DNA Eşlenmesi ve Transkripsiyonu Çarpışması, Mutageneze Sebep Oluyor

DNA Eşlenmesi ve Transkripsiyonu Çarpışması, Mutageneze Sebep Oluyor

Bölünerek üreyen her hücre, bölünmeden önce tıpkı yola çıkmadan önce hazırlıkların tamamlanması gibi, kendi DNA’sının bir kopyasını daha üreterek oluşturacağı iki hücreye de aynı DNA’dan sağlamayı garanti altına alır. DNA eşlenmesi denen bu süreç ile aynı anda da DNA çalışmaya ve genlerinden proteinler sentezlemeye devam eder. Bölünmeye yakın olan zamanda bu proteinlerin çoğunu da hücre bölünmesi ve hücre bölünmesi ile ilgili mekanizmalarda görev alacak proteinler oluşturmaktadır.

Bildiğimiz üzere de , her protein sentezi sırasında gene bağlı olarak üretilen tek zincirli mRNA (mesajcı RNA) zincirleri oluşturulmakta ve bazen DNA zincirinden eşi olan DNA zinciri üretilirken, protein sentezi aynı anda gerçekleşmekte ve aynı zincirden -aynı yönde- mRNA da üretilmektedir.

Aynı yönle olduğu sürece çok sorun olmasa da, eğer mRNA ve eş DNA zinciri üretimi ters yönlü gerçekleşirse iki üretimin yolları kesişmekte ve çarpışma yaşanmaktadır. Baylor College of Medicine ve University of Wisconsin’den araştırmacılar, Nature dergisinde yayımladıkları makalelerinde bu çarpışmaların önemli ölçüde mutageneze (mutasyon ve mutasyonla sonuçlanan süreçler) yol açmakta olduğunu tespit ettiklerini açıkladı.

Araştırmanın başında Bacillus subtilis adlı bakteriye ait tek bir gendeki geniş mutasyon çeşitlerini tespit etmeyi sağlayacak bir laboratuvar deneyi geliştirdiklerini belirten, Baylor’da moleküler, insan genetiği yardımcı doçenti olarak görevini tamamlayan ve şu an University of Wisconsin dahilinde araştırmalarına devam eden Dr. Jue D. Wang şu açıklamada bulundu : “Bazı bakterilere DNA eşlenmesinin ve transkripsiyonun (DNA’dan mRNA üretim mekanizması) aynı yönlü olarak işleyeceği şekilde gen aktarırken diğerlerine bu iki sürecin birbiri ile kafa kafaya çarpışmasına neden olacak şekilde dizayn edilmiş geni aktardık.”

Araştırmacılar deneyin ardından, zıt yönlü işleyen süreçlerdeki çarpışmadan sonra mutasyon oranının, aynı yönlü olanlara oranla daha yüksek olduğunu gözlemledi.

Bahsi geçen keşfin dışında, bu eşlenme ve transkripsiyon çarpışmasından dolayı ortaya çıkan mutasyonların, yer değiştirme (nükleotitlerin zincirler arasındaki yer değişimi) , insersiyon (nükleotit dizisine başka nükleotit ve nükleotit gruplarının eklenmesi) veya bunun tersi olan silinme mutasyonu olmasından bağımsız olarak, genden protein üretimini kontrol eden, başlatıcı (promoter region) bölgede görüldüğü not edildi.

Başlatıcı veya promoter olarak bilinen kısımlar, hemen onları takip eden genlerin ne oranda transkrip edileceğini (yani ne kadar mRNA ve dolayısıyla protein üreteceğini) kontrol etmektedir. Şöyle ki, bu bölgede ortaya çıkacak bir mutasyon; bir geni tamamen susturabilir, protein sentezlemesini azaltabilir veya değişen oranlarda artırabilir. Doğal olarak, bu etkilerin sonucunda bilinen hastalıkların birçoğunda olduğu gibi, bireyin sağlığına zararlı durumların ortaya çıkması bir noktada kaçınılmaz olacaktır.

Bahsi geçen kafa kafaya çarpışma olayının gerçekleşmesi muhtemel yerlerin tespit edilmesi aynı bağlamda bireylerin sağlığının korunmasını ve bir takım sağlık sorunlarının ortaya çıkmadan önce tahmin edilebilmesine, müdahale edilebilmesine ve erken tedavilerin uygulanabilmesine yardımcı olacaktır.


Kaynak :
  • Bilimfili,
  • Phys.org , Collisions during DNA replication and transcription contribute to mutagenesis, 29 Haziran 2016, phys.org/news/2016-06-collisions-dna-replication-transcription-contribute.html

Makale Referans : T. Sabari Sankar et al, The nature of mutations induced by replication–transcription collisions, Nature (2016). DOI: 10.1038/nature18316

Sonik Kirpi: Parmak Yaratma Sürecinin Ardındaki Genler, Çalışma Prensipleri ve Evrim

