İnsanların Seks ve Uykuyu Birbirine Bağlamalarının 3 Sebebi

Uyku ve seks daima birbirine dolaşık haldedir. Yatak odası; sık sık böylesi bir yakın samimiyet için kişinin evindeki en özel alan durumundadır. Herhangi birisine yatak odasında yapılacak en iyi iki şey nedir diye sorarsanız; vereceği cevabı tahmin edebilirsiniz.

Seks ve uyku arasındaki bu ilişkilendirmenin daha derin bir sebebi olabilir. Indiana University’den davranışsal nörobiyolog Dr. Sue Carter; seks sonrası yayılan bir hormonun biyolojik amaçlar için uykuyu kolaylaştırdığını söylüyor. Birçok ödüllü çalışmaya sahip olan Dr. Carter, stres hormonları ve bu hormonların ilişkileri teşvik etmeye nasıl yardımcı olduğu üzerine çalışmalarıyla ünlüdür ve kendisi “aşk hormonu” olarak bilinen nöropeptid oksitosin üzerine çığır açan çalışmalarıyla bilinir.

Dr. Carter; uyku ve seksin insan türünde çok sıkı bağları olmasının doğuştan gelen sebepleri olduğunu söylüyor. Elbette ki üzerine daha fazla araştırma yapılması gerekiyor, fakat Dr. Carter’a göre; oksitosin ile seks ve seksin uykuyu artırması arasında çok fazla bağ var.

İşte bu bağlardan üçü:

1. İyi bir seks sizi sakinleştirir

Oksitosin sayesinde cinsel ilişki sonrası mutluluk dalgası gelişir.

Orgazm anında yayılan oksitosin hormonu; stresi ve savunma güdüsünü azaltarak korkusuzca hareketi (güveni) güçlendirir. Bu durum da uykuya dalmak için en ideal anı oluşturur.

Geceleri sizi rahatsız eden düşüncelere dalmayan ya da ertesi gün yapmanız gerekenlerin stresine sokmayan bir beyinle yatabilmek; kaliteli bir dinlenme için en uygun zemini oluşturur.

2. Seks hormonları birincil uyku fonksiyonu olan onarımı teşvik eder

Dr. Carter’a göre; cinsel deneyim büyük bir oksitosin dalgasına sebep olur, ancak bu dalga uzun süre devam etmez.

Vücudumuz bir tür tepki halinde oksitosin yayılımı yapar ve bu tepki yüksek oranda rahatlatıcıdır. Örneğin; deliller, oksitosinin farklılaşmamış kök hücrelerini kalbin onarımında görev alan yeni hücrelere dönüştürmeye teşvik ettiğini ortaya koyuyor. Bilindiği gibi onarım uykunun temel görevlerinden birisidir. Tam olarak nasıl işlediği bilinmese de bu olayın hikayenin bir parçası olduğunu söyleyen Carter; bu ikili (seks ve uyku) arasında bu tarz bir ilişkinin de olduğunu düşünüyor.

3. Eğer seksin biyolojik amacı üreme ise, hareketsiz kalmak önemlidir

Normal, güvenli bir ortamda; ayak kıvrılmasıyla gelen orgazm ile salınan oksitosin güven duygusunu artırır. Ve bu durum kadınlarda daha yaygın olarak bir hareketsizlik hali oluşturur.

Söz konusu seks olduğunda fizyolojik amaç; üremedir. Ve eğer bir kadın hala pozisyonunu koruyorsa, bu amaç daha etkili bir şekilde başarılır. Çünkü hareket etmek spermin yumurtaya erişim sürecinde kaybolma ihtimalini güçlendirir ve yumurtaya ulaşma zamanını artırır. Öte yandan hareketsiz kalmak ise, spermin kaybolma ihtimalini düşürür ve daha kolay bir ulaşım ortamı sağlar.

Ek olarak; Dr. Carter; cinsel davranışın ovulasyon (yumurtlama) hormonlarını yayabileceğini söylüyor; seks eylemi, yumurtaların yumurtalıktan yumurta kanalına yollanmasını tetikler. Bu durum; “uyarılmış ovulasyon” olarak isimlendirilir ve birçok türde yaygın olarak görülür.

Oksitosinin biyolojisi, üremeyi kolaylaştıran bazı mekanizmalara ihtiyaç duyar. Ve bu kolaylaştırmalardan birisi de hareketsizliktir ve elbetteki uyku böylesi bir hareketsizlik için ideal durumu oluşturur.


Kaynak:

  • Bilimfili,
  • Van Winkle’s, “Three Reasons Why People Evolved To Connect Sex and Sleep”, https://vanwinkles.com/what-the-love-hormone-can-teach-us-about-sex-and-sleep

Ölüm Hakkında 5 Şaşırtıcı Bulgu

Benjamin Franklin’in meşhur sözüyle başlayalım: Bu dünyada ölüm ve vergiler dışındaki hiçbir şeyin kesin olduğu söylenemez. Çok azımız vergileri heyecan verici bulur, ama ölüm— sadece düşündüğümüzde bile— bizi çok farklı yönlerde derinden etkiler.

Ölüm üzerine yapılmış birçok araştırma vardır. Bu yazıda da, ölüm ile ilgili belki de farkında olmadığınız 5 şaşırtıcı gerçeği sizinle paylaşacağız.

1. Ölüm Kokusu 

Ölü bir bedenin kokusunun tarif edilmesi oldukça zordur, ama neredeyse herkes bu kokunun kötü olduğu konusunda hemfikirdir. İnsan vücudunun bozuması sırasında çıkan koku, 400’den fazla uçucu kimyasal bileşik içerir.

Bu uçucu bileşiklerin birçoğuna diğer hayvanların bozunması sırasında da rastlıyoruz. Fakat, yapılan araştırmalarının gösterdiğine göre; insan vücudunun çürümesi sırasında, su ile reaksiyon verip alkol ve asit oluşturan organik bileşikler olan esterler açığa çıkıyor. Bu esterler hayvanlar içerisinden yalnızca insana özgü. Bu esterlerle ilgili enteresan olan şey ise, aynı zamanda özellikle çürümüş meyvelerde de rastlanıyor olması. İnsan bedeninin çürümesi sırasında yaydığı ve genellikle mide bulandırıcı derecede tatlı olarak tarif edilen kokunun sebebi de bu  esterlerdir.

2. Ölümden Sonra Uzayan Kıllar ve Tırnaklar

Ölümden sonra saçların ve tırnakların —en azından bir süre— uzadığını mutlaka duymuşsunuzdur. Gerçekten de, özellikle kısa bir süre sonra açılan mezarlardaki bedenlerin saçlarının, erkek ise sakallarının, ve tırnaklarının uzadığı görülmüştür. Fakat bu tamamen bir illüzyon.

Aslında, öldükten sonra tırnaklar ve kıllar uzamaz. Bu yanılgıya kapılmamızın sebebi vücudun su kaybı yüzünden büzüşmesidir. Bu durum, saçları ve tırnakları daha uzun gösterir. Ölümden sonra, saç kökü ve deri altındaki tırnak matriksi canlı kalsa bile, saç ve tırnakların uzaması için hormonal sistem gereklidir.

