Gökada Büyüklüğünde Bir Canlı Olabilir mi?

Gökada Büyüklüğünde Bir Canlı Olabilir mi?

Evrendeki nesnelerin boyutları, 10-19 metre ölçeğindeki kuark etkileşimlerinden 1026 metreuzaklıktaki kozmik ufka kadar değişir. Bu 45 olası büyüklük mertebesinde, bildiğimiz kadarıyla yaşam oldukça ufak bir aralıkla sınırlanmış durumda: 45 olası mertebenin kabaca orta bölümüne denk gelen yaklaşık 9 farklı büyüklük mertebesinde canlı bulunabiliyor. İnsan benzeri duygu ve düşüncelere sahip canlıların bulunduğu aralık ise 9 mertebenin sadece 3’ünü kapsıyor.

Bakteriler ve virüsler bir mikrondan, yani 10-6 metreden bile küçük olabilirken, en büyük ağaçların uzunluğu 100 metreye varabiliyor. Oregon’da bulunan Mavi Dağlar’ın altında yaşayan bal mantarını tek bir organizma olarak düşünürsek, yaklaşık 4 km boyunca uzandığını da anımsayalım. Peki acaba canlıların büyüklüğünü sınırlayan evrensel bir limit var mı?

Hesaplama kuramındaki gelişmeler sonucunda, bilinç ve zeka için katrilyonlarca ilkel “devre” elemanı gerektiğini öğrendik. Beyinlerimiz nöronlardan oluştuğuna göre, ki nöronların her biri özelleşmiş ve işbirliği yapan tek hücreli organizmalardır; biyolojik bilgisayarların bizim becerilerimizi sergileyebilmesi için bizim beynimizin fiziksel büyüklüğüne yakın boyutta olmaları gerekir.

Yapay zeka sistemlerinde bizimkinden daha küçük nöronlar yapılandırmayı düşünebiliriz. Elektronik devre elemanları, örneğin, şu anda nöronlardan oldukça küçüktür. Fakat davranışları da daha basittir ve epey hacim kaplayan destek (enerji, soğutma, iletişim) yapılarına gereksinim duyarlar. Büyük olasılıkla ilk yapay zekaların kaplayacağı hacim, yapıldıkları malzemeler ve mimarileri bizden bütünüyle farklı olduğu halde, bizim bedenlerimizin boyutlarında olacaktır. Bu durum, metre ölçeğinin bir özelliği olduğuna bir kez daha işaret ediyor.

Peki ya evrenin büyükler ucu ne alemde? William S. Burroughs’un Patlamış Bilet adlı kitabında, yüzeyinin altında, yavaşça oluşan kristallerinde neredeyse sıfır düşünce olan engin bir mineral bilinç yatan bir gezegen kurgulanmıştır. Gökbilimci Fred Hoyle “Siyah Bulut” adını verdiği, boyutu Dünya ile Güneş arası uzaklıkla kıyaslanabilecek kadar olan bilinçli bir hiper-zekadan dramatik ve ikna edici biçimde söz etmiştir. Bu düşüncesi, bir yıldızı bütünüyle çevreleyen ve enerjisinin büyük bölümünü yakalayan devasa yapılar olan Dyson küreleri kavramını önceden sezmiş gibidir.

Peki bu büyüklükte yaşam formlarının varolması için koşullar nelerdir? İlginç düşünceler için karmaşık bir beynin yanı sıra yeterince zamana da gerek vardır. Nöral aktarımların hızı yaklaşık olarak saatte 300 km civarındadır. Dolayısıyla insan beyninde sinyal iletim hızı 1 milisaniye kadardır. O halde bir insan ömrü, 2 trilyon mesaj iletim süresinden oluşuyor demektir. Eğer beyinlerimiz ve nöronlarımız 10 kat daha büyük olsaydı, yaşam sürelerimiz ve nöral sinyal hızlarımız da aynı kalsaydı, yaşamımız boyunca şimdikinin onda biri kadar düşüncemiz olurdu.

