuttuğunuz bir aktörün veya aktrisin ismini hatırlamak için IMDB’ye başvurduğunuzda aslında unutkanlığınınızı daha da derinleştirerek hatanızı güçlendiriyorsunuz.

“Dilimin Ucunda” Durumlarını Nasıl Engelleyebilirsiniz?

Yeni yapılan araştırmalar bu durumları engellemeye dair bazı potansiyel çözümler sunuyor. Örneğin Humphreys’in çalışmasında; katılımcılar kendi başlarına kelimeyi hatırlamakta güçlük çektiğinde katılımcılara doğrudan cevabı söylemek yerine hatırlamalarına yardımcı olmanın; bir sonraki seferde kelimenin unutulmasını engelleyebildiği sonucuna ulaşıldı. Yani katılımcıya fonolojik bir ipucu verildiğinde, örneğin; kelimenin ilk birkaç harfini söylemek gibi; bu şekilde, eğer ki katılımcılar kendi başlarına kelimeyi oluşturabilirlerse bir sonraki sefere kelimeyi hatırlamaları daha mümkün hale geliyor.

Çünkü, temel düzeyde beynimiz ağ yapısındadır ve her işlem için yeni ağlar kurulur. Söz konusu kelimenin hatırlanması için de basit anlamda ağlar kurulmalıdır. Bu durumu şöyle izah edebiliriz; örneğin, A-B-C şeklinde bir yol örgüsü olsun ve C noktası bizim çıktı noktamız olsun. Çıktı noktamız olan C noktasına ulaşmak için A, B ve C noktaları arasında yol inşa etmemiz gerekir. Kelimeyi doğrudan söylemek, C noktasındaki çıktıya sıçramalı bir erişim sağlar. Ancak hatırlamaya yardımcı olmak ise A’dan B’ye bir yol kurulmasına ve nihayetinde de B’den C’ye bir yol kurulmasına sebep olur ve böylelikle de A-B-C örgüsü tamamlanmış olur. Sıçramalı hatırlatmalar, bağlantı kopukluğuna sebep olacağından ileride hatırlamayı güç hale getirecektir, ancak hatırlatmaya yardımcı olmak ise eksik bağlantıların kurulmasını ve yol örgüsünün tamamlanmasını sağlayarak hatırlamayı bir sonraki sefer için daha muhtemel hale getirecektir.

Dolayısıyla, bir sonraki sefere, dilinizin ucundai kelimeyi yakalamakta güçlük çekerseniz, çevrenizdeki insanlardan size bu bağlantıların kurulması noktasında yardımcı olmasını isteyin. Ne söylemeye çalıştığınızı açıklayın ve onlardan ipucu isteyin.

**Günümüzde sportif anlamda mağaralara girenler kendilerini mağaracı ya da yaygın olarak kullanılmayan bir terim olan “spelunker” olarak adlandırmaktadırlar. Mağaralara ama amatör ama bilimsel açıdan gözlem, araştırma ve keşif amacıyla girenlere ise “speleolog” denilmektedir.


Kaynaklar ve İleri Okuma: Bilimfili
– Lesk, Valerie E., and Stephen P. Womble. “Caffeine, priming, and tip of the tongue: evidence for plasticity in the phonological system.” Behavioral Neuroscience 118, no. 3 (2004): 453.
– Brown, Roger, and David McNeill. “The “tip of the tongue” phenomenon.”Journal of verbal learning and verbal behavior 5, no. 4 (1966): 325-337.
– Schwartz, Bennett L., and Janet Metcalfe. “Tip-of-the-tongue (TOT) states: retrieval, behavior, and experience.Memory & Cognition 39, no. 5 (2011): 737-749. http://www.columbia.edu/cu/psychology/metcalfe/PDFs/Schwartz_Metcalfe_inPress.pdf
– Cleary, Anne M., and Alexander B. Claxton. “The tip-of-the-tongue heuristic: How tip-of-the-tongue states confer perceptibility on inaccessible words.Journal of Experimental Psychology: Learning, Memory, and Cognition 41, no. 5 (2015): 1533. https://www.apa.org/pubs/journals/features/xlm-0000097.pdf

Beynimizi Özel Yapan Nedir?

İnsan beyni eşsizdir. Bilişsel kapasitemizin şaşırtıcılığı; tekeri icat etmemize, piramitleri inşa etmemize ve ay yüzeyine inebilmemize olanak sundu. Bilim insanları; insan beyninin bu dikkate değer yanını kimi zaman “evrimin başat başarısı” olarak taçlandırır.