3. Telomer Uzunluğu ve Yaşam Süresi

Uzunca bir süre, insan hücrelerinin ölümsüz olabileceğine, ve doğru çevresel koşullar altında sonsuza kadar kendini yenileyebileceğine inanıldı. Fakat, 1961’de keşfedildiği üzre; 50 ila 70 bölünmeden sonra hücreler yenilenmeyi kesiyorlardı. 1961’den on yıl sonra da, hipotez daha da geliştirildi: telomerler her bir bölünmeden sonra daha da kısalıyorlardı, ve belirli bir kısalığa geldiklerinde bölünme duruyordu ve hücreler ölüyordu.

O günden beri, telomer uzunluğunun yaşam süresinin tahmininde kullanılabileceği ile ilgili deliller daha da arttı. Fakat, henüz kısalan telomerlerin yaşlanmadan mı yoksa yalnızca bir semptomdan mı kısaldığı net değil.

4. Ölüm Korkusu Yaşlandıkça Azalıyor

İnsanın ölüme yaklaştıkça daha fazla ölümden korkmasını beklersiniz, değil mi? Fakat, yapılan araştırmalar bu durumun tam tersini öne sürüyor. Amerika’da yapılan bir çalışmaya göre 40’lı ve 50’li yaşlardaki insanlar, 60’lı ve 70’li yaşlardaki insanlara göre ölümden daha çok korkuyorlar. Ayrıca benzer bir şekilde yapılan başka bir araştırmaya göre; 60’lı yaşlarındaki insanlar orta yaşlı insanlara ve gençlere göre daha az ölüm endişesi taşıyorlar. Bir diğer çalışmaya göre de, ölüm endişesi 20’li yaşlarda en üst noktasına ulaştıktan sonra yıllar geçtikçe azalıyor.

5.  Ölüm Hakkında Düşünmek, Bizi Önyargılı Yapıyor

Ölümü düşünmenin insanların fikirlerinde ne gibi değişikliklere yol açtığı üzerine, geçtiğimiz 20 yılda yapılmış 200’den fazla çalışma bulunuyor.

Araştırmaların sonuçlarına göre, ölüm hakkında düşünmek — daha sıradan şeyler ve hatta diğer endişe kaynakları hakkında düşünmeye kıyasla— insanları ırkçılara karşı daha toleranslı, hayat kadınlarına karşı daha kaba, yabancı ürünleri tüketmeye daha az istekli ve hatta liberalleri daha az LGBT hakları destekçisi yapıyor.

Fakat, ayrıca ölüm hakkında düşünmek insanları daha çok çocuk sahibi olmaya ve kendinden sonra çocuklarına adının verilmesi isteklerine itiyor. Başka bir deyişle, ölüm hakkında düşünmek bizi sembolik ölümsüzlükleri takip etmeye yönlendiriyor. Ayrıca yine ilginç bir şekilde, ölüm ile yüzleşince Tanrı ve ölümden sonra yaşam inancı, dinsiz insanlarda artış gösteriyor.

 


Kaynak:

  • Bilimfili,
  • Jonathon Jong (December 9, 2015), Five surprising findings about death and dying, Science Alert Retrieved on 3 January 2016 from http://www.sciencealert.com/five-surprising-findings-about-death-and-dying
  • E. Rosier , S. Loix , W. Develter , W. Van de Voorde , J. Tytgat , E. Cuypers The Search for a Volatile Human Specific Marker in the Decomposition Process PLOS ONE  Published: September 16, 2015DOI: 10.1371/journal.pone.0137341
  • Fick LJ, Fick GH, Li Z, Cao E, Bao B, Heffelfinger D, Parker HG, Ostrander EA, Riabowol K. Telomere length correlates with life span of dog breeds. Cell Rep. 2012 Dec 27;2(6):1530-6. doi: 10.1016/j.celrep.2012.11.021.
  • Heflick NA, Goldenberg JL. No atheists in foxholes: arguments for (but not against) afterlife belief buffers mortality salience effects for atheists. Br J Soc Psychol. 2012 Jun;51(2):385-92. doi: 10.1111/j.2044-8309.2011.02058.x. Epub 2011 Oct 13.

Nihayet: İnsan Kopyalama (Klonlama)

Araştırmacılar klonlanmış insan embriyosundan kök hücre elde etmeyi başardıklarını duyurdular, Science editörleri bunun uzun zamandır beklenen bilimsel bir devrim olduğunu ve yılın buluşu olacağını söylediler.
Onlarca başarısız girişimden sonra nihayet gerçekleşti. Araştırmacılar bu yıl klonlanmış insan embriyosundan elde edilen ve uzun süre canlı kalabilen embriyonik kök hücre elde edebildiklerini duyurdular. Klonlanan hücre ile mükemmel genetik uyum sağlayan herhangi bir dokuda geliştirilebilen embriyonik kök hücreler, araştırma ve tıp alanında güçlü bir enstrüman olduklarını kanıtlıyorlar. Ancak embriyoların yok olması ve kök hücre üretimi için insan klonlamanın daha ucuz ve kolay bir teknik olarak rakip olabilmesi ve standart haline dönüşebilmesi endişe verici.
Klonlama tekniği 17 yıl önce kopya koyun Dolly’de kullanılan ve “somatik hücre çekirdeği transferi” (SCNT) olarak isimlendirilen yöntemle aynı. Bilim adamları bir yumurta hücresinin çekirdeğini çıkarıyorlar ve geriye kalan hücre içeriği ile klonlanacak katılımcıdan alınan hücreyi kaynaştırıyorlar. Sonra kaynaşmış yumurta hücresine bölünmeyi başlatacak bir sinyal veriyorlar ve eğer herşey yolunda giderse bir embriyo gelişiyor. Bilimadamları SCNT tekniği ile fare, domuz,köpek ve diğer hayvanları klonladılar ancak insan hücreleri üzerinde çalışılmak için biraz daha nazik olduklarını gösterdi. Uzun yıllar süren çeşitli denemeler düşük kaliteli embriyolardan başka bir şey getirmemiş ve embriyolojik kök hücre üretilememişti.
Ancak Beaverton’ daki Oregon Ulusal Primat Araştırma Merkezi’de araştırmacılar 2007 yılında nihayet bir maymun emriyosu klonlamışlar ve embriyolojik kök hücre üretmişlerdi. SCNT tekniğinde yaptıkları birkaç küçük değişikliğin, yöntemi primat hücrelerinde ve hatta insan hücrelerinde daha etkili hale getirdiğini keşfettiler. Son yöntem sürpriz biçimde iyi çalışmış, 10 denemenin birinde emriyolojik kök hücre elde etmişlerdi. Narin insan yumurta hücrelerinde çok önemli molekülleri stabilize eden anahtar madde kafein gibi görünüyordu.
Tekniğin uzun dönemde ne kadar önemli olacağı hala cevaplanmamış bir soru. İlk insan klonlama çalışmalarından bu yana geçen yıllarda, araştırmacılar indüklenmiş pluripotent kök hücrelerdeki (İPS hücreler)yetişkin hücreleri yeniden programlayarak, hastaya has kök hücre üretebileceklerini buldular. Bu metot 2007’de insan hücrelerine adapte edilmesiyle,  SCNT tekniğinin pahalı ve tartışmalı olması yüzünden insan yumurtasına ve insan embriyosu geliştirilmesine ihtiyacı ortadan kaldırdı.  Fakat bazı tecrübeler gösterdi ki, en azından farelerdekiler, klonlanmış embriyolardan elde edilen kök hücreler İPS hücrelerden elde edilenlerden daha kaliteli. Şimdi araştırmacılar 2 tip insan kök hücresini yan yana tam bir karşılaştırma yapmak istiyorlar.
Bu ilerlemeler elbette klonlanmış bebekler konusunda endişeleri artırıyor. Fakat şu anda pek muhtemel görünmüyor. Ne yazık ki Oregon’daki araştırmacılar yüzlerce denemede elde edilen klonlanmış maymun embriyolarının hiçbirinin taşıyıcı dişilerde gebelik oluşturmadığını söylüyorlar.
Kaynak:
  • Science
  • Human Cloning at Last Science 20 Dec 2013: Vol. 342, Issue 6165, pp. 1436-1437 DOI: 10.1126/science.342.6165.1436-a