Beyinlerimizin aşırı ölçüde, örneğin güneş sistemi kadar büyüdüğünü düşünelim. O zaman aynı sayıda mesaj iletimi için evrenin toplam yaşından fazla zaman gerekirdi. Evrimin akışı için de hiç zaman kalmazdı. Eğer gökadamız büyüklüğünde bir beyin olsaydı, sorun daha da içinden çıkılmaz hal alırdı. Oluşum anından itibaren sadece 10.000 civarında mesaj bir uçtan diğerine gidebilirdi. Yani karmaşıklığı insan beynininkine yakın ama büyüklüğü astronomik ölçekte bir beyni olan yaşayan bir varlık hayal edebilmek pek mümkün değil. Eğer varolsaydı da, herhangi bir şey yapabilecek zamanı olmazdı.

Dikkat çekici bir diğer nokta, fiziksel bedenler üzerinde çevrenin koyduğu sınırlamaların da yaşamın hemen hemen zekanın gerektirdiği boyutları gerektiriyor olması. En uzun sekoya ağaçlarının boyu, suyu yukarı doğru 100 metreden fazla pompalayamıyor oluşları ile sınırlanmıştır. Bu limit, Dünya’nın yerçekim kuvveti (suyu aşağı çeker), terleme, su tutunumu ve bitkinin ksilemindeki (suyu yukarı iter) yüzey geriliminin ortak etkisi ile belirir1. Eğer yaşama en uygun gezegenlerin çekim kuvveti ve atmosfer basıncının Dünya’nınkinin 10 katına kadar olduğunu varsayarsak, aynı maksimum limitinin birkaç katı büyüklük mertebesinde kalmış oluruz.

-bilimfilicom

Gezegendeki en büyük ağaçlardan sekoya ağaçları görülüyor.

Ayrıca canlıların çoğunun bir gezegene, uyduya veya göktaşına bağlı yaşayacağını farz edersek, yerçekimi de doğal bir ölçek belirler. Gezegen büyüdükçe ve yerçekimi arttıkça, kemiklere (ya da onların eşdeğerine) binen kuvvet de artar. Bu konu 1600’lerde Christiaan Huygens tarafından tartışılmıştır. Söz konusu durumda canlının kemiklerinin kesitinin de, kuvvete dayanmak için hayvanın büyüklüğünün karesiyle orantılı olarak genişlemesi gerekecektir. Ancak bu vücut geliştirme çabaları, nihayetinde kendi kendini sınırlar; çünkü kütle de uzunluğun kübüyle orantılı artar. Genel olarak, hareket edebilen dünya organizmalarının maksimum kütlesi, kütleçekimin gücünün arttığı oranda azalır. Örneğin yerçekimi Dünya’dakinin 10’da 1’i kadar olan bir gezegende, hayvanların 10 kat daha büyük olma olasılığı vardır.

Tabi bir gezegenin de ne kadar küçük olabileceğine ilişkin bir limit vardır. Çok küçük gezegenler (mesela Dünya’nın kütlesinin onda birinden daha küçük olanlar) atmosferi çekecek ve tutacak kadar kütleçekime sahip olmazlar. Yani bir kez daha Dünya’da gördüğümüz boyutlara yakın büyüklükleri zorunlu kılan bir sınırlama ile karşı karşıyayız.

Yaşamın ayrıca soğutmaya da gereksinimi vardır. Bilgisayar çiplerinde sürekli olarak, hesaplama sırasında ortaya çıkan ısının atılması mücadelesi verilir. Yaşayan canlılar için de aynı konu önem taşır. Büyük hayvanların hacim bölü yüzey alanı (yani deri büyüklüğü) oranı yüksektir. Canlının soğutmasından sorumlu organ deri olduğundan, ısının üretildiği yer de hacim olduğundan, büyük hayvanlar kendilerini soğutmakta daha az verimli olur. İlk olarak 1930’larda Max Kleiber tarafından dikkat çekildiği üzere, Dünya’daki hayvanların kilogram başına metabolik hızı, hayvanın kütlesinin 0,25.kuvveti ile orantılı olarak azalır2. Kuşkusuz ısıtma hızı bu şekilde düşmeseydi, büyük hayvanlar gerçekten de kendi kendilerini pişirirdi. Bir memelinin yaşamını sürdürebilmesi için gözlemlenen minimum metabolik hız, nanogram başına bir watt’ın trilyonda biri kadar  olduğundan3, ısısal açıdan sınırlandırılmış bir maksimum organizma büyüklüğüne ulaşıyoruz: 1 milyon kilogramdan biraz fazla. Bu da yaklaşık olarak mavi balina kadar olmak demektir. Yani tam da Dünya büyüklük rekorunu elinde tutan hayvan kadar…

