Çocukluk Dönemindeki Stres Beyni Erken Olgunlaştırıyor

Taking a Snow Town – Vasily Surikov (1891) Kaynak: https://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/thumb/6/64/Vasily_Surikov_-_Taking_a_Snow_Town_-_Google_Art_Project.jpg/800px-Vasily_Surikov_-_Taking_a_Snow_Town_-_Google_Art_Project.jpg

Erken çocukluk döneminde yaşanan stres, ergenlik zamanlarında belirli beyin bölgelerinin daha hızlı olgunlaşmasına yol açıyor. Öte yandan, çocukluk döneminin daha sonraki evrelerinde deneyimlenen stres ise, ergen beyninde daha yavaş bir olgunlaşmaya yol açıyor.

1998 yılında, 1 yaşındaki 129 bebek ve onların ebeveynlerinden oluşan bir grup ilk kez teste tabi tutuldu. 20 yıllık bir sürenin ardından araştırmacılar, çocukların oyun davranışlarını, ebeveynleri, arkadaşları ve sınıf arkadaşları ile olan etkileşimlerini inceledi. Çocuklar ayrıca MR taramasına da tabi tutuldu. Bu zengin veriler araştırma ekibinin; hayatın çeşitli evrelerindeki stresin, bu çocukların ergenlik dönemi sırasındaki beyinlerini nasıl etkilediğini incelemelerine olanak sağladı.

Yürütülen çalışmada, beyin olgunlaşmasında meydana gelen etkilere bakıldı. Ergenlik döneminde,  insan beyni, doğal bir budama evresi geçirir. Bu evrede beyinde nöronlar arasında bulunan mevcut bazı zayıf bağlantılar koparılır ve yerine yeni ve daha güçlü bağlantılar kurulur.

Çalışmada, erken dönem çocukluk (0-5 yaş arası) ve ergenlik dönemi (14-17 yaş arası) olmak üzere iki farklı yaşam evresinde; hayatta deneyimlenen olumsuz olaylar ve sosyal çevrenin olumsuz etkileri olmak üzere iki stres faktörü incelendi. İncelemeler sonrasında, bu stres seviyeleri ile prefrontal korteksinamigdalanın(beynin duyguları algılamaktan sorumlu bölgesi) ve hipokampusün (beynin hafıza ve yön bulmadan sorumlu olan bölgesi) olgunlaşması arasında bağlantılar bulundu. Sosyal ve duygusal durumlarda önemli rol oynayan bu beyin bölgelerinin, strese karşı hassas olduğu biliniyor.

Çocukluk döneminde, örneğin; hastalık ve boşanma gibi olumsuz deneyimlerden kaynaklanan stresin, ergenlik döneminde prefrontal korteksin ve amigdalaların daha hızlı olgunlaşmasıyla ilişkili olduğu görülüyor. Ancak, ergenlik dönemindeki olumsuz sosyal çevreden kaynaklanan, örneğin; kendine güvensizlik gibi stresin ise, hipokampus ve prefrontal korteksin başka bir bölgesinin daha yavaş olgunlaşmasıyla bağlantılı olduğu görülüyor.

Öte yandan, bu çalışmada stresin bu etkilere neden olduğunu kesin olarak söyleyemeyiz. Ancak, hayvan çalışmalarına da dayanarak, bu mekanizmaların gerçekten nedensel olduğunu öne sürebiliriz.

Erken dönem çocuklukta deneyimlenen stresin, ergenlik döneminde beynin olgunlaşmasını hızlandırması, evrimsel biyolojinin teorileriyle de tutarlılık gösteriyor. Evrimsel açıdan bakıldığında, daha stresli bir ortamda büyüdüğünüzde, daha hızlı olgunlaşmak işe yarar bir strateji olabilir. Ancak, bu strateji bir yandan da beynin mevcut çevreye esnek bir şekilde ayarlanmasını engeller. Yani, beyin mevcut çevreye kıyasla çok erken olgunlaşıyor. Öte yandan, araştırma ekibi, daha sonraki dönemde yaşanan stresin ergenlik döneminde daha yavaş olgunlaşmaya sebep olduğunu gördüklerinde şaşkınlığa uğradılar. Bunu ilginç kılan şey ise, stresin beyin üzerindeki daha güçlü bir etkisinin de asosyal kişilik özellikleri geliştirme riskini arttırmasıdır.

Ekip, şimdi 20’li yaşlarında olan denekler üzerinde on birinci ölçümleri gerçekleştirmeye hazırlanıyor. Stresin, beynin duyguların kontrolü ile ilgili alanlarının olgunlaşması üzerinde etkisi olduğunu artık biliyoruz.

Kaynak ve İleri Okuma

Orjinal yazı: Bilimfili

Ne Kadar Neşeli veya Üzgün Olduğunuzun Ömür Uzunluğuna Etkisi Yok

Ne Kadar Neşeli veya Üzgün Olduğunuzun Ömür Uzunluğuna Etkisi Yok

İngiltere’de 1 milyon kadın üzerinde yapılan yeni bir çalışmaya göre; mutsuzluk ve stresin sağlıksızlığa etkisinin bulunabileceğini söyleyen yaygın inanış asılsız çıktı. Çalışmanın bulgularına göre; mutluluk ve mutsuzluğun ölüm üzerinde doğrudan hiçbir etkisi yok.

Bozuk sağlık, kişisel mutsuzluğun önemli bir nedeni olabilse de, araştırmacıların söylediğine göre, mutsuz insanlar ile onların ne kadar uzun yaşadığı hakkında sık sık yaptığımız çağrışımlara karşın, bu durumun tersi gerçekleşmiyor.

Avustralya’daki University of New South Wales (UNSW) Medicine ‘den araştırmacı Bette Liu; hastalığın insanları mutsuz yaptığını ancak mutsuzluğun kendisinin insanları hasta etmeyeceğini söylüyor. Liu, 1 milyon kadının dahil edildiği 10 yıllık bir çalışmada bilemutsuzluk ve stresin ölüm üzerinde doğrudan bir etkisini bulamadıklarını ifade ediyor.

UK Million Women Study’den alınan veriler ile, kadınlardan kendi sağlık, mutluluk, stres, denetim hissi ve dinlenme seviyelerini değerlendirmeleri istenen araştırmada; katılımcıların çoğunluğu kendilerinin mutlu olduğunu belirtirken, altı kişiden yalnızca birinin genelde mutsuz olduğunu söylediği görüldü.