Un Kurtları Plastikleri Tüketebiliyor

Çöpler büyük bir sorundur. Pek çoğumuz geri dönüştürmeye yardım etmek için üzerimize düşeni yapsak da, sadece ABD’deki geri dönüştürülemeyen ve atılmış plastik miktarı, tek kullanımlık kahve bardakları gibi şeyler yüzünden (Amerikalılar tarafından her yıl bunlardan 2.5 milyar tane atılıyor) yıllık 30 milyon tona yaklaşıyor.

Araştırmacılar şimdi ilk kez, bir hayvanın bağırsağında bulunan bakterinin, biyolojik öğelerin yardımıyla plastiği güvenli bir şekilde çözebileceğini ve muhtemelen katı atık sahasındaki veya başka herhangi bir yerdeki plastiğin çevreye olan etkisini azaltmaya yardımcı olabileceğini, detaylı kanıtlar elde ederek keşfettiler. Söz konusu hayvan kim mi? Naçizane un kurdu..

ABD’deki Stanford Üniversitesi ve Çin’deki Beihang Üniversitesi’nin liderlik ettiği araştırmacılar, un kurdunun (Tenebrionidae böceğinin larva hali) Strafom ve diğer polisitren türleri ile beslenerek güvenli bir şekilde hayatını devam ettirebileceğini, çünkü kurdun bağırsaklarında bulunan bakterinin, sindirim işleminin parçası olarak plastiği biyolojik olarak çözdüğünü buldular. Bulgular önemli çünkü daha önce bu maddelerin biyolojik olarak çözünemeyeceği düşünülüyordu ve bu da sonunda atık sahasına atıldıkları anlamına geliyordu (veya daha kötüsü, okyanuslara atılarak on yıllar boyunca birikiyorlardı).

Tezin eş yazarı, Stanford Üniversitesi’nde İnşaat ve Çevre Mühendisliği Bölümü’nde kıdemli bir araştırma mühendisi olan Wei-Min Wu, bir ifadesinde şöyle söyledi: “Elde ettiğimiz bulgular, küresel plastik kirlenmesi sorununu çözmede yeni bir kapı açtı.”

Çalışmada, 100 un kurdu her gün 34 ile 39 miligram arası Strafom yedi ve bunların yaklaşık yarısını karbondiokside, boşalttıkları diğerlerini de biyolojik olarak çözünmüş gübreye dönüştürdü. Plastik ile beslenirken sağlıklı kaldılar ve görünüşe göre dışkıları, mahsuller için gübre olarak kullanılmak üzere güvenliydi.

İnsanların her yıl tükettiği plastik miktarıyla karşılaştırıldığında, un kurtlarının atık ürünlerimizi işleme verimi kulağa fazla gibi gelmeyebilir, fakat ileride yapılacak araştırmalar sayesinde plastikleri çözmek için daha güçlü enzimler üzerinde mühendislik yapabilir ve polipropilen, mikroboncuklar ile biyoplastikler dahil diğer dayanıklı plastik türlerini işleyebiliriz.

Araştırmacılar ayrıca un kurdunun denizde yaşayan bir benzerinin olup olmadığını bulmaya çalışıyorlar, çünkü dünya okyanuslarındaki yüz binlerce plastik, şu an bir çevre endişesine sebep oluyor.

Araştırmayı idare eden inşaat ve çevre mühendisliği profesörü Craig Criddle, şöyle söylüyor: “Gerçekten önemli araştırmaların tuhaf yerlerden çıkma ihtimali var. Bazen bilim bizi şaşırtıyor.”

Kaynak:

  • Bilimfili,
  • Yu Yang, Jun Yang, Wei-Min Wu, Jiao Zhao, Yiling Song, Longcheng Gao, Ruifu Yang, and Lei Jiang Biodegradation and Mineralization of Polystyrene by Plastic-Eating Mealworms: Part 1. Chemical and Physical Characterization and Isotopic Tests Environ. Sci. Technol., 2015, 49 (20), pp 12080–12086 DOI: 10.1021/acs.est.5b02661 Publication Date (Web): September 21, 2015

Bütün İnsanların, Yarasaların, Kedilerin, Balinaların ve Farelerin Son Ortak Atasıyla Tanışın!

