Sinonim: Dermatitis, eczema,
Derinin iltihaplanmasıdır. Bkz; Derma–tit

Tıp terimleri sözlüğü
Sinonim: Dermatology, Dermatologie
Deri hastalıkları ve tedavisi ile ilgilenen bilim dalıdır.

Saldığı sülfürik asit ile gözlerimizi yaşartan, soslarımızın ve yemeklerimizin vazgeçilmezi olan soğanın zarından şimdiye kadar yapılan yapay kasların en güçlüsü üretildi. Applied Physics Letters‘da online olarak yayımlanan çalışmada araştırmanın tüm detayları açıklandı.
Uyarıldığında kasılan, genleşen ve bükülen kısacası şekli değişen tüm araç ve cihazların ve hatta robotların yapımında kullanılabilecek bir teknoloji soğandan üretildi. Bu uyarı elektrikle veya ısı ile sağlanabilir. Çoğu yapay kas, bir şekilde sınırlı yeteneğe sahiptir. Bazıları eğilebilir, bazıları kasılabilir ancak çok azı, soğan kası da dahil olmak üzere ikisini de yapabilir.
Ulusal Tayvan Üniversitesi Makine ve Mekanik Laboratuarı kapsamında araştırmalarını yürüten bir grup bilimci, soğanın her katmanının üzerinde bulunan zarların yani –epidermis-in üretilen malzemelerin yapısına benzediğini farkettiler.
Araştırmacılar altınla kaplanmış soğan zarlarını bir pile bağladıklarında, değişen voltaj ile bükülen cihaz boyunca kasılıp gevşediğini gözlemledi.
Diğer yapay kas malzemelerine nazaran soğan ile üretilenleri yapmak çok daha kolay. Tam bir zar çıkarıldıktan sonra, (bunun için bir şef bıçağı ve kabuk soyacağı kullanılıyor ? ), ve daha sonra epidermis sıcak sülfürik asit banyosuna yatırılıyor ve hemiselülozlarından ayrılıyor. Deri saha sonra 25 milimetrelerik uzun şeritler halinde parçalanıyor, üst kısmı 24 nanometre, alt kısmı 50 nanometre kalınlığında altın ile kaplanıyor. Böylelikle daha kolay bükülebiliyor.
Daha sonra 50 voltta hücrelerin kasılmasını sağlayan bir pile takılarak voltaj kontrol ediliyor. Değişen voltajlarda bu yapay kas yapısı farklı uzunluklarda kasılıp gevşeyerek bükülebiliyor. Üst kısımdaki ince altın tabakası sayesinde 30 mikrometre uzunluğunda kasılıp gevşemeler kolaylıkla gerçekleşiyor.
Şimdiye kadar sağlamlıkları ve çoklu yetenekleri dışında çok fazla özellikleri keşfedilmese de, çok ucuz ve çevreye neredeyse hiç zararlı olmadığından kullanıma açık hale geliyor. Ne var ki, yüzde dörtlük bir bükülme oranı ve yüksek ağırlıkları kaldıramaması durumu başka teknoloji ve uygulamalarla geliştirilmeye çok müsait.

Murman, Saami dilinde yeryüzünün kenarı demektir. Evet, orada kendi halinde bir şehir var; adı Murmansk. Sovyetler Birliği’nin kahraman şehirlerinden biri, I. Dünya Savaşı’nda müttefik ülkelerden gelen yardımı karşılamak amacıyla bir liman şehri olarak kurulmuş. 1942’de Alman bombardımanıyla neredeyse yok edilmiş ancak destekle yeniden toparlanmış. Daha da ileri giderek ilk buzlanmaya karşı dayanıklı petrol platformuna ev sahipliği yapmaya başlamış. Rusya’nın en güçlü dönemlerinde de şehir unutulmamış. Öyle ki bugün şehirde atom enerjisi kullanan denizaltı ve buzkıran filoları bulunmakta. Kendi adıyla anılan oblastın (idari bölgenin) merkezi olan şehir, Rusya’nın kuzeybatı ucunda, Barents Denizi’ne 50 km uzaklıkta. Kuzey Kutup Dairesindeki en büyük şehir olan Murmansk’ta 2010 yılında yapılan nüfus sayıma göre 307.257 kişi yaşıyor.