Ana rahmindeki gelişimin 51. günündeki bir bebeğin parmakları…
Yazımıza bir uygulamayla başlayalım. Başparmağınızı avuç içinize doğru kıvırın veya işaret parmağınıza yapışık tutun. Hatta uygulamanın daha gerçekçi olması için başparmağınızı ya avcunuzun içine ya da işaret parmağınıza bir bant yardımıyla sabitleyin. Elinize de günlük hayatımızın vazgeçilmezi olan cep telefonunuzu alın. Göreceksiniz ki başparmağınız olmaksızın kullanmak imkânsız olacak… Hayat ne kadar da zor olurdu değil mi başparmağımız şu anki konumundan farklı olsaydı ya da hiç var olmasaydı! Şimdi de bir su bardağını tutmaya çalışın başparmağınız olmaksızın. Yine göreceksiniz ki bardağı bu haldeyken tutmak normal haldekinden çok daha zor. Bunlar en basitinden bizim çağımızın sorunları… Ancak aynı sorunlar, doğada da benzer karşılıklara sahiptir: başparmağımız olmaksızın alet üretmemiz imkansıza yakın olacaktır. Hatta başparmağımız olsa; ancak şu anda yapabildiğiniz gibi diğer 4 parmağın karşısına gelemese bile bir alet üretmeniz, onu yetkinlikle kullanmanız, şu andakinden çok daha zor olurdur.
Doğanın acımasız olduğu bir gerçektir. Her ne kadar bizler doğanın bu acımasızlığını bir nebze yenmiş olsak da, oralarda bir yerlerde hala bir kovalamaca, hala bir yemek bulma/canını kurtarma mücadelesi devam ediyor. Bu açıdan baktığımızda ise, yaşamı kolaylaştıran her uzuv av/avcı için bir avantaj demek oluyor. Bir primat için ise tutunmayı, kavramayı kolaylaştıran bir “parmağın”, yani sadece 5-10 santimetre uzunluğundaki bir uzvun önemi oldukça büyük oluyor.
Birçok canlı, ana rahminden veya yumurtadan çıkmadan, çok ciddi değişimlerden geçiyor. Örneğin insanlar, bizi “insan” yapan fiziksel özelliklerin büyük bir kısmını ana rahminde geçirdikleri zamanların son birkaç ayında kazanıyor. Bu nedenle, başparmak gibi hayati bir organın evrimini anlamak için, embriyomuzu tanımamız gerekiyor. Bunun içinse, ana rahmine geri dönmemiz gerekiyor!
Farklı canlı türlerinin 3 ayrı evredeki embriyo karşılaştırması…
Doğadaki tüm canlıların ortak bir atadan geldiği gerçeğini düşündüğümüzde yukarıdaki farklı türlerin 1-2 haftalık olan embriyolarının benzer olması son derece doğaldır. Ayrıca, memeliler ve sürüngenler arasında ufak farklılıklar ile birlikte hayvanların embriyolojik gelişim süreçleri de son derece benzerlik göstermektedir. Bir memeli için bu gelişim sürecini 4 basamağa ayırabiliriz;
Bölünüm: Bu aşamada hızlı bir şekilde mitoz bölünmeler serisi gerçekleşir fakat orijinal zigotta bir büyüme gözlenmez. İnsanların gelişimi sırasında bu aşamada 4-8 hücre oluşur. Bu dönemi art arda gelen 5 bölünme sonucu üretilen 32 hücrenin oluştuğu morulla evresi izler.
Blastula: 128 hücreden (7 bölünme sonrası) oluşan embriyoya blastula denir. Bu aşamada artık hücreler farklılaşmaya başlar ve vücut boşluğunun temelleri atılır. Bu boşluk oluşumuna memelilerde “blastosit” denir. Bu aşamayı gastrula izler.
Gastrula: Bu aşamada eşey tabakalarının gelişimi tamamlanır. Bu tabakalar ektoderm (en dıştaki tabaka), endoderm (en içteki tabaka) ve mezodermdir. Gastrulanın yapısını aşağıda görebilirsiniz.
Embriyonun evreleri…
Organ oluşumu (organogenez): Bir önceki aşamada oluşan eşey tabakalarının artık farklılaşıp gruplanarak organları oluşturmaya başladığı evredir. Ektoderm tabakası farklılaşarak, sinir dokuyu, deri ve deriden türeyen yapıları, korneayı ve göz lenslerini; endoderm farklılaşarak, tiroid paratiroid ve timus bezlerini, üreme bezlerinin epitel dokusunu, üretra ve sidik kesesinin epitel dokusunu; mezoderm ise farklılaşarak, iskelet, düz ve kardiyak kaslarını, kan, kemik iliği ve lenfoid dokuyu ve ürogenital sistem organlarını oluşturur.
İnsan bebeğinin gelişim aşamaları…
Fotoğraftan da görebileceğiniz gibi, 17. haftanın sonunda bir insan embriyosunda bazı uzuvların şekilleri belli ölçüde seçilebilir duruma gelmiş oluyor. Bu da yine organogenez ile başlayan “hücre farklılaşması” sürecinin bir parçası. Bu farklılaşmayı daha iyi anlamak için görüş açımızı biraz daha genişletmemiz gerekiyor.
Biraz önce de söylediğimiz gibi, bu gelişim 2 farklı üreme hücresinin birleşmesi sonucu oluşan ve tek bir hücre olan zigottan başlayarak devam etmektedir. Tahmin edebileceğiniz gibi, zigotun da kendine has bir genetik kodu var ve bölünüm aşamasında yalnızca mitoz bölünme geçirerek aynı genetik koda sahip hücreler oluşturuyor. Yani, bizim şu anki genetik kodumuz aslında daha bizler zigot iken belliydi. Ayrıca, vücudumuzun herhangi farklı dokusundan alınacak olan hücrelerde de yine zigot ile ve birbiri ile aynı genetik koda sahip olduğu da görülebilir. Fakat bu kod her hücrede aynı olmasına rağmen, hücrelerin görevlerinin birbirinden farklı olması durumu söz konusudur. Bu durumu da “gen ifadesi” denen bir süreç ile açıklayabiliriz.
Gen İfadesi