190 ton ağırlığında olup yüzmeye harikulade uyum sağlamış olan mavi balinalar, plasentaya sahip memelilerdir. “Memeli” olması, annelerin bebekleri doğduktan sonra onları sütle beslediği; “plasentaya sahip” olması ise, annelerin, bebekleri doğmadan önce onları bir plasenta aracılığıyla beslediği anlamına gelir. Plasenta, bir taraftan oksijenin ve besinlerin karşılıklı olarak alınıp verilmesini sağlarken diğer taraftan kan değiş tokuşunun önüne geçer.
1.5 gram ağırlığında olup uçmak için güzel bir şekilde uyum sağlamış olan yabanarısı yarasası da plasentalı bir memelidir. Tıpkı bizim gibi. Ayılar, karıncayiyenler, zürafalar, sincaplar, armadillolar, gergedanlar, tavşanlar, deniz ayıları ve pangolinler de öyle.
Harika boyut ve şekil çeşitliliklerine sahip tüm bu canlılar, dinozorların çoğunu bitiren kıyametten birkaç yüz bin yıl sonra yaşamış olan küçük, sessiz, hızlı bir şekilde kaçan ve böcek yiyen bir canlıdan evrimleşmişlerdir.
ABD’li bilim insanlarından oluşan bir ekip, bu atasal plasentalı hayvanın modelini, olağanüstü bir detay seviyesinde, yakın bir zamanda yeniden inşa ettiler. Ağırlığının ne kadar olduğunu, ağzında bulunan öğütücü diş sayısını, sperminin şeklini ve boynundaki atardamarın gittiği yolu tahmin ettiler. Canlının herhangi bir fosili olmamasına rağmen yapılan tahminler, o hayvanın neslinden gelen ve bazıları hâlâ hayatta olup bazılarının soyu tükenen 80 adet canlıdan elde edildi.
Bu arada, kaynaklarımdan birinin bana göndermiş olduğu (Oldenburg Üniversitesi’nden Olaf Bininda-Emonds) ve bu iş için tam olarak ne kadar çaba harcandığını anlatan bir açıklamayı sizlerle paylaşmak istiyorum.
İnceleme yapmak için ekip, 86 farklı türün iskeletini 4.500’den fazla anatomik özelliğe göre değerlendirdi. Onların doldurmak zorunda oldukları o kocaman tabloyu bir düşünün. İşte Bininda-Emonds’un açıklaması:
“Çalışmayı kesinlikle müthiş buluyorum. Topladıkları özelliklerin veri düzeyi inanılmaz ve DNA dizilim verisiyle birleştirildiği zaman, günümüze değin olan plasentalı memeliler içindeki evrimsel ilişkilere dair, şüphesiz, en iyi tahminlerden birini sağlıyor.”
Yaklaşık 90 farklı tür için 4.500’den fazla özelliği kodlamanın ne kadar inanılmaz bir iş yükü olduğunu farklı bir açıdan anlatmam gerekirse, bir keresinde (yüksek lisans projem için) 35 türün “sadece” 200 tane özelliğine bakmıştım ve bu, çeşitli tarih müzelerinde 6 hafta boyunca günde sekiz saatten fazla aralıksız oturmamı gerektirmişti. Epey meşakkatli ve bir o kadar da sıkıcı bir işti.
Buna rağmen sonuçlarda görünmeyen şey, öncelikle, 4.500 özelliğe ulaşılırken ortaya konan gayret. Sadece özellik listesinin kendisine ulaşmanın bile ne kadar uzun yıllar sürdüğüne dair hikayeler duymuştum. Bu inanılması zor görünüyor fakat onların, bir özellik listesine ve bir yabanarası yarasasından bir mavi balinaya ve aradaki tüm tuhaf ve harika şekillere (örneğin kunduzlara, fillere, ayıbalıklarına, tembel hayvanlara, mirketler hatta insanlara) kadar her şeye uyan özellik tanımlarına ulaşmış olduklarını unutmamanız lazım. Bunlar, denenecek ve özetlenecek pek çok çeşitlilik demek.
Tüm bunlar yetmezmiş gibi, çoğu kez birçok dedektif işi yapmaları gerekiyordu çünkü aynı yapı, genelde belirli bir taksonomik gruba özgü olan isim/tanımlama ile birlikte yeri geldiğinde yarım düzine başka adla bilinebiliyordu. Bu yüzden, deniz aygırına benzeyen bir hayvandaki bir kalça kemiğinin üzerinde bulunan belirli bir çıkıntının, bir yerdomuzunun kalça kemiğindeki benzer bir konumda bulunan bir yükseltiyle, evrimsel olarak,  aynı yapı olup olmadığına karar vermeye çalışırken de ortada epey bilim dönüyordu! Ve eğer aynı yapılarsa, onu ne olarak adlandırmak lazımdı?”
 
 
Düzenleyen: AŞ (Evrim Ağacı)
Kaynak:
  1. NatGeo
  2. O’Leary MA, Bloch JI, Flynn JJ, Gaudin TJ, Giallombardo A, Giannini NP, Goldberg SL, Kraatz BP, Luo ZX, Meng J, Ni X, Novacek MJ, Perini FA, Randall ZS, Rougier GW, Sargis EJ, Silcox MT, Simmons NB, Spaulding M, Velazco PM, Weksler M, Wible JR, Cirranello AL. The placental mammal ancestor and the post-K-Pg radiation of placentals. Science. 2013 Feb 8;339(6120):662-7. doi: 10.1126/science.1229237.

Milyonlarca Yıllık Evrimin Meyvesi : Beyin üzerine birkaç not

Picture 009

‘İnsan beyninin bu hale gelebilmesinde evrimsel süreçlerin rolü ne oldu?’ diyecek olursak bunu bir yazıda özet halinde bile ancak tek bir yönüyle inceleyebiliriz. Çünkü biyolojik evrim çok yönlü ve bu nedenle çok farklı bilim disiplinleri tarafından incelenen bir olgudur. Biz konumuz dâhilinde insan beyninin evrimine göz atalım.

Afrika, insanın evrimsel sürecinde rolü çok büyük olan bir kıta… Çünkü görünüşe bakılırsa insan evrimi açısından Afrika’da geçen süreç oldukça zengin olmuş. Burada evrimini sürdürürken, insan ve insanlar erken dönemlerinde Afrika dışına çıksa da, bu türler (Homo erectus ve neanderthalensis gibi) zamanla yok oldu[1]. Homo sapiens’in –günümüzde varlığını devam ettiren tek insan türü, yani bizler- ise yaklaşık 60 bin yıl kadar önce kadar Afrika dışına göç etti[2].

Afrika’da yapılmaya sistematik bir şekilde devam edilen –hiçbir bölge atlanmayacak şekilde sıralı ve programlı- kazılarda[3] insanın yakın dönemdeki ataları olan cinslerden çok fazla mesaj edinebiliyoruz: Gerek iskeletler, gerekse de aletler… Yapılan bu aletleri takip ederek insan beyninin gelişmesinin takip edilebileceğini düşünebiliriz. Zaten böyle düşünen bilim insanları da bu konuda çalışmalar yapmış, bu alet kullanım dönemlerini dönemlendirerek insan gelişimini incelemek istemişlerb. Alet kullanımını incelemeyen araştırmaları paleontolojik olarak yapılan kafatası incelemeleriyle pekiştirerek insan beyninin evrimi konusunda yeni bulgular bulmaya başlamışlar.

İnsansılar, 6 milyon yıl önce şempanzeler ile olan ortak atalarından, yani Hominini oymağını oluşturan soydan, Hominina alt oymak soyu oluşacak biçimde ayrıldı. Bu soydaki ortaya çıkan bazı türler sürekli iki ayak üzerinde (bipedal) hareket ve alet kullanmaya yatkın uzuvlara sahipti ki, bu durumun oluşması için şempanzeler ve Hominina’ların bu farklı özellikler için seçilimsel ve/veya nişsel farklılıklar içeriyor olması gerektiğini varsayabiliriz. Bunun yanında Hominina ve insan soyunun diyetinin farklılaşmasıyla beyin yapısı da gelişmeye devam etti. Bu gelişim et yemesi ile –son 3 milyon yıldır ise bu diyete nişasta eklenmesinin de etkili olduğu düşünülüyor[4]– oldukça hızlandı. Aynı zamanda genetik olarak yapılan çalışmalar ise primatların beyinlerinin diğer memeli soylarından daha hızlı gelişebilmesini bazı pozitif seçilimler sonucu oluşan genetik materyallere yoruyorlar[5].

Diğer türlerinkinden farklı olmayan evrimsel mekanizmalarla geçen süreçte -mutasyon, rekabet, seçilim, adaptasyon vs.- insan evrimleşerek günümüze geldi. Fakat diğer türlerden farklı olarak beyin fonksiyonları diğer türlere göre çok farklıydı. Çevreye uyumunda onu benzersiz kılan düşünsel süreçlere sahipti. Aletler yapıyor, gruplarını koordineli tutabilecek ve sosyalliğine yol açacak iletişim yolları öğreniyordu.