Mutsuzluk; sigara içmek, hareket azlığı ve bir eş ile yaşamamak gibi şeyler ilişkilendirilirken, en bariz olarak görülen şey ise; sağlığı yerinde olmayan kadınların; mutsuz, kontrolsüz ve rahat hissetmediklerini söylemeye daha yatkın oldukları idi.

Sonraki 10 yılda, çalışmaya katılan kadınların 30.000’i hayatını kaybetmişti.. Araştırmacılar, kadınların yaşamındaki sigara içme ve bozuk sağlığa ek olarak (genel mutsuzluktan farklı olan klinik depresyon ve anksiyete dahil) yaşam şekli ve sosyo ekonomik etkenler gibi sebepleri de göz önüne aldıklarında; mutsuz olanlar arasındaki ölüm oranının, mutlu olduklarını söyleyenlerin ölüm oranıyla neredeyse aynı olduğu bulgusuna ulaştılar.

Diğer bir deyişle; mutsuzluğun kendisi, artan ölüm oranının hiçbir istatistiksel belirginliği ile bağdaştırılamamıştı ve bakıldığında 1 milyon katılımcının oldukça büyük bir örneklem olduğunu belirtmekte de fayda var.

The Lancet ‘te yayımlanan sonuçlar; öte yandan bu hafta yayınlanan ünlü bir başka çalışmayla uyumsuz gibi görünüyor. Yale University‘den araştırmacılar tarafından yürütülen söz konusu çalışmada, yaşlanmaya dair olumsuz inanışlara sahip insanların, Alzheimer hastalığıyla bağlantılı beyin değişimleri geçirmelerinin daha olası olduğu ileri sürülüyor.

Yale ‘de yürütülen çalışmanın araştırmacılarından Becca Levy; bireylerin toplumdan edindiği yaşlanmaya dair olumsuz inanışların oluşturduğu stresin, patolojik beyin değişimleri ile sonuçlanabileceğini söylüyor. Levy; her ne kadar bulguların kaygı verici olduğunu söylese de, yaşlanmaya dair bu olumsuz inanışların yatıştırılabileceğini ve yaşlanma konusundaki olumlu bakış açılarının güçlendirilebileceğini, bu yüzden ters etkilerin kaçınılmaz olmadığını fark etmemize yarayacağını ileri sürüyor.

Fakat UK Million Women Study’den gelen verileri ele alarak çalışma yürüten araştırmacılara göre, mutsuzluk seviyelerini ölüme bağlayan çalışmaların, bozuk sağlığın insanların üzgün ve stresli hissetmesine neden olduğu parametresini doğru şekilde göz önüne almamıştı.

Bunun yanı sıra, University of Oxford‘dan Richard Peto; çoğu insanın hala stres veya mutsuzluğun hastalığa doğrudan sebep olabileceğine inandığını, fakat neden ve sonuç ilişkisine dair bir noktayı karıştırdıklarını söylüyor. Peto; hasta olan insanların, iyi durumda olan insanlara kıyasla elbette ki mutsuz olmaya daha yatkın olduklarını, ancak mutluluk ve mutsuzluğun kendisinin ölüm oranları üzerinde herhangi bir doğrudan etkisinin olmadığını, UK Million Women Study’den elde edilen verilere dayandırılarak yürütülen çalışmanın net bir biçimde ortaya koyduğunu ileri sürüyor.


Araştırma Referansı:

  • de Souto Barreto, Philipe, and Yves Rolland. “Happiness and unhappiness have no direct effect on mortality.” The Lancet (2015).
  • Levy, Becca R.; Ferrucci, Luigi; Zonderman, Alan B.; Slade, Martin D.; Troncoso, Juan; Resnick, Susan M. A culture–brain link: Negative age stereotypes predict Alzheimer’s disease biomarkers. Psychology and Aging, Vol 31(1), Feb 2016, 82-88. http://dx.doi.org/10.1037/pag0000062
    Kaynak:
  • Bilimfili
  • Peter Dockrill, “How happy or sad you are has no effect on how long you’ll live, study finds,” http://www.sciencealert.com/how-happy-or-sad-you-are-has-no-effect-on-how-long-you-ll-live-study-finds

Meditasyon ve yoga yapmak doktora gitme sıklığınızı azaltabilir

Yeni yapılan bir çalışma, rahatlama tekniklerini uygulamanın sağlık hizmetlerine ve müdahalelerine olan ihtiyacı büyük oranda düşürdüğünü gösterdi. Yani meditasyon ve yoga yapmak doktora gitme sıklığınızı azaltabilir!

Rahatlama tekniklerinin sağlığı geliştirici etkileri hekimler tarafından uzun zamandır biliniyordu ancak böyle bir tedaviyi bilimsel kanıtlar olmadan reçetelere yansıtmak çok zordur. Bu sebeple Massachusetts Hastanesi araştırmacıları geçmişe yönelik analizlerle bu durumu anlaşılır hâle getirmek için çalışmalar yapmaya başladı. 2006-2014 arasında doktorları tarafından tavsiye edilen rahatlama tekniklerini uygulamış 4 bin hasta ile bu teknikleri kullanmayan diğer 13 bin hastaya ait kayıtları inceleyerek bir karşılaştırma yaptılar.

Sonuçlar ise oldukça etkileyici. “Rahatlama ve esneme alıştırmaları” tavsiyesine uyan hastaların rahatsızlıklarının tekrarlama oranının ve hastane ziyaretlerinin yüzde 43 düştüğü gözlemlendi. Rahatlama tekniklerini öğrenen ve uygulayan hastalar, kendi kendilerini daha iyi gözlemleyerek doktor müdahalesine gerek olmadan semptomları yönetebilmişlerdir.

Stresle ilgili bozukluklar, kalp hastalığı ve kanserden sonra Amerika Birleşik Devletleri’nde sağlık harcamalarının üçüncü liderlik nedenidir. Sadece 2012 yılında, baş ağrısı, sırt ağrısı, uykusuzluk, reflü, hassas bağırsak sendromu ve göğüs ağrısı gibi strese bağlı hastalıklar Amerikalılara 80 milyon dolara mâl oldu.

Bir bilgiye göre, yüzde 90’ın üzerinde insan, strese bağlı problemler nedeniyle temel sağlık yardımı almak için sağlık kuruluşlarına başvuruyor. Bu ziyaretlerin yüzde 70’i hekimler için gereksiz dosya yükünü oluşturmakta.

Hastalara rahatlama tekniklerinin öğretilmesi, doktorların dosya yükünü azaltmak için harika bir seçenek olmakla birlikte sağlık sisteminin sorumluluğunu ve sağlık harcamalarını azaltmakta ve müdahalelere gerek kalmadan fiziksel problemleri önlemek için çok daha etkili ve güvenli bir yol sunmaktadır.