Gelelim bu liman-şehrin iklimine. Yıllık sıcaklık ortalaması 0°C olan şehirde kuzey ışıklarını görmek de mümkün. Karların mayıs ayında tamamen kalkmasıyla ağustos sonuna kadar süren yaz aylarında Güneş ışınlarının şehir ile yaptığı maksimum açının 44° olması sebebiyle sıcaklık 13°-8°C arasında değişiyor. Tabi burada yaz ayları olarak geçen günler Türkiye’dekilerden biraz farklı. Güneş, ışınlarının gün sonunda yeryüzü ile yaptığı 0,5 derecelik açıdan sonra batmak yerine tekrar yükseliyor.
Fotoğraf: Dave Nicoll, Flickr
Ekim ayında geri gelen kar yağışı ile giderek gün ışığını kaybeden halk, yılın en zor dönemine giriyor. Aralık ve Ocak aylarını neredeyse karanlıkta geçiren halk Mayıs ayına kadar psikolojik açıdan baş etmesi oldukça güç, güneşsiz, yarı aydınlık bir havada yaşamak zorunda kalıyor.
Yirmi dört saatten uzun bu geceler coğrafi literatürde Kutup Gecesi olarak adlandırılıyor. Kutup bölgelerinde bu durumun yol açtığı bir sağlık sorunu olan Kutup Gecesi Stresi kilo kaybı, metabolizma aksaklıkları gibi fizyolojik, depresyon gibi psikolojik sorunlara yol açıyor. Vücudun biyolojik saatini dengeleyen ve ritmini kontrol edenmelatonin hormonu normal şartlarda gece saatlerinde salgılanır. Kutup bölgelerindeki fizyolojik stresin önemli sebeplerinden biri de bu sürekli gece durumudur.
Sürekli geceler halkı çeşitli önlemler alarak yaşamaya sevk ediyor. Yoğun kış döneminde okullar eğitime kısa sürelerle devam ediyor. Bu sırada çocuk yaştaki öğrenciler gün içinde özel egzersizler yapıyor ve özel bir diyete göre besleniyor. Konuyla ilgili olarak National Geographic 2013 Nisan sayısında bir fotoğraf görüyorum. Fotoğrafı telif hakları sebebiyle yayınlayamıyorum ancak fotoğrafın altında şöyle yazıyor:
“1977, Rus kenti Murmansk’ta yaşanan uzun kış sırasında D vitamini eksikliğini bertaraf etmek için ultraviyole lambası etrafında toplanmış çocuklar.”
Sovyetler döneminde gelişme çağındaki çocuklara devlet tarafından normal günün sabah saatlerine denk gelecek şekilde rutin bir şekilde bu kuvars lamba terapileri uygulanırmış. Kısılan eğitim bütçesi ve değişen yönetimler bu terapileri halk kliniklerinde reçeteli seanslara çevirmiş. Zamanla çeşitli sebeplerden bu terapileri bitirmek zorunda kalmışlar. Bunu telafi etmesi ümidiyle bugün hâlâ sürdürülen özel spor kompleksleri ve medikal tedavi yöntemleri kullanımına geçilmiş. O günden sonra bazı aileler ve özel kurumlar kendi imkanları doğrultusunda bu elzem terapileri de sürdürmüş.
Norveç’in kuzeyinde çekilmiş bir fotoğraf. Benzer bir uygulamada genç erkekler yapay güneş ışığı altında vakit geçiriyor. (Fotoğraf: Perspektivet Museum, Flickr)
Murmansk’taki bu uygulama aslında tıbbi alanlarda yaygın olarak kullanılan bir tür ışık terapisi. İhtiyaca göre uygulanan bu çeşitli fototerapilerin yaygın kullanım alanı deri dokusundaki eksikleri dolayısıyla vücudun eksikliklerini gidermek. Ayrıca psikolojik olarak stresi ya da depresyonu tedavi etmek için de kullanıyor. Uyku düzeni oluşturmak, biyolojik zamanlamayı düzenlemek gibi bir çok amaç için kullanılan bu yöntemin bitkisel kullanımları da var. Bu yönteme özellikle uyuşturucu üreticileri, uyuşturucu maddeleri elde ettikleri bitkileri kapalı alanlarda yetiştirebilmek adına başvuruyor.