Fakat, tam olarak beynimizi eşsiz yapan nedir? Önde gelen bazı görüşler; beynimizin, boyutu göz önüne alındığında daha fazla nöron sahibi olduğu ve daha fazla enerji sarfettiğini, yüksek biliş seviyesinden sorumlu serebral korteksimizin orantısız bir biçimde büyük olduğunu (toplam beyin kütlemizin %80’inden fazlası) referan gösteriyor.

Ancak son yıllarda yapılan çalışmalar, eşsiz bir nöron sayma yöntemiyle ( beyni homojen bir karışımda çözerek) bu yerleşik düşünceleri çürüttüler. Beyin Çorbası ismi verilen bu teknik ile araştırmacılar; beyin büyüklüğümüze oranla nöron sayımızın diğer primatlarla tutarlı olduğu ve yüksek bilişten sorumlu serebral korteksimizin de beynimizdeki bütün nöronların yalnızca %20’sini barındırdığı, bunun da diğer memelilerle hemen hemen aynı oran olduğu bulgusuna eriştiler. Bu bulgular ışığında, bilim insanları insan beyninin esasında; pişmiş gıdalar sayesinde daha fazla kalori tüketmeye başlamamızla birlikte bir primat beyninin büyümesiyle doğrusal ölçekteolduğunu ileri sürüyorlar.

Bazı araştırmacılar ise; yalnızca insan beynine özgü olduğu düşünülen özelliklerin hayvanlar aleminin diğer üyelerinde de var olduğu bulgusuna ulaştılar. Örneğin; maymunlar da adalet duygusuna sahiptirler. Fareler defedakârlık ve empati gösteriyorlar. Geçtiğimiz aylarda Nature Communications ‘da yayımlanan bir çalışmada bilim insanları, makaklar ve insanların dilin temel yapılarını işlemeden sorumlu ortak beyin bölgeleri olduğu bulgusuna ulaşmıştı.

Her ne kadar beyinimizin özel olduğuna dair ileri sürülen gerekçelerin bazıları çürütülmüş olsa da, birçok yönden farklılık gösteriyoruz. Bu farklılıklar da genlerimizde ve çevreye uyum sağlama yetimizde yatıyor. Yapılan iki yeni çalışma tartışmaya yeni bakış açıları sağlıyor.

Eşsiz Genetik İşaretler

Genetik düzeyde, insanlar diğer hayvanlarla benzerdir. DNA’mızın %90’ından fazlası; şempanzeleri, bonobolaro ve gorilleri içeren yakın akrabalarımızla ortaktır. Öte yandan fareler ve insanlar; aynı olan birçok geni paylaşırlar(bu yüzden fareler birçok insan hastalığının tedavisi çalışmalarında model olarak kullanılır). Ancak son yıllarda yapılan çalışmalar, özel protein kodlayan bazı DNA kesitlerinin  insanlar ile diğer hayvanlar arasında biraz farklılık gösterebileceğini ortaya çıkardı.

Daha sağlam veriler toplayabilme tekniklerinin gelişmesi insan beyni ile diğer türler arasındaki nüansların çözülebilmesine olanak sunuyor. Örneğin, Allen Institute for Brain Science ‘dan bilim insanları  yetişkin fare ve insan beynini de içeren çeşitli türlerin binlerce gen ekspresyonunun detaylı bir atlasını geliştirdiler. Geçtiğimiz haftalarda Nature Neuroscience’da yayımlanan bir çalışmada araştırmacılar, insan populasyonunda da ortak olan gen ekspresyonu örgülerine bakma için bu veri setlerini kullandılar. Araştırmada altı bireyde 132 beyin bölgesinde ortak olan 20.000 genin 32 benzersiz işaretini tanımladılar (haritayı buradan inceleyebilirsiniz.) Bu özgün genetik kod bizim insan özellikleri göstermemize neyin sebep olduğuna dair bir açıklama sağlayabilir.

Araştırmacılar insanlar ile fareleri karşılaştırdıklarında, nöronlarla ilişkili genlerin türler arasında oldukça iyi korunmuş olmasına karşın, gliyal hücrelerle –geniş bir görev çeşitliliğine sahip nöronal olmayan hücreler–ilişkili genlerin böyle olmadığını gördüler. Öte yandan, gliya ile ilişkili gen örgüsünün Alzheimer gibi beyin hastalıklarını kapsayan genlerle örtüştüğü bulgusuna erişildi. Bu bulgular da uzunca bir süredir beynin destek hücreleri olduğu düşünülen gliyal hücrelerin aslında hastalıkta ve gelişimde önemli bir role sahip olduğunu ortaya çıkaran çalışmalara güncel desteler sunuyor.