Araştırmayı yürüten ekip, sonuçların ardından yaptığı açıklamada şöyle dedi: “Bulduğumuz sonuçlar zihin-beden müdahaleleri, sağlık kaynaklarının kullanımını düzenlemeye yardımcı olduğu gibi bireysel hastalık yükünü azaltmayı da desteklemektedir. Zihin beden müdahaleleri göreceli olarak acil servis ziyaretlerinden, hastanede tedaviden veya ilaçla tedaviden daha ucuzdur.”

Öyle görünüyor ki eski bir yoga matı bulup pratik yapmaya başlamanın veya bir meditasyon merkezine gidip kaydolmanın tam zamanı!

Kaynak:
  • GaiaDergi
  • Treehugger
  • James E. Stahl ,Michelle L. Dossett,A. Scott LaJoie,John W. Denninger,Darshan H. Mehta,Roberta Goldman,Gregory L. Fricchione,Herbert Benson Relaxation Response and Resiliency Training and Its Effect on Healthcare Resource Utilization PLOS ONE Published: October 13, 2015• http://dx.doi.org/10.1371/journal.pone.0140212

Tatile Gitme İhtiyacı Bilimsel Olarak Kanıtlandı

Refah seviyemiz eskisine oranla artmasına rağmen pek çoğumuzun çok daha fazla çalıştığını düşünüyorum. Giderek daha da yoğunlaşan ofis programlarında, çalışanlar çoğunlukla yıllık izinlerini es geçmeyi yeğliyorlar. Türkiye gibi tatil beldesi bol olan bir ülkede bile küçük tatil kaçamaklarını dahi kendilerine çok görüyorlar. Ancak bu durum sadece bizim ülkemize mahsus değil Amerika’da yapılan yeni bir çalışmaya göre geçtiğimiz sene Amerikan vatandaşlarının yarısı tatile çıkmamış.Ancak araştırmalar bu ara vermeden çalışma durumunun sağlık açısından fazlasıyla zararlı olabileceğini gösteriyor. Evet, insanlar çoğunlukla boş zamanın ve boz zaman aktivitelerinin sağlık açısından yararlı olduğunu bilirler ancak bunun gerçekliğini neye dayandırırlar bilinmez. Bu yazı bu gerçekliği ortaya koyuyor.Başlangıç için, eğer her yıl çalışmaya en az bir kez ara vermiyorsanız uzun süren stresli dönemlerin kalp problemlerini tetiklediğini bilmelisiniz. 2012’de uzun çalışma saatleri ve koroner kalp hastalığı arasındaki ilişki üzerine yapılan çalışmada bulgular günde 8 saatten fazla çalışan insanların yüzde 40 daha fazla kalp rahatsızlığı riskine sahip olduklarını ortaya çıkardı. Bu sadece basit bir korelasyon değil, rahatsızlıkların başlıca nedenleri arasında stres, dinlenme eksikliği ve yetersiz uyku başı çekmekte.Başka bir örnek de 1948 yılından bu yana üç nesil boyunca kardiyovasküler hastalık risk faktörlerini araştıran the Framingham Heart Study. Çalışmanın bazı sonuçları tatil yapmayı birkaç yıl atlayan kişilerin kalp krizi riskinin %30 arttığını gösterdi.

Hepimiz Biraz Şizofren miyiz?

Otizm ya da depresyonda olduğu gibi, psikoz; ya hep ya hiç tarzı bir vaka olmayabilir.

Elden ayaktan düşürmese de birçok insan hayatının bir döneminde depresif hisleri ya da anksiyeteyi deneyimlemiştir. Açıkçası insanlar birçok mental hastalığın hafiften ciddiye doğru seyreden bir spektrumu olduğunu düşünür. Oysa insanların çoğu halüsinasyonlar (aslında var olmayan şeyler görmek ya da duymak) görmenin neye benzediğini ya da delüzyonlar tecrübe etmenin nasıl bir şey olduğunu bilmezler. Geleneksel bilgeliğe göre ise; ya “psikotiksindir” ya da “değilsindir.”

Deliller giderek artıyor ancak diğer yandan da keskin bir ayrımın olup olmadığı ise belirsizliğini sürdürüyor. Psikiyatristler, uzunca bir süredir psikozun bir spektrumda seyredip seyretmediği üzerinde görüş birliğine varmış değiller. Ve araştırmacılar ise 10 yıldan fazla bir süredir sorunu araştırmayı sürdürüyorlar. 2013 yılında Hollanda’daki Maastricht University’den ve Yeni Zelanda’daki University of Otago’dan araştırmacılar tarafından yapılan bir meta-analiz çalışması, varolan verilerin birçoğunu bir araya getirdi ve halüsinasyon ve delüzyonlarıntoplumda %7.2 (güncel çalışmaların ortaya koyduğu şizofreni tanısının %0.4’lük yaygınlığının çok çok üzerinde bir oran) gibi bir oran ile yaygınlık gösterdiği bulgusuna erişti. Daha önce sitemizde detaylarını yayımladığımız JAMA Psychiatry‘de yayımlanan, psikotik deneyimlerin bugüne kadarki en kapsamlı epidemiyolojik çalışması; araştırmacılara; insanların halüsinasyon ve delüzyonlar deneyimleme halinin ne sıklıkta gerçekleştiğini ve nüfusa bağlı oranının en detaylı fotoğrafını sunmuştu. Ve bu sonuçlar bir spektrumun olduğuna işaret etmişti.

Avustralya’daki University of Queensland’den John McGrath tarafından yürütülen söz konusu çalışma, 2001 ve 2009 yılları arasında yapılan ve 19 ülkedeki 31.261 yetişkinin dahil edildiği World Health Organization’da toplanan bir dizi anket verisini analiz etmişti. Araştırmacılar; uyuşturucu ilaç ya da uykunun sebep olduğu durumları çıkararak, katılımcıların %5.8’inin psikotik deneyimler yaşadığını raporlamıştı. Bu insanların üçte biribu deneyimi hayatlarında bir kez yaşadıklarını ve diğer üçte biri ise hayatları boyunca iki ila beş kez yaşadıklarını belirtmişti. Yani katılımcıların üçte ikisi hayatları boyunca psikotik deneyimler yaşıyorlardı ve halüsinasyon görme durumu delüzyonların yaklaşık dört katı kadardı.