Gen ifadesi, özetle, hücre içinden ve/ve ya dışından gelen özel sinyaller sonucu genetik olarak kodlanmış olan ürünlerin üretilmesidir (bu ürünler bazı istisnai durumlarda protein-harici moleküller olsalar da, çoğu zaman proteindirler; bu nedenle yazımızın geri kalanında bu ürünlerden “proteinler” olarak bahsedeceğiz). Bu sürecin bir hücreye ve ya hücre grubuna en büyük getirisi çevre koşullarına uyum sağlamalarını kolaylaştırıyor olmasıdır. Sürecin yardımıyla canlının doğaya uyum sağlayabileceği özellikler, yetenekler oluşuyor. Bu özelliklere sahip canlılar hayatta kalıyor, çevreye uyum sağlayabiliyor. Evrimsel açıdan bakacak olursak, çevreye uyum sağlamanın önemi kuşkusuz ki çok büyük. İşte bu süreç sayesinde ortama uyum sağlamış olan hücreler nesillerini devam ettirmiş ve bu sürece sahip olan hücreler seçilmiştir.
Gen ifadelerinin kontrol edilmesi süreci iki aşamada incelenebilir: Okuma (transkripsiyon) ve dönüştürme (translasyon). DNA’dan elde edilen RNA kopyalarının üretilme sürecine transkripsiyon denir ve bu süreç ökaryotlarda üç ayrı RNA polimeraz enzimi tarafından gerçekleştirilir ve her enzim ayrı bir görev üstlenir.
RNA Polimeraz Enzimi’nin çalışması…
Görselden de görebileceğiniz gibi, RNA polimeraz enzimi (RNAP) DNA üzerinde hareket eder ve okunması gereken yerleri, yani aktif kısımları okuyarak RNA için uygun bir hale getirir. RNA polimeraz okunması gereken kısmın sonunda geldiğinde durarak görevini tamamlar. Bu süreci başlatan sinyallere “transkripsiyon faktörleri” denir. Bu aşamayı genetik bilginin proteine çevrilme süreci, yani translasyon süreci izler.
Transkripsiyon sürecinde okunan DNA parçaları yine bu süreçte oluşturulan mesajcı RNA (mRNA) adı verilen RNA molekülleriyle üretimin gerçekleşeceği yere taşınır. Okunan parça üzerindeki üçerli nükleotit dizilerine kodon denir. Her bir kodon özel bir amino asidin taşıyıcı RNA (tRNA)’ya bağlanmasını sağlar. Bu kodonlar sayesinde bağlanan amino asitler tRNA’lar sayesinde ise proteini oluşturacak komplekse taşınır ve burada tepkimeye sokulan amino asitler, üretilmesi beklenen proteinleri oluşturur.
Tüm bu süreç, yine genlerimizdeki bilgiler ve kimyasalların yapısal uyumu veya uyumsuzluğu ile sürdürülmektedir. Yani süreç bir defa başladıktan sonra, adeta domino taşları gibi zincirleme tepkimeler birbirini takip eder. Tıpkı dominoda olabileceği gibi, gen ifadesinde de hatalar olabilir ve bunun sonucunda hatalı proteinler oluşur. Kimi zamansa bu hatalar ifadeden değil, ifadeyi kontrol eden genlerde meydana gelen mutasyonlardan kaynaklanır. Bu tür hatalar çoğu zaman etkisizdir veya çok ufak etkilere sahiptir (bu ufak etkiler yararlı veya zararlı olabilir). Geri kalan nadir zamanlardaysa bu hatalar büyük sorunlara neden olabilir ve hastalıklar oluşur. Ancak bu, ayrı bir yazımızın konusu olabilir. Şu anda sadece genlerin ve genlerden üretilen proteinlerin vücudumuzun şekillerini nasıl oluşturduğuna odaklanacağız.
Bu noktada da farkına varacağımız ilk şey, üretimin olduğu yerde bir kontrol mekanizmasının da olması gerektiğidir. Buna genel olarak “gen ifadesinin kontrolü” adı verilir (evet, çok yaratıcı!). Bu süreç sayesinde üretilecek proteinin ne olduğu ve bu proteinin ne kadar üretileceği kontrol edilir. Aynı zamanda hatalı proteinler ayıklanır, geri dönüştürülür veya gerekiyorsa hücreden atılır.
Gen İfadelerinin Kontrolü
Gen ifadelerinin kontrolü süreci üç şekilde gerçekleşir: Transkripsiyon Seviyesi Kontrolü, İşlemleme Seviyesi Kontrolü (Processing-Level Control) ve Translasyon Seviyesi Kontrolü. Transkripsiyon seviyesi kontrolünde en büyük görev transkripsiyon faktörlerindedir. Bahsettiğimiz gibi, transkripsiyon faktörleri genel olarak transkripsiyon sürecini başlatan proteinler olarak bilinirler. Bu proteinler RNA polimerazın da bağlandığı gen bölgesi olan “promotor” bölgeye bağlanırlar. Bu bölgede oluşan protein kompleksine son olarak da RNA polimeraz eklenir ve transkripsiyon başlamış olur. Trankripsiyon faktörleri sadece transkripsiyonu başlatmakla kalmaz, transkripsiyon oranını arttırabilir ya da transkripsiyonun başlamasını engelleyebilir de. Oranı arttıranlara “artırıcılar (enhancers)” engelleyenlere de “susturucular (silencers)” denir. İşte bu tip transkripsiyon faktörleri sayesinde gen ifadeleri kontrol edilebilir, hangi proteinin sentezleneceği ve ne kadar sentezleneceği belirlenebilir.
Bir diğer kontrol etme süreci ise İşleme Seviyesi Kontrolü’dür. Bu sürecin detaylarından bahsetmeden önce bazı terimlerden bahsetmemiz gerekiyor. Bir genden işlemlenen ve bu işlemlenme sonucu oluşan RNA’da bulunan bir grup nükleotit dizisine “ekson” denir. Protein üretimi için kullanılacak asıl kodlar bunlardır. “Uçbirleştirme” sürecinden önce bu ekson gruplarını birbirinden “intron” denen nükleotit grupları ayırır. Fakat uç birleştirme sürecinden sonra intronlar ortadan kaldırılarak anlamlı kısımlar yani eksonlar bir araya getirilir. Bu uç birleştirme süreci de yine eksonlara ve intronlara bağlanan “uçbirleştirme faktörleri (splicing factors)” tarafından kontrol edilir. Bu faktörler kontrol edici proteinlerle bağ kurarak protein kompleksleri oluştururlar ve ardından uçbirleştirme süreci başlar. Uçbirleştirme sürecinde görev alan proteinlerin nereye bağlandığını ve bu sürecin nasıl işlediğini aşağıdaki şemadan öğrenebilirsiniz.