İlkesel olarak daha büyük yaratıklar hayal edilebilir. Eğer Landauer’in hesaplama için gereken minimum enerjiyi tanımlayan ilkesini hesaba katar ve sadece hücrelerini çoğaltmaya adanmış olan ultra-kütleli, ultra-tembel bir çok hücreli organizma olduğunu varsayarsak, mekanik desteğin ısı taşınımını aşması sorunlarının büyümeyi sınırlayan nihai etken olduğunu görürüz. Bu ölçeklerde böyle bir canlının ne yapacağı ya da nasıl evrilebileceğini de tahmin etmek mümkün değil.

Charles ve Ray Eames’in klasikleşmiş kısa filmleri “10’un Kuvvetleri” (Powers of Ten) 40 yıl kadar önce yayımlanmış ve insanların büyüklükleri kavrayışında derin etkileri olmuştur. Aşağıdaki videoda bu çalışmayı izleyebilirsiniz.

 


Kaynak:

  • Bilimfili,
  • Nautilus, “Can a Living Creature Be as Big as a Galaxy?”
    < http://nautil.us/issue/34/adaptation/can-a-living-creature-be-as-big-as-a-galaxy >

Notlar:
[1] Koch, G.W., Sillett, S.C., Jennings, G.M., & Davis, S.D. The limits to tree height. Nature 428, 851-854 (2004).
[2] Kleiber, M. Body size and metabolism. Hilgardia: A Journal of Agricultural Science 6, 315-353 (1932).
[3] West, G.B., Woodruff, W.H., & Brown, J.H. Allometric scaling of metabolic rate from molecules and mitochondria to cells and mammals. Proceedings of the National Academy of Sciences 99, 2473-2478 (2002).

Dünya’daki Yaşamın Gelişmesini, Manyetik Alan Sağlamış Olabilir

Yaşamın 500 milyon yıl önce tek hücrelilerden karmaşığa doğru evrimleşmesini sağlayan etmenin, Dünya’nın etrafındaki güçlü manyetik alan olduğu tespit edildi. Geoscience Frontiers‘da yayımlanan bir çalışmaya ait bu sonuç, gerçekte şu anlama geliyor: Dünya’da yaşamın başladığı 4.1 milyar yıl öncesi sıralarından çok hücreli yaşama geçiş zamanlarına – yani yaklaşık 500 milyon yıl öncesi – kadar Dünya katı bir çekirdeğe sahip olmadığından düşük şiddetli bir manyetik alana sahipti. Ne var ki, bu araştırmada; tam da 500 milyon yıl önce Dünya’nın çekirdeğinin katılaşmaya başladığı; ve çekirdek katılaştıkça da Dünya’nın çevresindeki manyetik alanın güçlenmeye veya şiddetinin artmaya başladığı keşfedildi.

Yaşam ilk kez yaklaşık 4.1 milyar yıl önce başladı ve takip eden 3.5 milyar yıl boyunca tek hücreli olarak sürdü.Bilim insanları, bu süre boyunca katı bir çekirdeğe sahip olmadığından, Dünya’nın manyetik alanının çok daha güçsüz olduğunu belirtiyor. Dünya’nın çekirdeğinin katılaşmaya başladığı 500 milyon yıl öncesinden itibaren manyetik alanın daha da güçlendi ve yaşam; karmaşık, çok hücreli canlılara doğru evrimleşmeye başladı.

Zayıf manyetik alan, Güneş’ten gelen zararlı ultraviyole ışınların ve diğer tüm radyasyon ışımalarının Dünya’ya ulaşmasına engel olamıyor, dolayısıyla yaşamın gelişip daha ileri ve karmaşık çok hücrelilerin oluşmasına köstek oluyordu. Bütüne bakıldığı zaman, radyasyonun evrimi uyarıcı bir etkisi olduğunu söylemek çok kolay görünse de, gelişmiş canlıların, büyük bitkilerin, yumuşakçaların ve diğer basit hayvanların yüksek radyasyon etkisi altında yaşaması pek de mümkün değildir.