Epidermis (Fotoğraf: Wikimedia Commons)
Murmansk halkı bir yana dursun; hepimizin ihtiyacı olan şeylerden biridir D vitamini. Balık, yumurta, tereyağı gibi kaynaklardan alabildiğimiz gibi D vitamininin büyük bir kısmı deride UVB ışınları yardımı ile sentezlenir; bu sentez ise vücuda gene besinlerden alınan bir tür molekül olan provitamin D varlığında mümkün olur. Güneşli ülkelerde bu en son akla gelen şeylerden biri olsa da kutup dairelerindeki insanlar için hayati öneme sahiptir.
Prohormon olan, kalsiyum ve fosfat metabolizmasının işleyişini düzenleyen D vitamini iki çeşittir. Bunlar bitkisel kaynaklı D2 ve hayvansal kaynaklı D3’tür. Karaciğerin ve kemiklerin D vitamini depolama kapasitesi oldukça sınırlıdır. Tek seferde alınan 600.000 IU* miktarın ancak %15’i depolanır, bu stok ise sadece 1 hafta tedavi edici etki gösterebilir. O yüzden derideki üretimle desteklenmelidir.
Derideki üretim -Murmansk’taki uygulamada olduğu gibi- ışık yardımı ile olmakta. Gözümüzle göremediğimiz morötesi –ultraviyole– ışık UVA, UVB ve yeryüzüne pek uğrayamayan UVC ışınlarından oluşur. UVC, ozon tabakası tarafından tutulur ve bunun bize kadar çok az bir miktarı ulaşır. UVA ışınları –ki tehlikelidir– derinin en üst tabakası olan epidermisi geçerek bir sonraki kısım olan dermisin derinlerine kadar ilerleyebilir. UVB ise epidermiste tutulur. Melanin salgısını artırarak derinin koyu renk almasını yani bronzlaşmayı sağlar; ayrıca D vitamini sentezini de uyaran bu ışındır. UVA’dan ne kadar korunursak o kadar iyi, ancak uygun miktarda UVB ışınlarına sağlıklı bir yaşam için ihtiyacımız vardır.
Derimize yeterince ayrıntılı bakarsak en dıştaki koruyucu deri, epidermis, beş katmandan oluşur ve UVB uyaranlı D vitamini en alt iki katmanda sentezlenir. Bunlar Stratum spinusum ve dokunma hissini algılayan Merkel hücrelerini barındıran Stratum basale’dir.
Vücuda provitamin olarak giren -besinlerden alınan- bu D vitamininin hayvansal formu 7-dehidrokolesterol, bitkisel formu ise ergosterol’dür. İki form da eş güçtedir ve eğer bu provitaminler alınmadan önce kaynak canlıda D vitaminine dönüşmüş ise direkt emilimi gerçekleşerek etki gösterir. Bu amaçla bitkilerden ticari olarak da üretilir. Bazı D vitamini destek hapları bu yöntemle üretilir.
UVB ışını her iki provitamin formundaki B halkasını kırar.

B halkası kırılarak, UV yardımı ile oluşan D3 vitamini (kolekalsiferol) karaciğer tarafından alınır ve endoplazmik retikulum üzerinde sırasını bekleyen 25-hidroksilaz enzimi ile 25-hidroksivitamin D3’e dönüşür. Bu formu karaciğerdeki temel depo formudur. Bir miktarı enterohepatik dolaşım denilen, kolesterol, safra tuzları ve diğer bazı moleküllerin bağırsak tarafından emilip kapı toplar damarı ile karaciğere geri döndüğü dolaşıma katılır, bir miktarı da böbreklere geçerek kalsitriol hormonuna dönüşür Bu çeşitli formlardaki moleküller ilgili yerlerde gerekli görevleri üstlenmek üzere kullanılır. Kemik yapısı, kemik ve dişlere kalsiyumun mineralizasyonu, kalp ritminin düzenlenmesi ve hücresel metabolizma görev aldığı yerlerden temel olanlarıdır.
Peki eksikliğinde veya aşırı alımda neler olur? D vitamini eksikliğinin yaygın olarak yol açtığı hastalık gençlerde raşitizmdir, Bu, bozulan kalsiyum ve fosfat metabolizması nedeni ile kemiklerin mineralizasyonunun aksaması sonucu kemiklerde yumuşamaların görüldüğü hastalıktır. Yetişkinlerde ise raşitizmin çok benzeri olan osteomalazi hastalığı görülebilir.