Bahsedeceğimiz son kontrol mekanizması ise Translasyon Seviyesi Kontrolü. Bu süreç temel olarak amino asit üretimini sağlayan mRNA’in bir çok yönden kontrol edilmesi ile gerçekleştirilir. Biz yazımız için daha önemli olduğundan sadece mRNA’nın yerleşmesinin kontrol edilmesinden bahsedeceğiz. mRNA’nın nereye yerleşeceğini RNA bağlayıcı proteinler, bağlanacak lokalizasyon dizimini (zip kodu olarak da bilinir) tanımlayarak belirlerler. Sonraki süreçte ise hücre iskelet sistemi elemanlarından olan mikrotübüller ve diğer motor proteinler mRNA’nın yerleşeceği bölgeye transferi için önemli rol oynarlar. Bu süreç embriyo gelişimi sırasında embriyonun ön-arka ekseni gelişimi için çok önemlidir. Bu eksenin gelişi sonucunda, baş ve kuyruk boyunca uzuvların nerelerde bulunacağı belirlenir.
Özetle bu mekanizmalar sayesinde dokularımız aynı genetik koda sahip olsa da farklı görevler üstlenebilir. Vücudumuzun şekli ve organlarımızın yerleşimi de yine bu mekanizmalar yardımıyla şekillenir ve bu mekanizmalar sayesinde hayatımızı düzgün bir şekilde sürdürebiliriz. Şimdi bir örnekle anlatımımızı biraz daha pekiştirip ana konumuza geçelim.
HOX Geni
HOX proteinleri HOX genleri tarafından sentezlenen transkripsiyon faktörleridir. Bu proteinler DNA üzerindeki özel nüleotit dizilerine bağlanarak bazı genleri aktifleştirirken bazı genleri baskılar. Bizim için önemi ise embriyonik gelişim sürecinde ön-arka eksen gelişimini düzenlemesidir. Aşağıdaki fotoğrafta Drosophila melanogaster türü bir sineğin vücudunun hangi bölümlerinde hangi HOX genlerinin aktif olduğunu görebilirsiniz.
Bu farklı genlerin hepsi farklı görevleri olan proteinlerin sentezlenmesine yardımcı olurlar ve böylece ön-arka eksen boyunca farklı yapıların oluşmasına yardımcı olurlar.
Bu sinek türünde 8 adet HOX geni mevcuttur. Homo sapiens’te ise bu genlerin sayısı daha fazladır. Aşağıdaki tablodan bizlerde bulunan HOX genlerini görebilirsiniz.
Dikkat ettiyseniz sinek türünde de bir primat türünde de HOX genleri bulunmaktadır ve ana işlevleri aynıdır. Bu genlerde oluşabilecek bir mutasyon, yapısal bozukluklara yol açabilir. Örneğin gelişimi sırasında bir kelebekte HOX genlerinde mutasyon olması durumunda ekstra kanat oluşabilir, benzer bir durum da insanlarda parmak sayısının artması şeklinde görülebilir. Bazı omurgalılarda ise, HOX genlerinin mutasyonu sonucu omurgalarında problemler oluşabilir. Yani tüm hayvanlar aleminde bu genler mevcuttur ve aktiftir. Bu da HOX genlerinin evrimsel kökeninin çok eskiye dayandığının kanıtıdır.
Sonik Kirpi Geni
Gelişim sürecinde etkili olan bir diğer önemli gen ve bizim de asıl ilgilendiğimiz gen olan Sonik Kirpi genidir. Bu gende kodlanmış olan ve daha sonra sentezlenecek olan Sonik Kirpi proteinleri, embriyonik gelişim boyunca uzuvların, beynin ortahattının, spinal kordun ve dişlerin gelişimini düzenler. Düzenleme mekanizmasının detayına girmeden önce genin keşfinden ve isimlendirilmesinden biraz bahsedelim.
1950 ve 60 yıllarda bir grup biyolog iskelet modelinin nasıl oluştuğunu anlamak için tavuklar üzerinde deneyler yaptılar. Bu deneylerdeki amaç embriyoların dokularının gelişim üzerine etkisiydi. Gelişim evresindeki üyelerin dokularıyla ilgilenen Edgar Zwilling ve John Saunders isimli bilim insanları üyelerdeki kemik düzeninin gelişimini 2 tane dokunun kontrol ettiğini buldular. Devam eden çalışmalarda farklı bakış açıları kazanılmış oldu. En ilgi çeken ve araştırmacılar sonuca en fazla yakınlaştıran deney ise bir tavuk embriyosu üzerinde yapıldı. Bu deneyde, gelişimin ilk evrelerindeyken, üye tomurcuğunun serçe parmağın oluşacağı tarafından alınan bir doku parçası diğer tarafa, birinci parmağın oluşacağı yerin hemen altına aşılandı. Civciv gelişmeye ve kanat oluşturmaya bırakıldı. Kanat gelişimi normaldi; ancak, parmak takımının tam bir kopyası oluşmuştu. Daha tuhaf olansa, parmakların yerleşim düzeniydi: yeni parmaklar, normal parmak takımının ayna görüntüsü şeklinde dizilmişti. Belli ki doku parçasının içindeki bir şey, belki bir molekül veya gen, parmakların yerleşim düzeninin gelişimini yönlendirebiliyordu.