Araştırmacılar, Dünya çekirdeğinin katılaşmaya başladığı zamanlarda, Güneş’in de radyasyon barajını aşağı indirdiği, böylelikle Dünya’nın etrafındaki güçlenmekte olan manyetik alanın daha da iyi bir koruma sağladığı bilgilerinin bir biçimde kombine edilebileceğini düşünüyor. Radyasyonun en temelde DNA hasarına yol açmasının, bilgisayar modellerinde de yaşamın gelişmesine ve ileri canlıların oluşmasına engel oluşturması bir  kanıt niteliği taşırken, bahsi geçen parametrelerin ne şekilde ve hangi formülasyona göre birleştirilebileceği üzerinde daha fazla çalışmaya ihtiyaç duyulacağı kesin.


Kaynak :

  • Bilimfili,
  • Carlo Doglionia, Johannes Pignattia, Max Coleman Why did life develop on the surface of the Earth in the Cambrian? Geoscience Frontiers(2016), http://dx.doi.org/10.1016/j.gsf.2016.02.001

Canlılığın Kökeni Bilmecesinde RNA Bazları Sorununa Çözüm Önerildi

Almanya’nın Münih kentinde bulunan Ludwig Maximilian Üniversitesi’nden bir grup kimyacı, adenin ve guaninpürinlerinin kolayca ve makul bir verimle nasıl sentezlenebileceğini göstererek, RNA‘nın Dünya üzerinde canlılığın yeşermesini sağlamış olabileceğine ilişkin yeni kanıtlar sundu. Science dergisinde yayımlanan makalelerinde ekip, RNA’nın kendini kopyalayan ilk molekül olduğuna ve nihayetinde gezegenimizdeki tüm canlıların ortaya çıkışına yolaçtığına işaret eden kanıtları arama süreçlerini anlatıp, elde ettikleri bulguları açıklıyorlar.

Uzun yıllardan bu yana çok sayıda bilimci, gezegenimizdeki yaşamın bir dizi olay sonucu oluşan RNA moleküllerisayesinde başladığı düşüncesine katılıyordu. RNA bu konuda güçlü bir adaydı, çünkü hem bilgi depolayabiliyor hem de katalizör görevi görüyordu. Kuramı desteklemek için araştırmacılar Dünya’nın erken dönemlerindeki koşullara dayanarak, RNA’nın hangi koşullar altında belirebileceğini göstermeye çalıştı. RNA’nın dört temel yapıtaşından ikisi olan urasil ile sitozinin nasıl ortaya çıkabileceğinin gösterilmesi nispeten kolay oldu. Ancak diğer ikisi olan adenin ile guaninin oluşumu konusunda sorunlar vardı. Yapılan bu son çalışmada, yaşamın başladığı düşünülen zamanın koşulları göz önüne alınarak, adenin ve guaninin oluşabileceği bir senaryo betimleniyor.

Araştırmacılar ilk olarak daha önce yapılmış olan bir çalışmayı geliştirmekle işe başlamış. Söz konusu çalışmada,formamidopirimidin adlı molekülün belli koşullar altında pürinleri oluşturacak tepkimelere girebildiği ortaya konmuştu. Ekip, bir amine (bol miktardaki karbon, azot ve hidrejenden kolayca oluşabilir) asit eklemenin, pürin oluşturacak bir tepkimenin gerçekleşmesini sağlayabileceğini keşfetti. Ayrıca oluşan pürin kolayca formik asit ile bağ yapabiliyor, ki yakın zamanda yapılan araştırmalar formik asitin kuyruklu yıldızlarda bolca bulunduğunu gösterdi.

Bu da şu anlama geliyor: Bir kuyruklu yıldız gezegende doğru yere düşerse, taşıdığı formik asit varolan pürinlerle karşılaşabilir. Böyle bir olay sonucu oluşan tepkimeler, şekerlerle bağların gelişmesine ve dolayısıyla adenin ile guanin de dahil olmak üzere, büyük miktarda pürinin oluşmasına yol açabilir. Bu şekilde, RNA moleküllerinin oluşumu için gereken tüm bileşenler hazır hale gelebilir ve canlı organizmaların gelişeceği ortam kurulabilir.