Gene D vitamininin eksikliğinde aksayan diğer önemli metabolik fonsiyonlar, yaşamı tehdit edebilir. Yüksek toksik özellik gösteren bir vitamin olması aşırı alımlarda zehirleyici, istenmeyen etkilere neden olur örneğin kalp ve damar kireçlenmeleri, yumuşak olması gereken dokularda sertleşme, verimsizleşme ve daha da kötüsü kandaki artan kalsiyum miktarı ile bağlantılı nörolojik etkiler görülebilir.
Son olarak… Malum yaz ayları geliyor; güneş fazlasıyla bizimle olacak. Güneşten korunmanın güneş görmeden geçmesi gereken bir yaz demek olmadığını biliyoruz. Aşırı güneşlenmenin kötü sonuçları olabilir ancak güneş, sağlıklı bir yaşam için temel gereksinimlerimizdendir. Gerektiği kadar güneşi tenimizde hissetmek hepimizin yararına olacaktır.
Nina Simone’un sözleriyle:
Kuşlar yükseklerde uçuşuyor, ne hissettiğimi biliyorsun
Gökte güneş, ne hissettiğimi biliyorsun
Kiraz kuşları süzülüyor, ne hissettiğimi biliyorsun
Yeni şafak
Yeni gün
Yeni hayat, benim için
Ve güzel hissediyorum…
*IU: Enternasyonel Ünite, 1 IU = 0,025 µg D vitamini
● Harper’ın Biyokimyası, 25. Baskı, Nobel Tıp Kitabevleri, 2004.
● Biyokimya, 5.Baskı, Nobel Akademik Yayıncılık, Ocak 2013.
● Lipoproteins: Lipid Digestion & Transport / Joyce J. Diwan, Rensselaer Politeknik Esntitüsü, 2012
● UV Radiation, World Health Organization, 2013
● Dark Nights of The Soul, The Nation, 5 Nisan 1998 / Google News
● http://en.wikipedia.org/wiki/Light_Therapy
● There will be darkness: Polar nights in Murmansk, Russia Beyond The Headlines, 2013
● http://www.murmantourism.ru/eng/
● Soviet Era Photo Chronicles, #58, http://englishrussia.com

Yakın geçmişte hayatımıza girmiş olan cep telefonları teknoloji ilerledikçe kabuk değiştirmeye devam ediyor. Bununla birlikte, artık hayatlarımızın bir parçası haline geldikleri için hepimiz ister istemez taşınabilir telefonlar ile ilgili teknolojik gelişmeleri takip etmeye başladık. Bildiğiniz üzere son süreçte cep telefonları, bünyelerine sürekli güncellenen işletim sistemlerinin de dahil edilmesiyle birlikte akıllı telefon olarak adlandırılmaya başlandılar ve akıllı telefonlar arasında da en çok rağbet görenleri kuşkusuz dokunmatik ekranlara sahip olan modeller.
Dokunmatik özellikli akıllı telefonların piyasaya çıktığı ilk günlerde dikkat çeken yanları dokunmaya karşı hassasiyetleri, sayfalar arası geçişteki hızları, kapasiteleri, renkleri gibi ilk bakışta cazip gelen özellikleriydi. Ancak gün geçtikçe bu özelliklerin çoğu hemen hemen tüm rekabetçi firmalarca sağlandığı için müşteriler daha nitelikli akıllı telefonlar talep etmeye başladılar. Bu taleplerin başında pil ömrünün uzatılması, darbelere/suya/toza dayanıklılıkları ve elbette dokunmatik ekranlarda yaşanan sorunların çözümlenmesi geliyor.
Aslına bakarsanız tüm bu sorunların çözümlenmesi tek bir alandaki gelişmeler ile mümkün görünüyor: Nanoteknoloji. Şimdi yaşanan bu sorunlardan bir tanesinin nanoteknoloji kullanılarak nasıl bertaraf edildiğini inceleyeceğiz.
Henüz akıllı telefon teknolojisi ile tanıştınız mı bilmiyorum ancak kullanmasanız da (dokunmatik ekrana sahip olan) akıllı telefonların çoğunun ekranlarındaki parmak izleri mutlaka dikkatinizi çekmiştir. Bu sıkıntının giderilmesinden önce gelin parmak izlerimizin nasıl oluştuğuna bir göz atalım:
Parmak izlerimiz nasıl oluşur?
İnsanların ve diğer primatların parmaklarının iç yüzeyindeki deriler girintili çıkıntılı bir yapıya sahiptir[1]. Parmakların iç yüzündeki bu girintili çıkıntılı yapı kişiye özgüdür ve herhangi bir yüzeyle temasında, üzerindeki (ter bezleri tarafından salgılanmış) su bazlı yağ tabakasını iz bırakacak şekilde bulaştırır. Bu biçimde oluşan izlere parmak izi denilir[2].