Genetik araştırmalar, sinir sisteminin oluşumunda beyin gelişiminde zenginleşen gen ifadelerine sebep olan gen duplikasyonlarında (bir genin ikinci bir kopyasının oluşması, çiftlenme) insana özgü olanlarını ortaya koymuş durumda. Bununla birlikte bu gen ifadelerinin sonuçlarının beyinde nasıl işlevlendiği hala bilinmiyor. Bir örnek vermek gerekirse, insana özgü olan SLIT–ROBO Rho GTPase-activating protein 2(SRGAP2) geni kortikal (beyin kabuğuna bağlı) gelişimle alakalı bir gen. Araştırmacıların iddiasına göre bu gen memeli atalarımızın genlerine antagonist (karşılıklılığı tamamlayıcı) çalışıyor. Böylece bu genin ifadesinin artması insan nöronlarındaki sinirsel iletimin girdilerin sayısını arttırarak, nöronlara (sinir hücreleri) girdi almada ve bilgi işlemede daha esnek olmalarını sağlıyor. Bu değişim bilinç, öğrenme ve hafıza üzerinde önemli bir etkiye sahip olabilir. Not düşmek gerekir ki, bu duplikasyon etkinliğinin zamanı ile insan evriminde neokorteks (beynin en dış tabakası) oluşumu ve insanın davranışlarının değişikliğe uğradığı zamanlar birbirleriyle bağlantılı.[6]

Ersin ErsözlüBeynimizi bedenimizden ayrı düşünemeyeceğimize göre; insan evriminde, türün bedeninde olan değişiklerin beynin evrimine olan etkilerine de örnek vermek gerekiyor. Beslenme biçiminin (diyet) beynin gelişiminde rol aldığını söyledik, peki ya bedenin buna verdiği tepkiler nasıl olmuştu ve bu tepkiler beynin evrimini nasıl etkiledi? Soruyu cevaplamak için diyeti şimdilik bir kenara bırakalım, insanın diğer primatlarda daha fazla yağ dokusuna sahip oluşu, deri yapısının ve oranının farklı oluşu bazı araştırmacıların hipotezine göre[7], türün kıtlık koşullarında dahi yaşamasına izin vermiştir. Kas dokusu açısından ise bonobolar en önde geliyorlar. Özellikle ağaçlara tırmanmada ve ağaçta sallanmada gerekli olan vücudun üst bölümündeki kaslar incelendiğinde, bu kasların insanın iki ayaklı hareketinin gerekliliğini oldukça azaltmış bir kas grubu olduğunu söyleyebiliriz. Bu yeni bulgular ile biliminsanları, beynin ve alet kullanmanın türü şekillendirmesinden bile önce doğal seçilimin H. Sapiens’in yumuşak dokularını –yağ, kas- şekillendirdiği görüşünde. Yumuşak dokular hakkında fosillerden bilgi alınamadığından farklı yöntemler izlenmesi gerekmiş. Bize genetik olarak en çok benzeyen cins olan Pan (bonobo ve şempanze türlerini içerir) ile yapılan araştırmada, insan ile bonoboların yumuşak dokularının karşılaştırmasına bakarak beden işlevi ve kompozisyonuna bakarak insanın evrimi üzerine yeni bir kavrayış geliştirmek amaçlanmış.[8] Bu bulguların, çalışmaya göre, Homo cinsine etkileri ise şu şekilde olmuş: Deride ter bezleri oluşması sonucu uzun süreli fiziksel kondisyon kazanmış, derideki –palmar bölgedeki- kıllarını kaybetmesiyle ise duyusal (sensöryal) kapasitesinin arttırarak çevresiyle iletişimini arttırmıştır. Aynı zamanda Homo’nun yağ oranının artmasıyla, dişinin gebelik döneminde plasentasında gelişen emriyonun daha büyük beyin geliştirebilme kapasitesine sahip olması sağlanmıştır.[9]

Başka bir tartışma da beynin yapısını oluşturan nöronlar üzerine yapılabilir. Beyin, böbrek ve kas dokusundaki beş binden fazla lipidi (yağ molekülü) karşılaştıran bir araştırmaya kadar insan beyninin lipit yapısının diğer memeli türlerinden farklı olduğu bilinmiyordu. Lipitler özellikle beyinde oldukça işlevsel çünkü hücre zarının lipit yapısında olduğu ve hücresel iletimi hücre zarının gerçekleştirdiğini biliyoruz. demiştik yazının başında. Araştırmacılar insan ve şempanze soylarının 6 milyon yıl önce ortak bir atadan ayrılmasına dayanarak beyin yapısının farklılaşmasının bu iki türde aynı olmasını beklediler. Sonuçta ise insan beyninin ilkel (primitif) bir parçası olarak görülen beyincikdeki (Cerebellum) lipit yapıları –bu araştırmada yoğunluk incelenmiş- tüm omurgalılarda olduğu gibi bu iki türde de benzer çıktı. Fakat insan ve şempanzenin neokortekslerindeki lipit yapısının ortak ata ile karşılaştırılması sonucunda insanlarda, şempanzelerden üç kat daha fazla farklılık olduğunu gördüler.[10]

Bu mekanizmaları anlamak beynin evrimini anlamak için tek başına yeterli olmayacaktır. Atalarımızın evrimini bütünsel bir şekilde; bedenini, çevresini ve sosyal yapılarını göz önüne alırsak insan bilincini oluşturan ve geliştiren etmenleri daha iyi anlayabiliriz.

 

Yazar: Ersin Ersözlü, İTF ÇAPA, Bilimin Sesi

Düzelti ve yayına hazırlayan: Umut Can Yıldız, Boğaziçi Ü., Bilimin Sesi

 

Yazardan notlar:

a:Bir örnekle bu kazılardan güncel olan birini inceleyebileceğiniz bağlantı:http://www.theatlantic.com/science/archive/2015/09/homo-naledi-rising-star-cave-hominin/404362/

b:Bu konu yazımızın konusu dışına çıktığından daha fazla açmaya gerek yok. Fakat bu konuda ileri okuma yapmak isteyen arkadaşlar Bilim ve Gelecek Dergisi’nin Şubat 2016 sayısının kapak konusunu (Araçların Evrimi) inceleyebilirler.

* Geçtiğimiz hafta sonu ODTÜ’de yapılan 10. Aykut Kence Evrim Konferansı’da çok değerli sunumlar yapıldı. Orada, İTF Nöroloji ABD’den Hakan Gürvit hocamız ‘insan beyninin evriminde plastisite’ konulu bir sunum yaptı. Sanıyorum konferansta yapılan sunumları yakın zamanda evrimagaci.org adresinden bulabilirsiniz. İlgilenen arkadaşlara öneririm.