 


Kaynak:

  • Bilimfili,
  • Phys.org, “Chemists offer more evidence of RNA as the origin of life”
    < http://phys.org/news/2016-05-chemists-evidence-rna-life.html >

İlgili Makale: S. Becker et al. A high-yielding, strictly regioselective prebiotic purine nucleoside formation pathway, Science (2016). DOI: 10.1126/science.aad2808

Sol-Sağ Elli Aminoasitler ve Yaşamın Başlangıcı

Bilim insanları, Dünya’da yaşamı oluşturan aminoasitlere baktıkları ilk zamanlardan beridir ellerinde bir gizem olduğunu biliyorlardır. Kelimenin tam anlamıyla Dünya’daki yaşamın tamamı “sol elli aminoasitler” üzerine kuruludur ve burada “sol el”den kastımız yazı yazmak için kullanılan eliniz değildir.

Yaşamın oluşmasını sağlayan bu moleküller kiraldirler. Bu, basit olarak, her bir molekülün 2 farklı yapıda oluşması anlamına gelir ve bu 2 yapı birbirinin ayna görüntüsü gibidir. Buna yapılarına bağlı olarak bilim insanları tarafından “sol elli” ya da “sağ elli” olarak isimlendirilirler. Bu farklı formlar arasında kimyasal içerik bakımından hiçbir farklılık bulunmaz; ancak fiziksel olarak birbirlerinin tam tersi görünümdedirler. Aşağıda bu durum gösterilmektedir:
Teorik olarak bir sağ elli aminoasit ile sol elli aminoasidi oluşturmak eşit derecede kolay olmalıdır (dolayısıyla bu ikisi her varlık formunda eşit olarak bulunmalıdır) ancak canlılığa baktığımızda, tamamen sol elli aminoasitler üzerine kurulu olduğu görülmektedir.
İşte burada şu soru devreye girer: Neden? Sonuç olarak yapılan tüm biyokimya ve abiyogenez (canlılığın cansızlıktan evrimi) deneylerinde Dünya’nın ilkel koşulları modellenmiş ve neredeyse eşit miktarlarda sağ ve sol elli aminoasitler üretilmiştir.
İşte bu sonuç, bilim insanlarının yaşamın Dünya’da nasıl başladığını net olarak iddia etmekten alıkoyan temel sonuçlardan biridir. Yani deneylerde üretilen aminoasitler ile etrafımızda canlı olarak gördüğümüz yapılardaki aminoasitlerin aynı el düzeninde olmayışı, yaşamın tam olarak nasıl başladığını bilmekten bilim insanlarını alıkoyan nadir nedenlerden biridir.
Meteoritler üzerinde yapılan araştırmalar, bol kayalıklı hazine kutuları içerisinde sol elli aminoasitlerin de bulunduğunu göstermektedir. Bu gerçek, yaşamın (ya da en azından yaşama sebep olacak kimyasalların) evren içerisinde oluştuğu ve sonrasında Dünya’ya (ve belki de başka gezegenlere de) meteor ve kuyrukluyıldız bombardımanları sırasında taşındığına yönelik teoriyi desteklemektedir. Ancak yine aynı önemdeki soruya geliriz: neden sol elli aminoasitler daha yaygındır? Sağ elli aminoasitlerden uzak durulmasına neden olan doğal önyargı neye dayanmaktadır?
Araştırmacılar bu sorunun bir cevabının, bu yapıların ışıkla olan etkileşimlerine bağlı olduğunu düşünmektedirler. Burada devreye dairesel polarizasyon (kutuplanma) konusu girer. Elektriksel polarizasyon, yön bakımından dairesel olarak değişip, şiddet bakımından hiç değişmeyen elektromanyetik alanları tanımlamak için kullanılır. Dairesel rotasyonun yönüne bağlı olarak, ışık bu iki formdan sadece birinin varlığını korumasını sağlıyor olabilir: ve o şanslı form, sol elli aminoasitler olmuş olabilir.