Bu sonuç, art arda bir dizi başka deneyle defalarca tekrarlandı ve söz konusu etkinin pek çok değişik yolla ortaya çıkabileceği anlaşıldı. Devam eden araştırmalar sonucunda bu aşılanan doku parçasına, kutuplaştırıcı etkinlik alanı (Zone of Polarizing Aktivity – ZPA) adı verildi. Parmak oluşumu için ZPA’da bulunan ve henüz ne olduğu keşfedilemeyen molekülün konsantrasyonunun önemli olduğu düşünülüyordu. Bu doğrultuda yapılan bir deneyde, ZPA parçası ile üyenin geri kalan kısmı arasına çok minik bir folyo parçası yerleştirildi. Amaç, bu folyoyla ZPA’dan diğer tarafa herhangi bir molekülü geçirmeyecek bir bariyer oluşturmaktı. Araştırmacılar, bu bariyerin her iki yanındaki hücrelere ne olduğunu inceledi. ZPA tarafındaki hücreler parmak oluştururken, diğer taraftakiler çoğunlukla oluşturmuyor, oluşturduklarında ise ciddi kusurlar ortaya çıkıyordu. Bu deneyden sonra konsantrasyonun önemli olduğu da kesinleşmiş oldu.
İlerleyen yıllarda, genetik biliminin de gelişmesiyle, Drosophila melanogaster üzerinde yapılan deneylerde bir tür genin kanat oluşumuna yardımcı olduğu bulundu ve bu gene “Kirpi” geni dendi. Araştırmacılar hemen diğer hayvanlarda da bu geni aramaya koyuldu ve ZPA’da aktif olan bu genin diğer hayvanlarda da olduğunu buldular.
İsimlendirme de basitti; araştırmanın yapıldığı sineklerde bir kirpininkine benzer dikenler vardı. Bu yüzden de “kirpi geni” ismi verildi. Bu genin tavukta bulunan versiyonuna ise bir video oyunundan da esinlenerek “sonik kirpi geni” dendi.
Kirpi proteini ailesi memelilerde üç bireye sahiptir. Hint Kirpi Proteini bunlardan biridir ve endokondral kemikleşme sürecinde görev alır. Diğeri Çöl Kirpi Proteinidir ve bu protein ise morfonogenez sürecinin kontrolüne yarayan sinyalleri kodlar. Son üyeleri ise biraz önce de görevlerinden bahsettiğimiz Sonik Kirpi Proteini.
Sonik kirpi proteinleri aslında embriyolojik gelişim sırasında birçok sinyal merkezinden salgılanan sinyallerdir. Örneğin, nöral tüpün karın bölgesindeki kutuplaşmayı başlatması için notokord (embriyonun iskeletine verilen isim) tarafından gönderilen bir sinyal olarak da karşımıza çıkabilir.
Bu protein üzerinde yapılan çalışmalarda, parmak gelişimi ve kutuplaşmasında nasıl görev aldığı net olarak anlaşılmıştır. Sonik kirpi genin transkripsiyonu kolu/bacağı oluşturacak tomurcukların merkezden uzak ucunun ektodermal yapısından salgılanan ikinci set sinyallerin varlığında gerçekleşir. Bu sinyaller transkripsiyonu tetikler. Fakat henüz bu sinyallerin sonik kirpi genini nasıl hedef aldığı net bir şekilde anlaşılamamıştır. Genin moleküler işlemeleri endoplazmik retikulumda gerçekleşir (tranlasyon ve kontrol işlemleri her protein için aynı şekilde işlediğinden o kısmı tekrar anlatmıyoruz). Bu işlemenin ardından sonik kirpi proteinine kolesterol bağlanır, kolesterolün bu süreçte en önemli rolü Sonik kirpi genini hücre zarı içerisindeki aktivite alanını ve hücre dışına salınımını sırasındaki difüzyonunu kısıtlamasıdır. Kolesterolün farklılaşması sonucunda Smith–Lemli–Opitz sendromu gibi bazı doğuştan gelen sorunlar oluşabilir. Kolesterolün bağlandığı protein amacına uygun olan yere gitmek üzere hücre dışına çıkar. Gerekli merkeze ulaşır ve burada üzerine düşen görevi yapmaya başlar.
Bu genin kol/bacak tomurcuklarının uçlarındaki mezenşimin hücrelerinde ifadelendirilmesi, uzvun ön-arka eksen gelişimi için son derece önemlidir. Farelerde bu genin eksikliğinde uzvun yapısal olarak düzgün gelişmediği görülmüştür.
Ayrıca polarizasyonu sağlaması sayesinde de elimizin bir ucundaki parmak diğerinden farklıdır.
Bu mekanizmanın düzenli çalışması uzuvların düzgün bir şekilde oluşması demek oluyor ve başta dediğimiz gibi, doğada yaşamını devam ettirmek için kovalamaca oynamak zorunda olan canlılar için ise bu mekanizmanın önemi daha fazla. İşte yaşamayı kolaylaştıran, avı yakalamayı, avcıdan kaçmayı sağlayan uzuvların oluşumu genel olarak bu ve bu tarz süreçler sonucu ortaya çıkıyor. Bizlerin atalarının evrimsel süreçte tırmanmak için ve kavramak için avantaj sağlayan parmaklarının gelişmesini de sonik kirpi genlerine borçluyuz. Muhtemelen bu genlerden mahrum kalanlar nesillerini devam ettiremediler ve doğa tarafından elendiler. Bizler ise, başarılı genlerin eseri olarak bugünlere geldik.
Uzuv ve parmak oluşumunu etkileyen tek transkripsiyon faktörü yalnızca sonik kirpi proteini değil tabii ki, fakat şu ana kadar mekanizması en iyi anlaşılmış olan ve üzerinden en çok çalışılan protein bu proteindir. Bir kuşun kanadı, bir balinanın yüzgeci veya bir insanın elini genetik olarak karşılaştırdığımızda sonik kirpi genine ulaşabilmekteyiz. Bu genin de evrimsel geçmişi HOX genleri kadar eskiye dayanıyor ve evrimin gerçekliğini bir kez daha gözler önüne seriyor.
Kaynaklar ve İleri Okuma:
  1. Molecular Biology of the Cell
  2. Developmental Biology
  3. Ulster Medical Journal
  4. Molecular Pathology
  5. Molecular Genetics and Metabolism
  6. Harvard University
  7. UCLA
  8. MadSci
  9. MetaLife
  10. AustinCC
  11. Neil Shubin, İçimizdeki Balık, Sf. 57 – 75
  12. Gerald C. Karp, Cell Biology, 6.edt, Sf. 164 – 171, 241- 265
  13. Sadava, Life, 10. edt, Sf. 286 – 301