*Yazının konusu hakkında kapsamlı bir belgesel önerisi: http://www.youtube.com/watch?v=cgg0bhfNjo0

 

Kaynakça:

[1] https://en.wikipedia.org/wiki/Early_human_migrations

[2] https://en.wikipedia.org/wiki/Recent_African_origin_of_modern_humans

[3] http://biliminsesi.org/paleo-diyeti/

[4] http://biliminsesi.org/paleo-diyeti/

[5] http://www.nature.com/nrn/journal/v6/n2/full/nrn1620.html

[6] http://www.nature.com/nrg/journal/v13/n7/full/nrg3266.html

[7] http://www.sciencemag.org/news/2015/06/why-humans-are-fat-primate

[8] http://www.pnas.org/content/112/24/7466.full

[9] http://www.pnas.org/content/112/24/7466.full

[10] Andrea Alfano Big Role for Fat in Brain Evolution Scientific American Mind 26, 17 (2015) Published online: 11 June 2015 | doi:10.1038/scientificamericanmind0715-17

Babunlar Sosyal İlişkilerini Tıpkı İnsanlar Gibi Düzenliyorlar

Yeni yapılan bir araştırma; Güney Afrika babunlarının vakit geçirmek için kendilerine benzer karakterdeki, aynı yaştaki ve topluluktaki baskınlık derecesine göre akranlarını seçtiklerini ortaya çıkardı. Bu durum; “homofili”ya da “aynıların sevgisi” olarak biliniyor.

University of Cambridge ‘den bir araştırma ekibi; daha önce yaptıkları bir çalışmada belirli bir karakter tipi ve yaştaki –daha cesur ve genç– babunların yiyecek bulma sorunlarına dair çözüm üretmede “bilgi geliştirici”olmaya daha yatkın olduklarını ortaya koymuşlardı. Ekip; bu durumun yeni sosyal bilginin geniş topluluğa aktarımına dair bir bariyer özelliği gösterebileceğini söylüyor.

“Bilgi geliştiriciler” zamanlarının büyük çoğunluğunu topluluktaki benzer babunlarla geçiriyorlar. Araştırmacılar bu durumun bir riske sahip olduğunu ve zamanla elde edilen bilginin diğer bilgi üreticilerle sınırlı kalacağını ve bu yüzden de bilginin geniş topluluğa yayılması ihtimalini düşüreceğini söylüyorlar.

Araştırma ekibi; 2009’dan 2014 yılına kadar her yıl birkaç ay boyunca Namibya Tsaobis Doğal Parkı‘ndaki iki babun topluluğunun davranış biçimlerini gözlemledi. Babunların sosyal bağ yapılarını gözlemleyen çalışma Royal Society Open Science ‘da yayımlandı.

University of Cambridge Zoology Bölümünden Dr. Alecia Carter:

“Bu iki büyük grup içerisindeki zamanla oluşan sosyal bağlar genellikle yaş, baskınlık derecesi, karakter gibi özelliklere göre şekilleniyor. Bu durum insanlarda da böyle gerçekleşiyor. İnsanlar da kendi gelir seviyesindeki, aynı inançtaki, eğitim seviyesi vb. parametrelere uygun insanlarla takılıyorlar. Bu durum özellikle de babunlardaki ile aynı diyor.

“Cesaret” gibi karakteristik bir özelliği test etmek için, araştırmacılar babunlar için alışılmadık türdeki yiyecekleri iki topluluğun ortak kullandığı bir bölgeye yerleştirdiler. Bu uyaran (yiyecekler); haşlanmış yumurta ve kırmızı ya da yeşil renge boyanmış küçük ekmek parçaları içeriyordu. Ekip daha sonra yeni yiyecekleri araştırmaya harcanan zamanı ölçtü ve babun topluluklarının üyelerinin cesaret derecelerini belirlemek için yiyecekleri yeyip-yemediklerini gözlemlediler.

Araştırmacılardan Dr. Guy Cowlishaw:

“Analizlerimiz ilk olarak daha cesur ve daha korkak babunların bu karakterlere sahip diğer babunlarla ilişki kurmaya daha yatkın olduklarını gösterdi. Şempanzelerden lepisteslere kadar diğer hayvanlar arasında yapılan geçmiş çalışmalar; topluluktaki benzer karakterleri gösteren diğer bireylerle vakit geçirmenin bireyler arası işbirliğini geliştirebildiğini ortaya ortaya koymuştu” diyor.

Dr. Carter:

“Babunların cesaret için neden homofili gösterdikleri belirsiz, ancak kalıtsal bir özellik olabilir ve gözlemlediğimiz örnekler aile birlikteliklerini yansıtıyor” diyor.

Dişilerin “damat” tercihlerinde cinsiyet, sosyal etkileşimde belirli bir engel teşkil etmiyordu. Bu, kısmen, üremek için yapılan cinsel birleşmelerin nedenidir, fakat aynı zamanda da, dişilerin yavrularının hatrına belirli erkeklere yaranmalarındaki bir taktiktir.

Dr. Carter:

“Güney Afrika babunu erkekleri genellikle rakiplerinin yeni doğan bebeklerini öldürürler (infantiside). Dolayısıyla dişi babunlar baba tanımlaması noktasında olabildiğince kafa karışıklığı yaratmak için ortalıkta dolaşırlar ve önüne gelenle cinsel ilişkiye girerler, böylelikle de erkekler kendi bebeklerini mi yoksa rakiplerinin bebeklerini mi öldürmeye teşebbüs ettikleri noktasında müthiş bir karmaşa yaşarlar” diyor.

Ve ekliyor:

“Aynı zamanda da dişiler; bebeklerini koruyacakları ve bebeklerin verimli bölgelerde besin aramalarına müsaade edecekleri umuduyla belirli erkeklerle bağ kurmaya çalışırlar. Her ne kadar, konu besin arayışı olduğunda erkekler oldukça tembel olsalar da, iyi besin için erkekleri takip edip etmemek de bebeklerin tercihine kalmıştır.”


Araştırma Referansı: Alecia J. Carter , Alexander E. G. Lee , Harry H. Marshall , Miquel Torrents Ticó , Guy Cowlishaw. Phenotypic assortment in wild primate networks: implications for the dissemination of information. Royal Society Open Science, 2015 DOI: 10.1098/rsos.140444
Kaynak:

  1. Bilimfili,
  2. University of Cambridge, “Baboons prefer to spend time with others of the same age, status and even personality”, http://www.cam.ac.uk/research/news/baboons-prefer-to-spend-time-with-others-of-the-same-age-status-and-even-personality

Evrimsel “Ses/Testis” Takası

Derinden gelen erkek sesi, sadece insanlarda değil, benzer türlerde de dişilere çekici gelen bir özelliktir. Ama bazı erkekler için derin ses evrimsel açıdan pahalıya mâl olabiliyor.

Düşük frekanslı, derin ve etkileyici bir sese sahip erkek uluyan maymun türleri (Alouatta türleri) üzerinde yapılan bir araştırma, evrimsel süreçte her şeyin bir bedeli ve olasıdır ki bir nedeni olduğunu gösteriyor, hem de erkekler için akılda kalıcı bir şekilde.