Bu bulgu aynı zamanda beynin plastisitesine dair bir başka önemli çıkarıma da sahip olabilir; gliya beynin şekillenmesinde önemli bir role sahip. Ancak bu durumun yalnızca insanlara özgü mü, yoksa diğer primatlarda da görülüp görülmediği noktasında daha fazla analize ihtiyaçları var.

Maymundan İnsana

Plastisite eşsiz bilişsel yetilerimize sebep olan beynimizdeki özel farklılıkların altında yatan şey olabilir. Geçtiğimiz aylarda Proceedings of the National Academy of Sciences ‘da yayımlanan bir çalışmada; insan beyninin genetik olarak daha az kalıtsal olabileceği ve böylelikle de yakın akrabalarımız olan şempanzelerden daha fazla plastik özellikte olabileceği ileri sürülüyor.

Yapılan bu çalışmada, 218 insan ve 216 şempanze beyninde genlerin beyin büyüklüğü ve organizasyonuna etkileri karşılaştırıldı. Çalışma sonunda beyin büyüklüğünün her iki türde de büyük oranda kalıtsal olduğu, serebral korteks organizasyonunun ise  insanlarda şempanzelere kıyasla genetik olarak daha az kontrol edildiği bulgusuna ulaşıldı. Doğum anında beynimizin diğer primat kuzenlerimize kıyasla daha az gelişmiş olması ve bu durumun da bizler için çevremizin şekillendirdiği uzun bir süreci yaratması bu farklılığın muhtemel bir açıklaması olabilir.

Sonuç olarak; faklılığın temelinde yatan şeyin tam olarak ne olduğunu belirleyebilmek için daha fazla araştırmaya ihtiyacımız var. İnsanlar ile diğer memeliler ve apelerin ortak özelliklerine dair bilmediğimiz çok şey var.


Kaynak:

  1. Bilimfili,
  2. What Makes Our Brains Special? ScientificAmerican MIND. (2015, November 24)
  3. Suzana Herculano-Houzel The human brain in numbers: a linearly scaled-up primate brain Front. Hum. Neurosci., 09 November 2009 | http://dx.doi.org/10.3389/neuro.09.031.2009
  4. Sarah F. Brosnan & Frans B. M. de Waal Monkeys reject unequal pay Nature 425, 297-299 (18 September 2003) | doi:10.1038/nature01963; Received 14 May 2003; Accepted 23 July 2003
  5. Nobuya Sato , Ling Tan, Kazushi Tate, Maya Okada Rats demonstrate helping behavior toward a soaked conspecific Animal Cognition September 2015, Volume 18, Issue 5, pp 1039-1047 First online: 12 May 2015
  6. Benjamin Wilson, Yukiko Kikuchi, Li Sun, David Hunter, Frederic Dick, Kenny Smith, Alexander Thiele, Timothy D. Griffiths, William D. Marslen-Wilson & Christopher I. Petkov Auditory sequence processing reveals evolutionarily conserved regions of frontal cortex in macaques and humans Nature Communications 6, Article number: 8901 doi:10.1038/ncomms9901 Received 23 April 2015 Accepted 14 October 2015 Published 17 November 2015 Article tools
  7. Madissoon E, Töhönen V, Vesterlund L, Katayama S, Unneberg P, Inzunza J, Hovatta O, Kere J. Differences in gene expression between mouse and human for dynamically regulated genes in early embryo. PLoS One. 2014 Aug 4;9(8):e102949. doi: 10.1371/journal.pone.0102949. eCollection 2014.
  8.  Michael Hawrylycz, Jeremy A Miller, Vilas Menon, David Feng, Tim Dolbeare1, Angela L Guillozet-Bongaarts, Anil G Jegga, Bruce J Aronow, Chang-Kyu Lee, Amy Bernard, Matthew F Glasser, Donna L Dierker, Jörg Menche, Aaron Szafer, Forrest Collman, Pascal Grange7, Kenneth A Berman8, Stefan Mihalas, Zizhen Yao1, Lance Stewart, Albert-László Barabási, Jay Schulkin, John Phillips1, Lydia Ng, Chinh Dang, David R Haynor, Allan Jones, David C Van Essen, Christof Koch & Ed Lein Canonical genetic signatures of the adult human brain VOLUME 18 | NUMBER 12 | DECEMBER 2015 nature neurOSCIenCe Received 22 August; accepted 16 October; published online 16 November 2015; doi:10.1038/nn.4171
  9. S. Ben Achour, O. Pascual Glia: The many ways to modulate synaptic plasticity Neurochemistry International Volume 57, Issue 4, November 2010, Pages 440–445 Glia as Neurotransmitter Sources and Sensors doi:10.1016/j.neuint.2010.02.013
  10. Aida Gómez-Robles, William D. Hopkinsc,d, Steven J. Schapiroe, and Chet C. Sherwood Relaxed genetic control of cortical organization in human brains compared with chimpanzees Proceedings of the National Academy of Sciences vol. 112 no. 48 > Aida Gómez-Robles, 14799–14804, doi: 10.1073/pnas.1512646112