Minimal Bakteriyel Genom Dizayn Edildi ve Sentezlendi

Biyoloji biliminin en temel amaçlarından birisi her bir genin moleküler ve biyolojik fonksiyonunu anlamaktır. Bunu öğrenmek için en geçerli yaklaşımlardan birisi, araştırılmak istenen genin de içinde (gene ait nükleotit dizisini, protein sentezlemek için gerekli olan aktif gen bölgeleri ile birlikte) bulunduğu minimal genomlar (DNA) dizayn etmek ve sentezlemektedir. 2010 yılında parazit bir mikroorganizma olan Mycoplasma mycoides türünün genomunu baz alan 1079-kb (1.079.000 bazlık nükleotit dizisi) mini genom kimyasal olarak sentezlenmiş, sitoplazma içerisine enjekte edildiğinde ise hücre büyümesini uyararak harekete geçirmişti.

Burada araştırmada üretilen JCVI-syn3.0 adı verilen genomu barındıran hücreler görülüyor. Bu genom ile yaşamsal aktivitelerini devam ettirebilen küresel yapıdaki bakteriyel hücrelerden oluşan koloni gösterilmiş. Görseldeki ölçek 200 nanometre (metrenin milyarda biri) uzunluğu temsil etmektedir.
Burada araştırmada üretilen JCVI-syn3.0 adı verilen genomu barındıran hücreler görülüyor. Bu genom ile yaşamsal aktivitelerini devam ettirebilen küresel yapıdaki bakteriyel hücrelerden oluşan koloninin altında gösterilen ölçek 200 nanometre (metrenin milyarda biri) uzunluğu temsil etmektedir.

Yeni bir araştırmada ise Clyde A. Hutchison III ve çalışma arkadaşları bu genomun uzunluğunu 473 geni içeren 531 kilobazlık (531.000 nükleotitten oluşan dizi) daha küçük bir genoma dönüştürmek üzere dizayn geliştirerek, bu genomu sentezledi ve döngüyü teste tabi tuttu. Transkripsiyon ve translasyon gibi protein sentezi süreçlerinde kilit rolleri olan genleri bulunduran bu genom, bu genlerin yanı sıra 149 adet fonksiyonu bilinmeyen gene ait dizileri de barındırıyor.

 

1984 yılında kendiliğinden bölünme yeteneği kazandırılmış mikoplazmalar rapor edilmişti ve yaşamsal aktivitelerin temelini anlamak için bu canlılar model olarak alınıyordu. O günden beri bu alanda yapılan tüm araştırmalar, yaşam için zorunlu olan genleri saptamak için bilimcileri, üretilen genomları daha az gen barındıracak şekilde dizayn etmeye itmekteydi. Yine de üretilen tüm genomlar, (yaşayan canlılar baz alınarak) bir biçimde yaşamsal aktiviteler için gerekli olan temel genlerden başka genler de içeriyordu ve genom büyüklüğünde küçülmeye gitmek hep mümkün görünüyordu.

Bütün halinde üretilen genomlar, kimyasal olarak laboratuvar ortamlarında sentezlenmiş oligonükleotitlerden (birkaç nükleotitlik DNA dizileri)  elde edilebiliyor ve alıcı hücrelere verilerek yaşamsal işlev görüp göremeyecekleri test edilebiliyor.

 Sonuçlar, 1079 kilobaz çiftlik sentetik genomun (JCVI-syn1.0) yaşamsal aktiviteleri devam ettirebilmekle beraber küçültülebildiğini gösteriyor. Dizayn döngüsü olarak düşünebileceğimiz döngünün üç kez fazladan gerçekleştirilmesi ile safi yaşamsal genler geriye kalacak biçimde 531 kilobaz çifti uzunluğundaki daha kısa DNA (JCVI-syn3.0 – 531 kbp, 473 gen) sentezlenmiş oldu. Bu da doğada kendi kendine bölünerek üreyen canlılarda olan en kısa genomdan bile daha kısa olduğundan yaşamsal olarak bir anlamda bugüne kadarki en verimli genom üretildi diyebiliriz.

Four design-build-test cycles produced JCVI-syn3.0. (A) The cycle for genome design, building by means of synthesis and cloning in yeast, and testing for viability by means of genome transplantation. After each cycle, gene essentiality is reevaluated by global transposon mutagenesis. (B) Comparison of JCVI-syn1.0 (outer blue circle) with JCVI-syn3.0 (inner red circle), showing the division of each into eight segments. The red bars inside the outer circle indicate regions that are retained in JCVI-syn3.0.
Solda dizayn-yapım-test üçlemesinin döngüsü infografik haline getirilmiş. Mevcut araştırmada bu döngü üst üste dört kez tekrarlandı ve bugüne kadarki en kısa yapay yaşamsal genom üretilmiş oldu. Sağda ise daha önce üretilen daha uzun dairesel DNA JCVI-syn1.0 mavi renk ile gösterilmiş. Buna karşılık içerdeki kısa yapay genom JCVI-syn3.0’ün dışardaki genomun kırmızı ile gösterilmiş çıkıntılar halinde görünen parçalarından üretildiği anlatılıyor.

 


Kaynak :

  • Bilimfili,
  • Clyde A. Hutchison III. , et al., Design and synthesis of a minimal bacterial genome, Science , 25 Mar 2016:Vol. 351, Issue 6280, DOI: 10.1126/science.aad6253

”D Vitamini” Hormon Mudur, Vitamin Mi?

Her ne kadar adı D Vitamini olarak bilinse ve yaygın olarak bir vitamin olduğu öğretilse de, D Vitamini’nin kimyasal olarak bir vitamin mi yoksa hormon mu olduğu uzun bir süredir tartışılmakta olan bir konudur. Aslında bilim insanları arasında tartışma pek de ateşli olmasa da, ara sıra yayımlanan bazı raporların D Vitamini’ni bir vitaminden ziyade hormon olarak tanıtması anlaşmazlıkları arttırmaktadır. Bu yazımızda, ola ki böyle bir tartışmaya denk gelirseniz temel bazı bilgilere sahip olabilmeniz için konuyu aydınlatmaya çalışacağız.