Parmak izi tutmayan bir yüzey mümkün müdür?
Gerçeği söylemek gerekirse son yıllarda yapılan araştırmalar sonucunda ulaşılan noktada dahi parmak izinin bulaşmasını tamamiyle önleyebilecek bir yüzey henüz geliştirilememiştir. Sadece bu yönde geliştirilmiş bir yüzey ile normal yüzeyler arasında gözle görülebilecek düzeyde farklar vardır diyebiliriz[3].
Akıllı telefon ekranlarında kullanılan teknoloji bize nasıl bir fayda sağlıyor?
Yapılan çalışmaların çoğu parmak izi oluşmasına neden olan parmak izi yağlarının yüzeye tutunmasını engellemek ve bu şekilde ekranın temiz görünmesini sağlamak amacıyla gerçekleştiriliyor.
Yağ tutmazlıktan bahsedebilmemiz için bahsi geçen yüzeyin oleofobik yani “yağ tutmaz” özellikli olması gereklidir. En bilinen oleofobik özellikli molekül ise su. Sonrasında ise florokarbonlar geliyor. Üretici firmaların akıllı telefonların ekran teknolojisinde kullandıkları teknik ise oleofobik maddelerden ekran yapmaktan çok ekranları oleofobik -örneğin çoğunlukla- floropolimer tabanlı katmanlarla kaplamak ve bu yolla uzun süreliğine ekran yüzeylerinin yağ tutmalarını engellemekten ibarettir[4].
Yapılan kaplamayı mikroskobik düzeyde inceleyecek olursak, Şekil 2’de de gördüğünüz üzere ekran üzerindeki girintili çıkıntılı katmanın yağ tutmasını engelleyecek şekilde kaplandığını görebiliriz.
Bu tür bir kaplamanın avantajı uzunca bir zaman bizi parmak izleri veya çeşitli kirlerden uzak tutacak bir ekran sunmasıdır diyebiliriz. Ancak ne yazık ki belirli bir süreden sonra bu özellik kaybolacağından ekranlarımızı yeni bir ince film tabakasıyla kaplamamız veya piyasadaki bu özelliği sağlayacak solüsyonlar ile ekrana iyileştirme yapmamız gerekiyor.
Şekil 3: Apple Iphone 3G ile 3GS modeli arasındaki oleofobik yüzey farkı ve bunun ekran parlaklığına yansıması[5]
2009 yılında 3GS modeli ile parmak izi tutmayan teknolojiyi ilk su yüzüne çıkaran firmalardan biri diyebiliriz Apple için[5]. Zira, Apple Ağustos 2011’de aldığı patentle birlikte, 2011 ve sonrasında piyasaya süreceği telefonlarda kullanacağı kaplama teknolojisine ve bu yöndeki gelişmelere duyarlı olacağının sinyallerini vermişti[6]. Şekil 3 üzerinde çok belirgin olmasa da oleofobik özellikli katmana sahip 3GS modelin parmak izlerinden arınmasının daha kolay olacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Nanoteknolojinin hız kesmeden ilerleme kaydettiği günümüzde yağ tutmayan ve su tutmayan yüzeyleri çok yakın gelecekte banyomuzda(karo, lavabo, duşakabin, küvet vs.), teknik işlerde, teknik malzemelerde, gündelik kullandığımız eşyalarımızda vb. pek çok yerde göreceğiz.
Kaynaklar: AçıkBilim
[1] http://en.wikipedia.org/wiki/Fingerprint
[2] http://www.senseme.com/scripts/biometrics/fingerprints.htm
[3] “Anti-fingerprint Coating Applications for Automotive Touchscreen Displays”, Brian C. Wilson, Daniel J. Fiore, North American Coating Laboratories
[4] http://en.wikipedia.org/wiki/Lipophobicity
[5] http://gizmodo.com/5302097/giz-bill-nye-explains-the-iphone-3gss-oleophobic-screen/
[6] Patent Publication No: US 2011/0195187 A1, Aug. 11, 2011, Assigned by APPLE INC.