Sonuçların gösterdiğine göre; psikoz kesinlikle bir spektrumda seyrediyor, fakat bunun toplumda düzenli olarak bir yayılım gösterip göstermediğine ise bakılması gerekiyor. Yani hepimiz biraz şizofren miyiz? Ya da çok daha yüksek bir oran ile aramızda az şizofren olanlar ve biraz daha fazla olanlar mı var? Bu konudaki kafa karıştırıcı olan şeylerden birisi; halüsinasyon tanımlamasının ne olduğu ve özenle hazırlanmış bir araştırma olsa da, araştırma anketlerinin yoruma açık olabilirliğidir. Linscott’a göre; ankete bakarak, bizim uç noktada gördüğümüz insanların cevaplarının anket sorularındaki dilden kaynaklı olabilirliğini de göz önüne almamız gerekir.

Öte yandan, tam tanısı konulmuş bir şizofreni erkeklerde daha yaygın olsa da, psikotik deneyimler; kadınlarda (%6.6) erkeklere (%5) kıyasla daha yaygın. Dahası, psikotik deneyimler, gelir düzeyi orta ve yüksek ülkelerdeki insanlarda (%7.2 ve 6.8) gelir düzeyi düşük ülkelerdeki insanlara (%3.2) kıyasla daha yaygın. Aynı zamanda da, işsizlik, evlenememek ya da görece düşük gelirli bir aileden olmak da daha yüksek oranlarda halüsinasyon ve delüzyon deneyimleme oranıyla ilişkili. Ayrıca, stres gibi, çevresel ve sosyo-ekonomik faktörlerin de şizofreni için risk faktörleri olduğu biliniyor.

Norveçli ressam Edvard Munch 'un "Çığlık" adlı tablosu
Norveçli ressam Edvard Munch ‘un “Çığlık” adlı tablosu

Psikotik deneyimler bazen genel fizyolojik endişenin işaretleri de olabilir. Bu durum için McGrath; depresyon, anksiyete hastalıkları gibi vakalarda psikotik deneyimlerin ortaya çıktığını söylüyor. Ayrıca, sağlıklı insanlarda da psikotik deneyimler görülebilir. Bu noktada da araştırılması gereken; birçok insan böyle durumlardaşizofreni gibi daha ciddi hastalıkları geliştirirken, bazı insanlar durumu nasıl toparlıyorlar? Yani bu durumun bazı insanlarda neden geçici ve diğerlerinde neden kalıcı olduğunu anlamalıyız. Bu sorulara cevap bulduğumuzda, endişe içerisindeki insanlara önemli düzeyde katkımız olabilir. Depresyon ya da anksiyete hastalıklarıyla ilişkili psikotik deneyimler yaşayan insanlara uygulanacak tedavi, şizofreninin ilk belirtilerini gösteren kişiye uygulanacak tedaviye kıyasla çok daha farklı olabilir.

Gerçek şu ki; psikozun bir spektrumda bulunma ihtimali; şizofreni tanısına bağlı belirtileri azaltmaya yardımcı olabilir. Bu da semptomları hafif ya da daha ciddi olarak deneyimleyen insanların tedavisi için önemli bir adım olacaktır.

“İyi Huylu” Halüsinasyonlar?

Jenny şizofren değil, ancak halüsinasyonlar görüyor.

“Mark’ı odada hissedebiliyordum, arkamda dikiliyordu. İlk aşkımdı ve kendisini gençliğimden beri hiç görmemiştim. Halüsinasyonlarım belli bir şekil almaya başlayana kadar beni hiç yönlendirmediği kadar fazla yönlendiriyordu. Gözümün bir köşesinde belirip kayboluyordu. Benim şu kararı almama sebep oldu; geçmişimi geride bırakıp İngiltere’ye gidecek ve bir gazeteci olacaktım.”

Scientific American‘a röportaj veren Jenny (takma ad) isminin gizli kalmasını istemiş ve bu halüsinasyonların kendisine doğru kararlar aldırdığını, ne zaman bir halüsinasyon görse Mark’ı gördüğünü ve kendisine daima bir öneride bulunduğunu, hayatının bir parçası haline geldiğini ve onun önerilerini hep dinlediğini söylüyor.

Jenny çocukluk deneyimlerinin ve annesinin mental sağlık sorunlarının kendisini psikoza meyilli hale getirdiğine ve genetik bir bileşeni olduğuna inanıyor. Geçtiğimiz yıl yayımlanan bir çalışma; şizofreni suçlularında 108 genetik bölgenin varlığını ortaya koydu. Psikologlar Jenny’nin deneyimlerinin çocukluğunda yeterli psikolojik destek almamasıyla ilişkilendiriyor ve bu durumun da kendi destek ağını kurmaya neden olduğunu ileri sürüyorlar. Mental sağlık söz konusu olduğunda, görünen o ki; doğa ve yetişme koşulları ayrılmaz biçimde içiçe geçmiş durumda.

Kaynaklar:  

  1.  Bilimfili
  2.  Scientic American Mind – Kasım/Aralık’2015
  3. McGrath, John J. et al. (2015). Psychotic Experiences in the General Population. A Cross-National Analysis Based on 31 261 Respondents From 18 Countries. JAMA-Psychiatry. 2015;72(7):697-705. doi:10.1001/jamapsychiatry.2015.0575.

 

Seksin Beyninizde Meydana Getirdiği 8 Değişiklik

Seksin beyninizi nasıl etkilediğine dair kavrayışınızın gelişmesi cinsel hayatınızın sağlıklı bir şekilde sürmesine yardımcı olur. Bu durum aynı zamanda da sağlığınızın diğer kısımlarına dair size bilgi verir. Bilim insanları, seksin sırlarını keşfetmeye devam ederken, seks alanındaki araştırmalar da sürekli olarak gelişiyor. İşte bugüne kadar bilimsel araştırmalar sayesinde seks anındaki beynimize dair bildiklerimiz.

1) Seks Uyuşturucu Gibidir 

Cinsel birleşme iyi hissetmemize sebep olur. İşte seksi sevmemizin ve arzulamamızın sebebi de budur. Cinsel birleşmeden aldığımız zevk; büyük oranda beynimizin ödül merkezini aktifleştiren bir nörotransmitter olan dopamin salgılanmasından kaynaklıdır. Dopamin, aynı zamanda da uyuşturucu bağımlısı insanlarda oldukça yüksek seviyelerdedir.UCLA David Geffen School of Medicine’dan psikiyatri doçenti Timothy Fong; uyuşturucu almak ile seks yapmanın elbette ki aynı hisleri oluşturmadığını ancak her ikisinin de aynı beyin bölgelerini uyardığını söylüyor. Öte yandan, kafein, nikotin ve çikolata da beynin ödül merkezlerini uyarır.