En temel düzeyde vitaminler ile hormonlar arasındaki fark, sentezlenebilirlikten ileri gelir. Vitaminler vücut tarafından sentezlenemezler ve diyet dahilinde besinlerden alınmak zorundadır. En klasik örneklerden biri, C Vitamini’nde karşımıza çıkmaktadır. Asıl adı askorbik asit olan C Vitamini, modern insan (Homo sapiens) türü için bir vitamindir, çünkü sentezlenemez. Evrimsel süreçte, primatların neredeyse tamamında C Vitamini sentezini sağlayan mekanizma körelmiştir. Biz de, bir primat ve maymun türü olarak, bu vitaminin sentezinden yoksunuz. Öte yandan primatlar, gine domuzları, teleost balıklar ve bazı kuşlar haricinde birçok hayvan türünde C Vitamini normal şekilde vücutta üretilebilir. Dolayısıyla bu canlılar için askorbik asit bir vitamin değildir. Canlılar, vitaminlere genellikle düşük miktarlarda ihtiyaç duyarlar. Hormonlar ise hücreler tarafından sentezlenebilen kimyasallardır. Çok az miktarda hormoın bile, bir kimyasal tepkimeyi köklü bir şekilde değiştirebilir. Bu özellikleri bakımından hormonlar, düzenleyici rol oynarlar.
Şimdi gelelim D Vitamini’ne… Bazı dikkatsizce kaleme alınan çalışmalar ve hem Avrupa hem de Amerika beslenme komisyonu D Vitamini’nin (ya da Vitamin D’nin) bir besin maddesinden çok hormona benzediğini söylemektedir. Ancak bu, maalesef sık rastlanan bir kavram hatasıdır ve bunun sebebi Vitamin D benzeri bileşenlerin (ergocalciferol, cholecalciferol, 1,25-dihydroxyvitamin D, 25-hydroxy-VitaminD ile, aşağıda farkları açıklanan kısaltmalar calcitiriol ve calcidiol) doğasını ve fonksiyonunu ayırt edememekten kaynaklanır.
Dünyanın önde gelen Vitamin D araştırmacılarından ve günümüz Vitamin D teorisinin “baba”larından biri olan, Toronto Üniversitesi’nden Ronald Vieth, çığır açan makalesi “Vitamin D Neden Hormon Değildir?”de bu konuyu titizlikle aydınlatmıştır. Biz de, bu makaleden yola çıkarak kavramları daha açık ve net bir şekilde izah edeceğiz ve bu konuyu aydınlatmaya çalışacağız. Kendisinin analizi ne kadar kesin olsa da bu tartışmayı bitirmeden önce Vitamin D’nin anlamını daha kapsamlı ve klinik olarak gerçekçi şekilde anlatan, önemsiz olmayan bir anlaşmazlık noktasından bahsedeceğiz.
Önce, Vitamin D3 (cholecalciferol) ya da D2 (ergocalciferol)‘nin kastedildiği Vitamin D var. Vitamin D, bir ya da daha fazla hormon ya da ön-hormonun (bunlara “prehormon” denir; öncül hormonlar olan “prohormon”lar ile karıştırılmamalıdır), yapısal ana maddesidir ve vitamin tanımına tam anlamıyla uyar, yani;  doğal yiyeceklerde az miktarda bulunan, normal metabolizma için gerekli olan ve diyetteki azlığı rahatsızlıklarına sebep olan organik maddeler. Vitamin D’nin kendisi (D2 ya da D3) bir hormon değildir. Yani, bir organda üretilen, diğer organlara kan aracılığı ile taşınan ve gittiği yerdeki başka bir hedef organın aktivitelerini etkileyen madde tanımına uymaz. Ayrıca cholecalciferol (Vitamin D3) molekülünden türetilen bileşimlere sekosteroidler denir.
Vitamin D’nin işlenmesi kabaca şöyle olur;
1. Karaciğer, sitokrom P450 enzimlerini kullanarak Vitamin D’yi kolayca 25(OH)D’ye hidroksile eder, bu da Vitamin D’nin dolaşımda olan ana formudur.
2. Sonra böbrekler 25(OH)D’yi, aktif hali olan 1,25-dihidroksivitamin D’ye hidroksile eder. Bu yeni maddeye aynı zamanda 1,25(OH)2D de denir ve bu da, serumdaki kalsiyumun emilimi ile salnımına doğrudan etki ederek ve serumdaki fosfat ve paratiroit hormonu arasındaki bir dizi kompleks ilişkiye etki ederek serum kalsiyumunu normal seviyesinde tutar.
Fakat iki tane, (yağda çözünen) sekosteroid olarak adlandırılan, ve hormonal olarak aktif maddeler vardır . Bunlar Vitamin D (D2 ya da D3)’den gelirler fakat belirli bir şekilde ondan farklıdırlar. Bu farklılıklar:
1. Bir kalsiyum düzenleyici hormon olan 1,25-dihidroksivitamin D (kalsitriol). Bu hormon kalsiyum yetersizliğine karşılık olarak üretilir ve diğer steroid hormonlar gibi etki eder, yani kendisiyle aynı kökenli vitamin D reseptörü (VDR) ile etkileşerek.
2. Bir prehormon olan 25-hidroksi-VitaminD. Bu ise bir salgı bezinden salgılanan, kendinden hiç veya çok az biyolojik gücü olan, periferide aktif bir hormona dönüştürülen bir maddedir.
Ancak Vitamin D’nin metabolik ürünü olan 1,25-dihidroksivitamin D (kalsitriol)’ün kendisi potent, pleyiotropik tamir ve bakımda çeşitli dokularda iki yüzden fazla geni hedef alan moleküler bir anahtar  görevi gören ve adaptif bir hormon olarak da işlevi olan bir secosteroid hormondur.
Kalsitriol’ün etkileri Vitamin D Reseptörü (VDR) aracılığı ile gerçekleşir. Bu reseptör ligand tarafından aktive edilen, gen ifadesini kontrol ederek bir çok genin transkripsiyonal düzenleyicisi görevini gören bir transkripsiyon faktörüdür. Yeni bilgiler gösteriyor ki 1,25 dihidroksivitaminD tarafından (1.25(OH)2D) aktive edilen VDR hem tek gen lokasyonunda hem de gen ağları seviyesinde gen ekspresyonunu ayarlar.
1. Vitamin D’nin vitamin olduğu,
2. 25-hidroksi-VitaminD’nin bir prehormon olduğu (aktif hormon olan kalsitriole periferde dönüşen bir glandüler sekresyon),
3. 1,25-dihidroksivitamin D (kalsitriol)’ün  bir sekosteroid hormon olduğu  ve iki yüzden fazla insan genini etkileyen bir moleküler anahtar görevi gördüğü, dolayısıyla transkripsiyonel gen düzenleyicisi olarak çalıştığı
göz önünde tutulursa,
Vitamin D’nin kendisini vitaminden fazla, fakat katı tanımıyla hormondan (bu işlev 1,25-dihydroviaminD (calcitiriol)’e aittir)  farklı  olarak ele almak  gerekir. Gen transkripsiyonu düzenleme fonksiyonlarını da yansıtabilmek için Vitamin D yi basit bir vitamin gibi değil; moleküler düzeyde gen transkripsiyonu düzenlemesi yapan bir vitamin, bir biyomodülatör (biyolojik düzenleyici) vitamin olarak tanımlamak daha doğru olur.
Düzenleyen: ÇMB (Evrim Ağacı)
Kaynak:
  1. ResearchGate
  2. Vieth R. Why “Vitamin D” is not a hormone, and not a synonym for 1,25-dihydroxy-vitamin D, its analogs or deltanoids. J Steroid Biochem Mol Biol 2004; 89-90(1-5):571-
  3. Cannell JJ, Hollis BW, Zasloff M, Heaney RP. Diagnosis and treatment of vitamin D deficiency. Expert Opin Pharmacother 2008; 9(1):107-18.
  4. Pike JW, Meyer MB. The vitamin D receptor: new paradigms for the regulation of gene expression by 1,25-dihydroxyvitamin D(3). Endocrinol Metab Clin North Am 2010; 39(2):255-69.
  5. Pike JW, Meyer MB, Martowicz ML, et al. Emerging regulatory paradigms for control of gene expression by 1,25-dihydroxyvitamin D3. J Steroid Biochem Mol Biol 2010; 121(1-2):130-5.
  6. Sutton AL, MacDonald PN. Vitamin D: more than a “bone-a-fide” hormone. Mol Endocrinol 2003; 17(5):777-91.