Bu tip bir polarizasyon Akrep takımyıldızının içerisinde bulunan ve 5500 ışık yılı uzaklıktaki Kedi Patisi nebulasında da gözlenmiştir. Japonya’da bulunan Ulusal Astronomik Gözlemevi’nden araştırmacılar bu nebulanın %22’sinin dairsel polarizasyona uğradığını tespit etmiştir. Bu da, dairesel polarizasyonun yıldız oluşumunda önemli bir rolü olduğunu ve bunun sonucunda belli tip bir aminoasit formasyonunun desteklenmesinde önem arz ettiğini düşündürmektedir.
Bu bulgularla uyumlu olarak araştırmacılar, aminoasitlerin oluşumuna neden olan tepkimelerin uzayda da meydana gelebileceğini göstermişlerdir. Eğer ki aminoasitler bu dairesel polarizasyonun merkezinde oluşuyorlarsa, kesinlikle bu polarizasyon tarafından desteklenen kiralite (el yapısı) da, diğer forma göre çok daha fazla miktarda ve sıklıkta oluşacaktır.
Elbette ki buradan anladığımız, Güneş Sistemi’nin oluşumunda sol elli aminoasitlerin desteklenmiş olduğudur. Bu sistem içerisinde oluşan nesneler, içeriklerindeki değerli sol elli aminoasitleri Dünya’ya taşıdıkça, Dünya’da oluşacak olan canlılık da ister istemez sol elli aminoasitler üzerine kurulmuş olabilir. Bu da, canlılar olarak bizlerin neden “sol elli” olduğumuz gerçeğine ışık tutmaktadır.
Burada ufak bir noktanın da altını çizelim: esasında NASA’dan araştırmacılar zaten canlılığın sağ elli aminoasitler üzerine de kurulu olarak, normal şekilde çalışacağını gösteren teorik çalışmalar yapmışlardır (buradan okunabilir). Aynı araştırmalar sırasında, sağ elli aminoasitlerin sonradan ve şans eseri sol elli aminoasitlere dönüştüğü de düşünülenler arasındadır (bunda özellikle meteor çarpmalarının etkisi olduğu düşünülmektedir ve deneysel olarak bu gösterilmiştir). Yani bilim insanlarının yapmaya çalıştığı, sol elli aminoasitlerin neden bu kadar ciddi anlamda baskın olduğunu açıklamaktır. Yoksa sol elli aminoasitler ile sağ elli aminoasitler, canlılığı oluşturmak açısından özlerinde önemli bir farklılık göstermemektedirler. NASA’da araştırmalar yürüten bilim insanları, sağ elli aminoasitler üzerine kurulu bir yaşamın da kolaylıkla varlığını sürdürebileceğini söylemekte; ancak iki formun bir arada bulunamayacağının altını çizmektedirler. Dolayısıyla belki de moleküler seçilim yasaları, ikisini bir arada bulunduranları elemiş olabilir ve dairesel polarizasyondan ötürü daha yoğun olarak bulunan sol elli aminoasitler, yaşamın başlangıcındaki ana form haline gelmiş olabilir.
Bu soru işaretlerinin cevabını gelecekte yapılacak araştırmalar netleştirecektir.
Hazırlayan: ÇMB (Evrim Ağacı)
 
Kaynaklar ve İleri Okuma:

Yaşlanmış Hücrelerden Kurtulmak Yaşam Süresini Yüzde 35’e Kadar Artırabilir

Mayo Clinic’ten araştırmacılar, yaşlanan – artık daha fazla bölünemeyecek olan ve yaşla olduğu gibi kalan – hücrelerin sağlığı negatif olarak etkilediğini ve normal farelerin yaşam sürelerinin yüzde 35 azalttığını gösterdiler. Sonuçlar ve araştırmanın detayları Nature dergisinde yayımlandı.

Araştırmada,vücudu yaşlanan hücrelerden arındırmanın tümör oluşumunu geciktirdiği, doku ve organ fonksiyonlarını korumaya  yardımcı olduğu ve ters etkiler oluşturmadan yaşam süresini uzattığı tespit edildi.