Değişik uluyan maymun türlerinin, yaşadıkları farklı bölgeler ve çevrelere göre değerlendirildiklerinde, içinde bulundukları toplum alışkanlıklarının da üzerinde oldukça etkili olduğu anatomik varyasyonlara (farklılık) sahip oldukları biliniyor. Karada yaşayan en güçlü sese sahip hayvanlardan biri olan bu maymun türünün erkekleri, seslerini diğer erkekleri haremlerinde uzak tutmak için bir silah gibi kullanırlar. On klasik Alouatta türünün dokuzu üzerinde yapılan çalışmadan elde edilen ölçümlerde, birden çok dişiyi kontrol etme ve çiftleşme alanında tutma zorunluluğu olan topluluklarda, sesin derinliğini sağlamak için büyük bir hiyoide (dil kemiği) ve larinkse (gırtlak) sahip olan erkek uluyan maymunların testislerinin (er bezleri) daha küçük olduğu görüldü. Testis büyüklüğünün,sperm (erkek üreme hücresi) üretim kapasitesiyle doğrudan ilintili olduğu düşünüldüğünde, düşük frekanslı sesiyle daha çok dişiyi etkileyen ve dölleme şansını arttıran bir erkeğin, soyunu devam ettirmek için yeterince avantaj sağladığı ve çok fazla sperm üretecek büyük testislere gereksinimi olmadığı şeklinde yorumlanabilir. Öte taraftan, dişilerin birden çok erkekle çiftleştiği uluyan maymun topluluklarındaki erkeklerin daha küçük hiyoid ve larinkse sahipken, hatırı sayılır boyutlarda testislere sahip olmaları şaşırtıcı değildir. Ele geçirdikleri tek şanslarını fazla sayıda sperm ile verimli kullanarak dişinin, kendi soyundan yavrular doğurmasını sağlamaya çalışırlar.

Çiftleşme öncesi ses özelliklerine yatırım yaparak çiftleşme sonrası sperm rekabetinden uzak durmayı seçenlerle, tam tersini yapanların hedefinde aynı üreme içgüdüsü yatsa da, aralarındaki bu farkı, evrimin haksız rekabeti önleyici bir düzenlemesi olarak düşünebiliriz. Birinden birini özellikle tercih etme durumunda hissedenler için de; her tercihin, iktisat terimiyle, bir fırsat maliyeti olduğunu hatırlatırız.

Karşılaştırabileceğimiz başka insan türleri olmaması nedeniyle, bu çalışmanın türümüze uyarlanabilir bir yanı yok, dolayısıyla ses ölçer veya başka bir ölçüm aleti bulmanıza da gerek yok şu an için.  Ancak benzer şekilde, kadınlar tarafından etkileyici bulunan düşük perdeli erkeksi sese sahip olanların, olmayanlara göre daha az sperm ürettikleri yönünde bir araştırmanın varlığından da bahsedelim.

Yüksek frekanslı sese ancak küçük testislere sahip Alouatta seniculus türüne kulak verin :

Click here to display content from SoundCloud.
Learn more in SoundCloud’s privacy policy.

Bir de düşük frekanslı sese ancak büyük testislere sahip Alouatta caraya türünü dinleyin :

Click here to display content from SoundCloud.
Learn more in SoundCloud’s privacy policy.


Kaynak: 

  1. Bilimfili,
  2. Leigh W. Simmons , Marianne Peters, Gillian Rhodes Low Pitched Voices Are Perceived as Masculine and Attractive but Do They Predict Semen Quality in Men? Published: December 21, 2011DOI: 10.1371/journal.pone.0029271
  3. Dunn JC, Halenar LB, Davies TG, Cristobal-Azkarate J, Reby D, Sykes D, Dengg S, Fitch WT, Knapp LA. Evolutionary trade-off between vocal tract and testes dimensions in howler monkeys. Curr Biol. 2015 Nov 2;25(21):2839-44. doi: 10.1016/j.cub.2015.09.029. Epub 2015 Oct 22.

Yatay Gen Aktarımı: Evrim Ağacı Üzerinde Gezinen Antibakteriyel Genler!

Yatay gen transferi, bir tür içinde gerçekleşen ve atalardan yavrulara doğru gerçekleşen ‘dikey’ (anne-babadan yeni nesile doğru olan) gen aktarımından farklı bir DNA aktarım mekanizmasıdır. DNA’nın, aynı veya farklı türler arasında atasal olmayan biçimde, bir bireyden bir diğerine ya da bir türden bir diğerine geçişine ‘yatay gen aktarımı’ adı verilmektedir. Evrim mekanizmalarından biri kabul edilen Yatay Gen Aktarımı sayesinde, örneğin bir bakterinin DNA’sı, yakınındaki bir bitki hücresine geçerek bitkinin DNA’sı içine yerleşebilir. Bitki kendi DNA’sını kopyalayıp yeni nesillere aktarırken, bakteriden yatay olarak aktarılmış gen bölgesini de kopyalayarak, yeni nesil bitkilere aktarabilir. Eğer bakteriden bitkiye aktarılmış bir gen, bitki için “faydalı” ise, Doğal Seçilim tarafından ayıklanmadan korunabilir. Bu araştırmada da, bu mekanizmanın ilginç örneklerinden birisi görülüyor.
Bilim insanları, antibakteriyel bir gen ailesinin, yaşam ağacının tüm dalları arasında yatay gen aktarımı/transferi yoluyla “dolaştığını” gösterdiler. Çalışma, yeni antibiyotik ilaçların keşfi için, yaşam ağacının gözardı edilmiş mikropları olan arkelerden yararlanılabileceğini öneriyor.
Zararlı bakterilerin, antibiyotiklere dirençli soylara evrimleşeceğini dikkate almadan, sürekli ve dikkatsiz antibiyotik kullanımı nedeniyle, insanların yakın gelecekte büyük sorunlarla karşılaşacağından endişe ediliyor. Doğa ile iç içe olan farklı canlı türleri ise, görünüşe bakılırsa, antibiyotikleri, türümüzden çok daha tutarlı bir strateji ile kullanıyorlar.
eLife dergisinde 2014 Kasım ayında yayınlanan bir çalışmada, antibiyotik etki gösteren bir gen/enzim ailesinin, bakterilerden, Evrim Ağacı’nın diğer iki dalına sıçradığı gösterilmişti.
Yatay gen aktarımı, günümüzde oldukça iyi tanınan moleküler bir olaydır. Bu çalışma ise, bir gen ailesinin, Evrim Ağacı’nın bir dalından diğer iki dalına ilgili genin antibiyotik işlevi korunarak atladığını göstermesi bakımından önemli bir ilk örnek.
Bakteriden Bitki ve Böceklere “Atlayan” Genler
Bakteride bulunan lizozim ailesine ait bir enzim, bakteri bölünürken hücre duvarında aktif olup, yeni nesil bakteri hücrelerini ayırmakla görevli. Fakat ilgili genin ürünü olan enzim yüksek miktarda ortamda bulunursa, bakteri hücre duvarını parçalayıp bakterileri öldürmekte – yani antibakteriyel özellik göstermekte.
İlgili antibakteriyel gen, evrimsel tarih içinde, bakteri kaynağından, bitkilere, böcek türlerine, ve tek hücreli bir mikrop alemi olan arkelerden geçmiş (ana görselde görülüyor).
Daha önce, birçok çalışmada yatay gen aktarımının izleri gösterilmiş olsa da, aktarılan genler genellikle yeni evsahibi türde işlevsiz hale gelerek eleniyordu. Bu çalışma, ilgili genin bitki ve arkea türlerine yatay olarak aktarılmış kopyalarında, antibakteriyel işlevlerin korunduğunu gösteriyor.
Bakteriden arke türlerine aktarılmış bu genin, günümüz antibiyotiklerine dirençli olan Staphylococcus aureus ve Bacillus anthracis bakterilerini de öldürdürdüğü gösterildi.
Arkeler Yeni Antibiyotik İlaç Keşfi İçin Kaynak Olabilir Mi?
Birçok arke türü, volkanlar gibi sıradışı ortamlarda yaşadığı için, bakteriler ve arkelerin genelde birlikte yaşamadığı düşünülmekteydi. Dolayısıyla arkelerde, bakterilere karşı antibiyotik evrimleşmiş olabilecekleri hesaba katılmıyordu.
Çalışmanın pratik önemi bu noktada ortaya çıkıyor: Antibakteriyel ilaçlar araştırılırken, arkeler daha önce dikkate alınmıyordu. Bu çalışma sonrasında, arke türlerinin de bilim insanları tarafından, antibakteriyel ilaç keşfi için taranmaya başlanacağını tahmin edebiliriz.
Yine de, aşırı antibiyotik tüketimi sonucunda bizleri bekleyen tehlikeyi, sadece arkelere bakarak keşfedeceğimiz yeni antibiyotikler ile çözmemiz mümkün görünmüyor.
Antibiyotiklerin ömrü kısa: Yeni keşfedilen antibiyotiklere karşı bakterilerde direnç evrimleşmesi, sonunda bu antibiyotiklerin etkisiz hale gelmeleri, bugünün antibiyotik kullanım pratikleri ile, 5-15 yıl gibi çok kısa sürelerde gerçekleşiyor. İlaç şirketlerinin ve hastanelerin kar hırsı ile yaptığı hataları, ne yazık ki, yine insanlar, özellikle de alt-gelir grubunda bulunanlar ödemeye devam edecekler.
Sonuç olarak, doğaya bakarken, doğanın çeşitliliğini insan için bir araç olarak kullanmak yerine, doğanın işleyişini, ve arkea gibi mikropların başarılı stratejilerini, bir yöntem olarak kavramak çok daha değerli dersler verecektir.
Hazırlayan: Gönensin Ozan Bozdağ
Görsel: Antibakteriyel genler yaşam ağacının tüm dallarına işlevlerini yitirmeden aktarılmakta. Çalışmada antibakteriyel lizozim enzimini sentezleyen gen ailesinin bakterilerden -yatay gen aktarımı ile- arkelere (kırmızı), bitkiye (yeşil), mantar türlerine (turuncu), ve bir böcek türüne (lacivert) aktarıldığı gösterilmekte. Çalışma, bu derece çok yönlü ve uzak türler arasında gerçekleşen yatay gen aktarımını göstermesi bakımından bir ilk.
Yazının Orijinali: Bilimsol
Kaynak: Jason A Metcalf Lisa J Funkhouser-Jones Kristen Brileya Anna-Louise Reysenbach Seth R Bordenstein Antibacterial gene transfer across the tree of life DOI: Published November 25, 2014 Cite as eLife 2014;3:e04266 http://dx.doi.org/10.7554/eLife.04266