Translasyon

Biyokimyada çeviri, mRNA (haberci RNA) tarafından taşınan genetik kodun spesifik bir protein üretmek üzere ribozom tarafından çözüldüğü karmaşık bir süreç olan protein biyosentezinin kritik bir aşamasıdır. Bu süreç, genlerin ifadesi ve ardından canlı organizmaların işleyişi için gereklidir. Ribozom, tamamlayıcı tRNA (transfer RNA) moleküllerinin mRNA’ya bağlanmasını indükleyerek kod çözmeyi kolaylaştırır. Kodonlardan (üç nükleotit dizileri) oluşan mRNA dizisi, amino asitlerin büyüyen polipeptit zincirine eklenme sırasını belirler ve sonuçta proteinin yapısını ve işlevini belirler.

Prokaryotlar ve ökaryotlar arasındaki çeviri sürecindeki temel ayrımlar şunları içerir:

  • Polisistronik ve Monosistronik mRNA: Prokaryotik mRNA sıklıkla polisistronik olarak adlandırılan birkaç farklı proteine ait bilgiyi içerirken ökaryotik mRNA tipik olarak yalnızca bir proteine ait bilgiyi taşır veya monosistroniktir.
  • Ribozom Bağlanma Bölgeleri: Prokaryotlar, tek bir mRNA molekülünden birden fazla proteinin eşzamanlı translasyonuna izin veren birden fazla ribozom bağlanma bölgesine sahiptir. Bunun tersine, ökaryotik ribozomlar genellikle tek bir bölgeye bağlanır.
  • Transkripsiyon ve Translasyonun Birleşmesi: Prokaryotlarda, mRNA’nın translasyonu, transkripsiyon tamamlanmadan önce başlayabilir; bu, nükleer membranın yokluğu ve bu süreçlerin sitozolde eşzamanlı olarak meydana gelmesiyle kolaylaştırılan bir olgudur. Ancak ökaryotik hücreler, çekirdek içindeki transkripsiyonu ve sitoplazmadaki translasyonu bölümlere ayırır, böylece bu süreçleri ayırır.

Biyokimyada çevirinin evrensel yönü, spesifik amino asitleri ve kodonları tanıyan, mRNA dizisinin gerektirdiği şekilde proteinlerin birleştirilmesini kolaylaştıran tRNA moleküllerinin kullanılmasında yatmaktadır. Amino asitler, adenosin kalıntısının hidroksil grubuna bir ester bağı ile tRNA’nın 3′ ucuna bağlanır ve ribozomun, bitişik amino asitler arasında peptit bağlarının oluşumunu katalize etmesini sağlar.

Biyomekanik

Biyomekanikte çeviri, belirli bir hareket türünü ifade eder. Vücudun tüm noktalarının aynı yönde ve aynı mesafe boyunca hareket ettiği bir nesnenin doğrusal veya öteleme hareketi ile karakterize edilir. Bu, vücudun farklı bölümlerinin merkezi bir eksen etrafında daireler halinde hareket ettiği dönme hareketinden farklıdır. Biyomekaniğin çevirisi, vücutların uzaydaki hareketlerini anlamak, onlara etki eden kuvvetleri ve momentleri analiz etmek ve bu bilgiyi yardımcı cihazların tasarımına, rehabilitasyon stratejilerine uygulamak ve atletik performansı geliştirmek için gereklidir.

İleri Okuma

  • Alberts, B., Johnson, A., Lewis, J., Raff, M., Roberts, K., & Walter, P. (2002). Molecular Biology of the Cell. 4th edition. Garland Science.
  • Lodish, H., Berk, A., Zipursky, S. L., Matsudaira, P., Baltimore, D., & Darnell, J. (2000). Molecular Cell Biology. 4th edition. W. H. Freeman.
  • Nairn, R., & Helgason, C. D. (2015). Biochemistry and Cell Biology of Mammalian Translation. Cold Spring Harbor Perspectives in Biology, 7(10).
  • Enoka, R. M. (2008). Neuromechanics of Human Movement. 4th Edition. Human Kinetics.

Click here to display content from YouTube.
Learn more in YouTube’s privacy policy.