Küçük Yaşta Egzersiz, Bağırsak Mikroplarını Etkileyerek Sağlıklı Beyin ve Metabolizma Sağlıyor

İnsan bağırsağı 100 trilyondan fazla mikroorganizmadan oluşan bir hayvanat bahçesi barındırmakta. University of Colorado Boulder’ dan araştırmacılar yaşamın erken evrelerinde yapılan egzersizlerin bu mikrobiyal komünitenin (topluluk) daha iyi ve sağlıklı bir beyin ve ömür boyu metabolik aktivite sağlayabilecek şekilde değiştirebildiğini keşfetti.  

Yakın zamanda Immunology and Cell Biology Dergisinde yayımlanan araştırma, insanın erken gelişimi boyunca bir fırsat döneminin daha iyi bir ömür boyu sağlık şansını optimize edilebileceğini gösteriyor.

University of Colorado Boulder’ın Tamamlayıcı Fizyoloji Anabilim Dalı’nda profesör ve aynı zamanda çalışmanın kıdemli yazarı olan Monika Fleshner : ” Egzersiz  hem metabolik hem de mental (zihinsel) sağlığı birçok açıdan etkilemekte.” diyerek tam bu noktanın araştırmalarının yenilikçi tarafı olduğunu ekliyor.

Mikroplar insan vücudundaki yerini doğumdan çok kısa bir süre sonra almakta ve bağışıklık sistemi ve birçok sinirsel yapının gelişimi için kritik öneme sahip. Bu mikroplar, insanların tüm genetik profiline 5 milyon kadar gen ekleyerek insan fizyolojisini etkileyebilecek çok büyük bir güce sahip.

Bu çeşitli mikrobiyal komünite, yetişkinlik hayatı boyunca şekillendirilebilir ve beslenme tarzı veya uyku düzeni gibi çevresel faktörlerden etkilenebilirken, araştırmacılar bağırsaklardaki mikroorganizmaların genç yaşlarda “plastik (şekil verilebilir halde)” olduğunu buldular.

Çalışma sonuçları, her gün gönüllü olarak egzersiz yapan genç sıçanların, egzersiz yapmayanlara ve yetişkin sıçanlara- egzersiz yapsalar dahi- oranla bağırsaktaki probiyotik bakteri türleri de dahil olmak üzere daha fazla yararlı mikrop yapısı geliştirdiğini göstermekte.

Araştırmacılar henüz bağırsak mikroplarının değişime en açık olduğu yaş aralığını tespit edebilmiş değil; ancak ön çalışmalar “ne kadar erken o kadar iyi” diyor.

Araştırmacı Fleshner aynı zamanda, zinde ve sağlıklı bir bağırsak mikrobu komünitesinin sağlıklı beyin fonksiyonlarını teşvik ettiğini ve anti depresan etkiler sağladığını ekliyor. Önceki araştırmalar insan beyninin bağırsaktan gelen mikrobiyal sinyallere yanıt verdiğini göstermekteydi, ancak bu iletişimin nasıl bir yöntemle sağlandığı halen araştırılmakta.

Bu mikrobiyal ekosistem üzerine ileride yapılacak araştırmaların, mikropların uzun süreli dönemde beyin fonksiyonlarını nasıl etkilediğine odaklanacağı belirtilmekte. Araştırmacılar ileriye dönük olarak da, mikrobiyal komüniteleri daha stabil ve değişime kapalı olan yetişkinlerde pozitif bağırsak mikrobu plastisitesini teşvik edecek yeni yollar da araştırmayı planlamakta.

Referans: Bilimfili

Agnieszka Mika, Monika Fleshner. Early life exercise may promote lasting brain and metabolic health through gut bacterial metabolites. Immunology and Cell Biology, 2015; DOI:10.1038/icb.2015.113