Araştırmanın baş yazarı Jan van Deursen konu ile ilgili yaptığı açıklamada hücresel yaşlanmanın, artık daha fazla bölünemeyecek olan hücrelerin bir anlamda ‘acil freni’ olarak kullandığı biyolojik bir mekanizmadır. Bu hücrelerin bölünmelerinin tutulması ne kadar kanseri önlemek için çok önemliyken, teoriye göre bir kez bu ‘acil freni’ çekildikten sonra bu hücreler de artık daha fazla gerekli olmaktan çıkıyor.

Bağışıklık sistemi, yaşlanan hücreleri düzenli olarak yok etmekte ve öldürmektedir. Ne var ki, bu da zamanla daha az etkili olmaya başlar. Yaşlanan hücreler çevrelerindeki hücrelere de zarar verecek faktörleri üretebilir ve bu vasıtayla kronik inflamasyona sebep olabilir. Bu durum da aslında yaşlanmaya bağlı hastalık ve rahatsızlıkların temel sebeplerinden birisidir.

Mayo Clinic araştımacıları normal fareler üzerinde yaşlanmış hücrelerin ilaç yoluyla yok edilmesini sağlayacak bir transgen (belirli metotlarla sağlıklı biçimde başka bir canlıya aktarılan farklı bir canlı türünün bir geni) kullandılar. AP20187 adlı maddenin belli dozlarda belirlenen aralıklarda verilmesi ile yok edilmesi ile  tümör formasyonu geciktirildi ve birçok organın yaşa bağlı olarak kötüleşmesi azaltıldı. Maddenin uygulandığı farelerin ortalama yaşam sürelerinde yüzde 17 ila 35lik artışlar gözlemlendi. Ayrıca daha sağlıklı görünen ve inflamasyon oranlarında azalma görülen bu farelerin böbrek, kas ve yağ dokularında iyileşme gözlemlendi.

Bu noktada Dr. van Deursen’İn açıklaması şöyle : ” Yaşlanan hücrelerin, canlı da yaşlandıkça birikiyor olması çok büyük olumsuz etkiler yatabilmektedir, organlara ve dokulara ciddi zararlar verebilmekte ve bununla birlikte yaşam süresi ile sağlıklı yaşam süresince ciddi azalmaya sebep olabilmektedir. Ancak negatif yan etkiler oluşturmadan bu hücreleri vücuttan atabilmek mümkün olduğundan geliştirilecek terapilerin burada elde ettiğimiz bulguları -hücrelerin elimine edilmesini sağlayan genetik modelimizi- taklit edeceğini söylemek mümkün. Benzer etkiler gösterebilecek ilaç veya bileşiklerin de yaşlılığa bağlı hastalık, koşul ve kayıpların önüne geçebilecek terapötik etkiler gösterebileceğini umuyoruz. ”

Araştırmacılar sonuçların, insan üzerinde de olumlu getirileri olacak araştırmaların önünü açabileceğini düşünüyor. Mayo Clinic’ten moleküler biyolog Dr. Baker’ın açıklaması ise şöyle : ” Yaşlanan hücreleri hedeflemenin avantaşı şudur; yüzde altmış ila yetmişini temizlemeyi başardığınız zaman ciddi oranda terapötik etki yaratmış oluyorsunuz. Yaşlanan hücreler hızlı biçimde bölünemediğinden -hatta bazıları artık hiç bölünemez- eğer geri çevrilebilirse bir ilaç ile hızlı ve verimli biçimde bu yaşlanmış hücreleri elimine etmek mümkün olabilir. Bu da sonunda sağlıklı yaşam süresinde  öngörülebilir bir artış anlamına gelir.”

 


Kaynak :

  1. Bilimfili,
  2. Darren J. Baker, Bennett G. Childs, Matej Durik, Melinde E. Wijers, Cynthia J. Sieben, Jian Zhong, Rachel A. Saltness, Karthik B. Jeganathan, Grace Casaclang Verzosa, Abdulmohammad Pezeshki, Khashayarsha Khazaie, Jordan D. Miller, Jan M. van Deursen. Naturally occurring p16Ink4a-positive cells shorten healthy lifespan.Nature, 2016; DOI: 10.1038/nature16932