2) Seks Antidepresan Etkisi Gösterir

University of Albany ‘de 2002 yılında yapılan ve 300 kadın üzerine yoğunlaşılan çalışmada; seks anında kondomkullanmayan kadınların kondom kullanan kadınlara kıyasla daha az depresif belirtilere sahip oldukları bulgusuna ulaşıldı. Araştırmacılar bu durumun menide bulunan ve seks sonrası vücut tarafından absorbe edilen östrojen veprostaglandin gibi çeşitli bileşenlerin antidepresan özellikte olmasından kaynaklandığını düşünüyorlar. Ekip; ciddi ilişki içerisinde olma ya da oral kontraseptif kullanımı gibi diğer şeylerin de hem duygu durumu hem de kondom kullanımını etkileyebileceğini doğruladılar. Ciddi ilişki içerisindeki insanlar için bu durum iyi haber olsa da, ciddi düşünmeyenlerin kondom kullanımını ihmal etmemeleri gerekiyor.

3) Seks Bazen Yatıştırıcı Olabilir

İyi hissettiren bu kimyasallar, cinsel birleşme anında patlama gösteriyor olabilir fakat, peki ya sonrasında? Araştırmacılara göre; seks sonrası hüzün (postkoital disfori) diye bir şey var. Bir çalışmaya katılan kadınların üçte biri; seks sonrası herhangi bir anda üzüntü deneyimlediklerini bildiriyorlar. Pişmanlık ya da zorlanmış (kendi kendini) olma hissi bu hüznün bir sebebi olabilir, ancak araştırmacılar bu durumun tam olarak neden ortaya çıktığını henüz açıklayamıyorlar.

4) Seks Ağrıyı Uzaklaştırıyor

Araştırmalara göre; cinsel birleşme ağrı semptomlarını uzaklaştırabilir. 2013 yılında Almanya’da yürütülen birçalışmada; migreni olan katılımcıların %60’ı ve küme tipi baş ağrısına (histamin baş ağrısı) sahip katılımcıların %30’u seks anında baş ağrısından kısmen ya da tamamen kurtulduklarını belirtiyorlar. Yapılan diğer çalışmalar ise;G noktası uyarılan kadınların ağrı eşiklerinin yükseldiğini ortaya koyuyor. Rutgers University’den profesör Beverly Whipple; bu durumun kadınları ağrıyı hissetmeleri için daha fazla uyarana ihtiyaç duyma noktasına çıkardığını söylüyor. Öte yandan araştırmacılar anne ve bebek arasındaki bağ olarak isimlendirilen oksitosin hormonunun da ağrıyı uzaklaştırmaya yardımcı olduğunu ileri sürüyorlar.

5) Seks Hafızanızı Temizleyebilir

Her yıl, her 100.000 insandan 7’si, anlık fakat geçici hafıza kaybı olan “küresel geçici amnezi” deneyimliyor. Bu durum; duygusal stres, ağrı, küçük çaplı kafa sarsıntıları ve sıcak ya da soğuk suya birden atlama gibi durumlarla ortaya çıkabildiği gibi coşkulu bir seks sonucunda da ortaya çıkabiliyor. Ortaya çıkan unutkanlık durumu birkaç dakika ya da birkaç saat boyunca sürebilir. Bu süre zarfında, kişi yeni hafızalar oluşturamaz ya da henüz gerçekleşmiş olayları hatırlayamaz. Ve işin güzel yanı ise; bu durum uzun vadeli etkilere sahip değil.

6) Seks Hafızanızı Güçlendirebilir

2010 yılında yapılan bir araştırmada, “kronik” olarak çiftleşen (günde bir kez 14 gün boyunca) farelerle, yalnızca tek seferlik çiftleşme yapmasına olanak sunulan fareler kıyaslandığında, “kronik” olarak çiftleşen farelerin; beynin hafıza ile ilişkili bölgesi olan hipokampuslerinde daha fazla nöron geliştirdikleri gözlemlendi. Bulgular farelerde yapılan ikinci bir çalışma ile de desteklendi. Ancak düzenli seksin insanlarda da aynı etkiyi oluşturup oluşturmadığı durumuna henüz bakılmış değil.

7) Seks Sakinleştiriyor

Düzenli seksin farelerde beyni güçlendirdiğinin ortaya koyulduğu aynı çalışmada farelerin aynı zamanda da daha az stresli oldukları gözlemlendi. Bu durum insanlar için de geçerli. Yapılan bir araştırmada; henüz yeni cinsel ilişki deneyimlemiş insanların cinsel ilişki deneyimlememiş insalara kıyasla stresli durumlara –örneğin; insanların önünde konuşma gibi– tepki oluşturmada daha iyi oldukları sonucuna ulaşıldı.  Peki seks stresi nasıl azaltıyor?Bu örnekte; kan basıncını düşürerek.

8) Seks Uykunuzu Getirir

Seksin kadınlara kıyasla erkeklerin uykusunu getirmesi daha yaygındır. Ve bilim insanları bu durumun sebebini şöyle açıklıyorlar: Beynin prefrontal korteks isimli bölgesi, boşalmanın ardından giderek yavaşlayan bir aktivite gösteriyor. Bu durum da oksitosin ve serotonin salınımıyla birlikte; “kıçını döndü ve yattı” sendromuna sebep olabilir.


Kaynak:

  1. Bilimfili,
  2. 8 Ways Sex Affects Your Brain. http://www.health.com/health/gallery/0,,20894914,00.html
  3. Gallup GG Jr, Burch RL, Platek SM. Does semen have antidepressant properties? Arch Sex Behav. 2002 Jun;31(3):289-93. PMID: 12049024
  4. Brian S. Bird, Robert D. Schweitzer & Donald S. Strassberg The Prevalence and Correlates of Postcoital Dysphoria in Women International Journal of Sexual Health Volume 23, Issue 1, 2011 pages 14-25 DOI:10.1080/19317611.2010.509689
  5. Wang YL, Yuan Y, Yang J, Wang CH, Pan YJ, Lu L, Wu YQ, Wang DX, Lv LX, Li RR, Xue L, Wang XH, Bi JW, Liu XF, Qian YN, Deng ZK, Zhang ZJ, Zhai XH, Zhou XJ, Wang GL, Zhai JX, Liu WY. The interaction between the oxytocin and pain modulation in headache patients. Neuropeptides. 2013 Apr;47(2):93-7. doi: 10.1016/j.npep.2012.12.003. Epub 2013 Jan 30.
  6. D Owen, B Paranandi, R Sivakumar, and M Seevaratnam Classical diseases revisited: transient global amnesia Postgrad Med J. 2007 Apr; 83(978): 236–239. doi: 10.1136/pgmj.2006.052472
  7. Maloy K, Davis JE. “Forgettable” sex: a case of transient global amnesia presenting to the emergency department. J Emerg Med. 2011 Sep;41(3):257-60. doi: 10.1016/j.jemermed.2008.02.048. Epub 2008 Oct 1.
  8. Benedetta Leuner , Erica R. Glasper , Elizabeth Gould Sexual Experience Promotes Adult Neurogenesis in the Hippocampus Despite an Initial Elevation in Stress Hormones Plos ONE  Published: July 14, 2010DOI: 10.1371/journal.pone.0011597
  9. Brody S. Blood pressure reactivity to stress is better for people who recently had penile-vaginal intercourse than for people who had other or no sexual activity. Biol Psychol. 2006 Feb;71(2):214-22. Epub 2005 Jun 14. PMID: 15961213
  10. Serge Stoléru, Véronique Fonteillea, Christel Cornélis, Christian Joyal , Virginie Moulier Functional neuroimaging studies of sexual arousal and orgasm in healthy men and women: A review and meta-analysis Neuroscience & Biobehavioral Reviews Volume 36, Issue 6, July 2012, Pages 1481–1509 doi:10.1016/j.neubiorev.2012.03.006

Ebeveynlerin Yaşadığı Çevrenin Çocuğun DNA’sını Nasıl Etkilediğine İlk Delil !

Kim olduğunuzu belirleyen yalnızca DNA’nız değildir, bulunduğunuz çevre de önemli bir role sahiptir. Yaşam biçimi, örneğin; stres ve beslenme biçimi gibi faktörler genlerinizin ifadesini değiştirebilir. Bu oldukça bilinir bir gerçek iken, bu değişimlerin gelecek nesillere nasıl aktarıldığı bilim insanlarının kafasını karıştırıyordu. Ve nihayet;Cell dergisinde yayımlanan yeni bir çalışma nelerin olduğuna dair bir kavrayış geliştirdi.

Embriyonun gelişiminde sperm ve yumurta hücrelerindeki bu değişimlerin silinmesine rağmen, bilim insanları DNA’nın bazı uzantılarının modifikasyonların sürmesine ve böylece de kalıtsal hale gelmelerine olanak tanıyarak bu yeniden programlamaya direndiğini ortaya çıkardı. Asıl önemlisi de, araştırmacılar; direnen genlerin bazılarının; içlerinde obezite ve şizofreni gibi hastalıkların da bulunduğu belirli hastalıklarla ilişkili oldukları bulgusuna ulaştılar.

DNA bir organizmayı oluşturmaya yetecek kadar kodlar içerirken, bütün genlerimiz aynı anda ya da aynı yerde aktif olmak durumunda değildir. Tam da bu noktada epigenetik devreye giriyor; DNA’daki bu modifikasyonlar; asıl DNA diziliminde bir değişiklik meydana getirmeden hangi genin aktif ya da inaktif olacağını değiştiriyor. Örneğin, metil grup olarak tanımlanan bir kimyasal grubu eklendiğinde veya çıktığında, DNA’ya onu okumak üzere görevli sistemlerin ulaşmasını engelleyerek genleri inaktive eder.

DNA metilasyonunun bu süreci yaşamımız boyunca devam eder, fakat bu durum çevremizdeki faktörlere bir tepki olarak da meydana gelebilir. Örneğin; açlık gibi stres oluşturan sıkıntılar metilasyon biçimini değiştirebilir, ve hamileliği sürecinde uzun süre açlık periyotları çeken annelerin kız çocuklarında şizofreni riskinde bir artış olduğu bulunmuştu. Fakat bununla da bitmiyor, laboratuvar koşullarında strese maruz bırakılan farelerin iki nesildeprese (keyifsiz) yavrular oluşturduğu görüldü.

Gözlemler kafaları karıştırdı, çünkü epigenetik verilerin sperm ve yumurta hücrelerini büyüten üreme hücrelerinde silindiği düşünülüyordu böylece de yavruya zarar verebilecek herhangi bir anormal metilasyonengellenecekti. Ortadaki bu gizemi çözmek adına, University of Cambridge‘den araştırmacılar; bu süreci, fare embriyolarının gelişiminde incelediler. Özellikle de embriyonun üreme hücrelerinde hayvanın yavru üretmesine sebebiyet veren şeylere odaklandılar.

Araştırmacılar; üreme hücrelerinin yeniden programlanma sürecinin yaklaşık yedi haftalık bir periyotta meydana geldiği bulgusuna ulaştılar. Bu aralık fazı, epigenetik değişimleri kolaylaştıran ya da sürdüren enzimlerin işlevselliğini engelleyen baskılayıcı bir ağın başlangıcını içeriyor. Ancak, araştırmacılar genomun (toplam gen) yaklaşık %5’inin yeniden programlamaya direndiği bulgusuna ulaştılar. Bu da şu anlama geliyor; bu bölgelerde meydana gelen herhangi bir metilasyon çıkarılamıyor ve böylece de gelecek nesilleri engelleme potansiyeliyle varlığını sürdürüyor.

Yakından bir inceleme üzerine, araştırmacılar bu direngen bölgelerin bazılarının, diyabet, obezite ve şizofreniyiiçeren belirli hastalıklarla ilgili olduğunu ortaya çıkardılar. Bu yeniden programlamadan “kurtulma”, çevresel faktörlerin bireyin yalnızca kendi sağlığı üzerinde etkisi olmadığını aynı zamanda gelecek nesilleri üzerinde de etkili olduğunu izah edebilmede yardımcı olabilir.


Araştırma Doi Numarası:  Ferdinand von Meyenn, Wolf Reik Forget the Parents: Epigenetic Reprogramming in Human Germ Cells Cell Volume 161, Issue 6, p1248–1251, 4 June 2015 DOI: http://dx.doi.org/10.1016/j.cell.2015.05.039
Kaynak:

  1. Bilimfili,
  2. Helen Thomson, “First evidence of how parents’ lives could change children’s DNA”, http://www.newscientist.com/article/dn27658-first-evidence-of-how-parents-lives-could-change-childrens-dna.html#.VYm-gvntmkr

Kötü haberler sağlığınıza iyi gelmiyor

Bilindiği gibi, stres gibi olumsuz duygular, vücutta zamanla belirli hasarlara yol açıyor. Ve internet sayesinde kötü haberlere, öfkeye, duygudurum bozukluklarına oldukça yakın bir kültürde yaşadığımız ortada.