Ünlü Bilim İnsanlarının Karşılaştıkları Zorlukları Öğrenmek, Fen Dersi Notlarını Artırıyor

American Psychological Association tarafından yayımlanan yeni bir araştırmaya göre; Albert Einstein ve Marie Curie gibi büyük bilim insanlarının karşılaştıkları zorluklar ve başarısız deneyleri hakkında bilgi sahibi olan öğrencilerin, fen derslerindeki başarıları artıyor olabilir.

Araştırma kapsamında, Amerika’da düşük gelir grubundan insanların yaşadıkları bölgelerde 9. ve 10. sınıfta okuyan 402 öğrenci üzerinde çalışma yürütüldü. Araştırmaya katılan öğrenciler; kontrol grubu, ikinci grup ve üçüncü grup olmak üzere 3 gruba ayrıldı. Kontrol grubuna Einstein, Curie ve Michael Faraday’ın bilimsel başarıları hakkında yazılmış 800 kelimelik tipik fen kitabı okuması yaptırıldı.

İkinci gruba, Einstein’ın Yahudi olduğu için işkence görme ve belki de öldürülme ihtimalinin olduğu Nazi Almanya’sından nasıl kaçtığı gibi, bilim insanlarının karşılaştıkları kişisel zorluklar hakkında okuma yaptırıldı. Üçüncü gruba ise, Curie’nin başarısız deneyler karşısında nasıl dirençle çalışmaya devam ettiği gibi, bilim insanlarının karşılaştıkları entelektüel zorluklar hakkında okuma yaptırıldı.

Journal of Educational Psychology’de yayımlanan çalışmanın bulgularına göre; bilim insanlarının karşılaştıkları entelektüel ve kişisel zorluklar hakkında bilgi sahibi olan öğrenciler, 6 haftalık notlandırma sürecinin sonrasında, fen derslerindeki notlarını ciddi oranda artırdılar. Kontrol grubundaki öğrenciler ise, yalnızca bilim insanlarının başarıları hakkında bilgi sahibi olmakla yetindiler ve notlarını bu süre zarfında yükseltemediler. Hatta, kontrol grubuna dahil edilen öğrencilerin bazılarının da fen dersi notlarında düşüş gözlemlendi.

Ayrıca bilim insanlarının karşılaştıkları zorluklar hakkında bilgi sahibi olan öğrenciler, büyük bilim insanlarını kendileri gibi birer insan olarak görmeye daha yatkındılar. Yalnızca bilim insanlarının başarıları hakkında okuma yapan öğrenciler ise, büyük bilim insanlarını bilime doğuştan yatkın ve doğuştan yetenekli olarak değerlendirdiler.

Araştırmacılara göre fen kitapları yalnızca bilim insanlarının başarıları hakkında bilgi vermekle kalmamalı. Bu kitaplarda bilim insanlarının karşılaştıkları zorlukları, bu zorlukları yenmek için hangi teknikleri kullandıkları gibi detaylı yazılar da bulunmalı. Bu sayede öğrenciler bilimi ve bilimsel düşünceyi hayatın bir parçası olarak görebilirler. Çünkü öğrenciler bilim insanlarının herkesten farklı olduğu izlenimini kazanırlarsa, bilimi öğrenmek ve bilimsel düşünceyi uygulamak için ‘deha’ olmak gerektiğini düşünebilirler. Bu durum öğrencileri bilime yaklaştırmaktan çok, bilimi zihinlerde daha da ulaşılması güç bir noktaya koyabilir.


İlgili Makale:

  1. Bilimfili,
  2. Xiaodong Lin-Siegler, Janet N. Ahn, Jondou Chen, Fu-Fen Anny Fang, Myra Luna-Lucero. Even Einstein Struggled: Effects of Learning About Great Scientists’ Struggles on High School Students’ Motivation to Learn Science.. Journal of Educational Psychology, 2016; DOI: 10.1037/edu0000092