Araştırmalar terör saldırıları, savaş gündemleri ve diğer trajik durumlar gibi kötü haber sirkülasyonlarını üst üste edinmenin, vücudun kortizol üretimine neden olduğunu gösteriyor. Kortizol, vücudun strese gösterdiği tepkiyle ilişkilendirilen bir kortikosteroid hormondur ve bağışıklık sistemini baskılar.*

Araştırmalara göre, kişilerin iş ya da özel hayatlarında yaşadıkları travmatik durumlar, ilerleyen zamanlarda bağışıklık sisteminin düzgün işlememeye başladığını gösterecek; bu da pekçok sağlık problemine önayak olacaktır.

Streessaholic‘in yazarı ve Synergy stres yönetimi ekibinin CEO’su olan Heidi Hanna, stres ile ilgili hayli ilginç çalışmalara imzasını atmış. Hanna yazdığı elektronik postada; yalnız kalmış, sıkılmış ve hayatlarındaki enerjiyi artırmak isteyen insanların kötü haberlere bağımlı hale gelmesinin bir tutku halini aldığını belirtmiş. Bu ne demek oluyor diyebilirsiniz, kendisi bu durumu şöyle açıklamış: Akut stres, yani herhangi kötü bir duruma anında geliştirilen tepki, hissedildiğinde, beyin dikkatini bu noktaya yönelterek dopamin salgılıyor; çünkü dopamin, bir diğer adlandırılış biçimiyle mutluluk hormonu. Dolayısıyla ilgili andaki stresli durumu olumlu duygulara dönüştürmüş oluyor. Bu da kısa vadede elbette oldukça iyi. Diyelim ki, sokakta karşı karşıya geçerken bir arabanın önündesiniz. Ama işteki bütün zorluklar, faturalar, çocuklar ve olumsuz haberler gibi tüm stres kaynakları size isabet ediyor. İşte bu anda, beyinde salgılanan ve mutluluk, tatmin gibi duygularla özdeşleşen kimyasal Dopamin, birçok diğer etkenin yanısıra, sizi bu strese bağımlı hale getiriyor. Daha çok kötü haber almak için akıllı telefonunuzu ya da dizüstü bilgisayarınızı açmak yerine, başka bir stresli durumu edinmek daha kolay bir “düzeltme.”

Broadcasting Happiness adlı kitabın yazaeı ve CBS Haber sunucusu Michelle Gielan, internetteki öfkenin insanlara zarar verebileceği konusunda hemfikir. Gielan, 3 dakika boyunca kötü haberlere maruz kalan insanların %27’sinin günün geri kalanını kötü geçirdiklerini raporlamış ve internet ile sosyal medyanın, insanların olayları ve problemleri olduklarından daha büyük meseleler haline getirdiklerini belirtmiş. Bu da maalesef ki çevreye ve yaşam tarzlarına olumlu bir katkı sağlamıyor. Bir anlamıyla medyanın, kişilere öfke ve kötü duygular çağrıştırabileceğini belirtiyor.

Uzmanların dikkat çektikleri nokta; kişiler iş hayatı, siyaset ya da özel yaşantılarında strese ne kadar odaklanırlarsa; bu stres kaynaklarının hayatlarını devralıp dünyaları, hatta yaşam biçimleri haline gelebileceği. Yine de iyi haber, eğer kendi enerjinize odaklanabilirseniz, dikkatinizi yalnızca sizi besleyen durumlara yönlendirebilirsiniz.

Kaynak:

  1. Bilim
  2. dailydot.com
  3. Marin MF, Morin-Major JK, Schramek TE, Beaupré A, Perna A, Juster RP, Lupien SJ. There is no news like bad news: women are more remembering and stress reactive after reading real negative news than men. PLoS One. 2012;7(10):e47189. doi: 10.1371/journal.pone.0047189. Epub 2012 Oct 10.

Sarılmak Stresi Azaltıyor ve Bağışık Sistemini Güçlendiriyor

Teknolojinin gelişmesi ve şehirlerin kalabalıklaşmasıyla insanlığın eski bir düşmanı giderek güçleniyor. Kentleşmenin gitgide artmasıyla insanlar doğadan uzaklaşmaya başladılar ve trafik, gürültü kirliliği gibi etkenlerle stres her geçen gün kendisini daha da hissettirmeye başladı. Ancak stresle başa çıkmanın maliyetsiz, çok kolay bir çözümü var: Sarılmak.
Öncelikle stresin tam olarak tanımını yapalım ve ne olduğunu öğrenelim. Herkes üç aşağı beş yukarı stresin ne olduğunu bilir. Çoğu insanın başından geçmiş klasik bir stresli durumu örnek vererek başlayalım. Yarın matematik sınavı var ve siz hala yeteri kadar çalışmamışsınız, üstelik dersten geçmeniz bu sınava bağlı. İşte stres tam olarak bu, yani vücudun zorlu bir duruma karşı verdiği tepkidir. Vücut strese girdiğinde sempatik sinir sistemi devreye girer ve vücudun genelinde bir fizyolojik değişim olur.
Stresin vücutta sebep olduğu değişimler ve stresle ilgili olan bölgeler beyinden başlar ve vücutta çok sayıda hormon ve enzimler üzerinde etkisini gösterir. Beyinde duyguların yönetilmesinden sorumlu amigdala, hipotalamus ve hipokampüs strese karşı harekete geçen ilk beyin bölgeleridir. Bunları takiben üst düzey düşünme merkezi olan prefrontal korteks, sempatik sinir sistemiyle ilişkili beynin noradrenalin deposu olarak bilinen locus coeruleus, hipofiz bezi, böbrek üstü bezleri ve omurilik gelir. Vücutta stres oluşumuyla faaliyete geçen bu bölgeler beynin nörokimyasında da artma veya azalma şeklinde çeşitli hormonal değişikliklere sebep olur. Bu hormonlardan başlıcaları kortikotropin salgılatıcı hormon, adrenokortikotropik hormon, kortizol, noradrenaline, serotonin ve nöropeptit Y’dir.
Stresin vücutta tepeden tırnağa yarattığı hasarları saymakla bitiremeyiz.  Bilim insanları saç dökülmesine 70% oranında stresin neden olduğunu söylerken, stres aynı zamanda beyindeki kan damarlarını bile tıkayarak vücuda çok büyük zarar verme potansiyeline sahip. Bunun dışında stresin bağışıklık sistemini zayıflatarak hastalıklara karşı vücudun savunma sistemini kırdığını da gösteren çok sayıda çalışma mevcuttur.
Stres böbrek üstü bezlerinden steroid bir hormon olan kortizol salınımını tetikler. Kortizolün en temel fizyolojik görevi hücrelere glikoz dağıtımını yapmaktır. Hücrelerdeki glikojen depolarını hedef alır ve glukojenin parçalanmasıyla kandaki glikoz oranını yükselterek hücrelerin daha fazla glikoz almasını sağlar. Peki, kortizolün bağışıklık sistemiyle ne alakası var?
Bağışıklık sisteminin en önemli bileşenleri T hücreleri, B lenfositleri ve antikorlardır. T hücreleri kendi içlerinde öldürücü T hücresi (killer T cell), yardımcı T hücresi, gama delta T hücresi ve düzenleyici T hücresi gibi gruplara ayrılır. Düzenleyici T hücreleri yardımcı T hücrelerini baskılar ve vücudun gerektiğinden fazla T hücresi üretmemesini sağlar. Ancak kortizol kana karıştığı andan itibaren düzenleyici T hücrelerinin bölünmesini tetikler ve bu hücrelerin sayısında ciddi bir artış olur. Bu da akabinde yardımcı T hücrelerinin daha fazla baskılanmasına sebebiyet vererek vücudun bağışıklık sistemini zayıflatır.
Araştırmacılar önceki çalışmalarda cinsel bir amaç taşımayan sarılma ve elini tutma gibi fiziksel dokunuşların empati kurma ve güven vermede etkili bir araç olduğu bulmuşlardı. Güvenilen birinden gelen dokunuşlar kişide hipotalamus-epifiz bezi-adrenal bezi ekseninde stresin etkisini azalttığını gösteriyor.
Stresin T hücreleri üzerindeki mekanizmasının belirlenmesinden sonra doğrudan hastalıklar üzerinde nasıl bir etkisi olduğu araştırıldı. Katılımcılara nezle virüsü verildiği bir çalışmada tartışma gibi bireyler arası bir stres etkenine maruz kalanların nezleye daha kolay yakalandığı görüldü.
Toplamda kadın ve erkek karışık olmak üzere 406 kişinin katıldığı araştırmada ve ilk 8-12 haftada katılımcılar bir ön karantinaya alınarak, maruz kalacakları nezle virüsüne karşı sahip oldukları vücut direncinin belirlenmesi için kan ölçümleri yapıldı. Sonraki 4-8 haftada katılımcıların fiziksel incelemeleri yapıldı ve sosyal hayatları incelendi. Bir sonraki aşamada katılımcıların gün içindeki yaşadıkları stres (tartışma gibi bireyler arası sorunlar), son 24 saat içinde ne yaptıkları ve kimlerle temasa geçtikleri (örn, kime sarıldıkları) 14 gün boyunca telefonla katılımcılara soruldu ve sonuçlar kaydedildi. Telefon görüşmeleriyle yapılan incelemelerin hemen sonrasında katılımcıların 0-5 gün boyunca kan ölçümleriyle maruz kalacakları virüse karşı sahip oldukları savunma sistemleri son kez incelendi. Yapılan incelemelerden sonra Rhinovirüs ve Influenza A adlı nezle ve soğuk algınlığı benzeri belirtilerin ortaya çıkmasına sebep olan virüsler katılımcılara burunlarından damlatılarak verildi. 6 günlük bir karantinanın ardından katılımcıların burunlarından mukus örnekleri ve 28 gün sonra da kan örnekleri alındı.
Çalışmada yer alan katılımcıların kesinlikle herhangi bir psikolojik rahatsızlığa ve fizyolojik bir hastalığa sahip olmaması gerekiyordu, aksi takdirde bağışıklık sisteminin virüse mi yoksa hastanın kendinden var olan hastalığa mı tepki verdiği ölçülemezdi. Araştırma yürütülürken virüs katılımcılara verilmeden önce benzer hastalık belirtileri gösteren katılımcılar hemen deneyden çıkarılmışlardır.
Çalışmanın sonunda tüm katılımcılardan elde edilen test ve analiz sonuçları değerlendirildiğinde çevrelerinden daha az destek alan ve güvendiği insanlara daha seyrek sarılan bireylerde gün içindeki stres miktarıyla hastalıklara yakalanma riski arasında bir doğru orantı olduğu görüldü. Buna karşın çevreleriyle daha fazla temasa geçen ve daha sık sarılan bireylerde stres ile hastalığa yakalanma riski arasında bir ilişki gözlemlenmedi.
Sarılmanın stresi azaltarak bağışıklık sistemini güçlendiriyor olması bunun sadece stresli zamanlarda gerekli olduğu anlamına gelmiyor. Bilim insanları sarılmanın stresten uzak olduğumuz günlerde de en az zor günlerdeki kadar önemli olduğunun altını çiziyor. Sarılmanın yarattığı dokunma duyusundan kaynaklanan bu koruyucu etki sadece gergin geçen günlerde değil her zaman etkisini gösteriyor. Bu da demek oluyor ki, düzenli olarak sevdiklerine sarılan bireylerde stres seviyesi vücutta artmadan azaltılıyor ve vücut hastalıklara karşı daha dirençli oluyor.
 
Kaynaklar ve İleri Okuma:
  1. Sheldon Cohen, Denise Janicki-Deverts, Ronald B. Turner, William J. Doyle. 2014. Does Hugging Provide Stress-Buffering Social Support? A Study of Susceptibility to Upper Respiratory Infection and Illness. Psychological Science doi:10.1177/0956797614559284
  2. H. Ulrichts, K. Vanhoorelbeke, J . P. Girma, P. J . Lenting, S. Vauterin and H. Deckmyn. 2005. The von Willebrand factor self-association is modulated by a multiple domain interaction. Journal of Thrombosis and Haemostasis; 3(3):552-61
  3. Ulrich-Lai, Y. M.; Herman, J. P. (2009). “Neural regulation of endocrine and autonomic stress responses”.Nature Reviews Neuroscience 10 (6): 397–409.doi:10.1038/nrn2647
  4. O’Connor, T. M.; O’Halloran, D. J.; Shanahan, F. (2000). “The stress response and the hypothalamic-pituitary-adrenal axis: From molecule to melancholia”.QJM : monthly journal of the Association of Physicians 93(6): 323–333. doi:10.1093/qjmed/93.6.323
  5. Carnegie Mellon University