Bu soru ile ulaşmaya çalıştığımız cevap, neden gerçekte bazı hayvan gruplarında veya sınıflarında bir takım renklerin çok daha az görüldüğü veya hiç görülmediğidir. İçinde insanların da bulunduğu hayvanlar alemi, çok geniş bir renk kartelasına sahiptir. Yaygın olarak bulunan bir takım renklere karşın bazı sınıflarda bazı renkler oldukça az görülür veya hiç görülmez. Ucu açık bir açıklama gibi görünse de, genel anlamına bakıldığında çoğunlukla ağaçların üzerinde yaşayan kuşlar sınıfının, genellikle toprağın üzerinde, suda ve bazılarının da toprağın altında yaşadığı memeliler sınıfına göre çok daha renkli olabildiği hemen göze çarpacaktır.
Canlı ve cansız hayatın tümünde renkler; pigmentlerin belli dalga boyundaki ışıkları absorbe edip diğerlerini geri yansıtması ve eğer varsa aynı yerde bulunan birbirinden farklı pigmentlerin kombine olarak işlemesi veya yüzey moleküllerinin organizasyonundan dolayı yüzeye çarpan ışık ışınlarının saçılması sonucu oluşmaktadır. İkinci renk oluşum biçimi aynı zamanda yüzeye bakış açımıza da bağlıdır. Çünkü yüzeyin farklı noktalarına çarpan ışıklar, moleküler organizasyona bağlı olarak pürüzlere çarpabilir, moleküllerin farklı kısımları ile karşılaşabilir ve doğal olarak farklı yönlere farklı dalga boylarındaki ışıklar olarak saçılır.

Kuşların renkli bir hayvan sınıfı olması, yoğun tüylü oldukları için ışığın çok değişken olarak saçılmasına bağlı olduğu gibi aynı zamanda vücutlarında bulunan veya bulunabilen melanin, karotenoid ve porfirin pigmentlerine de bağlıdır. Tam da bu noktada hayvanların yaşadıkları bölgeye, beslenme, barınma ve hayatta kalma parametreleri ile evrimsel olarak bağlı olduğunu söylemek gerekir. Buna örnek olarak kuşların, yalnızca bitkilerde sentezlenen karotenoid pigmentini besinlerinden aldığı ve bu pigmentlerin yüzeydeki hücrelere ulaşması ile de sarı-turuncu renklere büründükleri gösterilebilir.

Besinlerden alınan pigmentlerin dışında memelilerin de melanosit adı verilen hücrelerde çokça; diğer tüm hücrelerde de bir noktaya kadar sentezlenen melanin pigmenti, sentezlendiği veya ulaştığı bölgeye koyu sarı, açık kahverengiden, siyaha kadar renkler verebilmektedir. Porfirinler ise, aminoasitlerin modifiye edilmesi sonucu farklı özelliklerde oluşan pigment grubudur. Ancak bilinen büyük çoğunluğu, ultraviyole (mor ötesi) ışınlara maruz kaldığında koyu kırmızı renk vermekle birlikte, yeşilin birçok tonu, mor, pembe ve kırmızı tonları yine porfirinler ile elde edilir.
Tüm bu pigmentlerin kombinasyonu, deri ve tüylerdeki yüzey moleküllerinin organizasyonu ile birleştiğinde hayvanlar aleminin mevcut renkli dünyası ortaya çıkmaktadır. Eğer sorumuza dönecek olursak; neden mor, mavi veya yeşil renklerde memeli bulunmadığına birden fazla cevap vermek mümkündür.
Öncelikle, ‘memelilerde bu renklere asla rastlanmaz’ demenin doğru olmayacağını belirtmek gerekir. Örneğin köpeksi maymunlar ailesinden bir primat olan mandriller, özellikle genital bölgelerinde ve arkalarında çoğunlukla mavi olmak üzere pembe, mor, açık kırmızı renkli tüyler bulundurmaktadır. Esasında, hayatta kalma, kamuflaj ve eş bulma (veya eş olarak tercih edilme) gibi güdüler dolayısıyla yaygın olan hakim renklerin içinde aynı sebeplerden ötürü bahsi geçen renklerin oluşması, gelişmesi ve kullanılması da anlaşılabilirdir.
Çoğunlukla kahverengi, siyah, beyaz ve toprak tonları renklerden oluşan memelilerin iyi kamufle oldukları kabul edilebilir ancak bu renklerin arasına farklı tüy veya deri rengi serpiştirildiğinde de ne kadar dikkat çekeceği de görülecektir. Dikkat çekmek vahşi doğada çok fazla tercih edilen bir unsur olmasa da, kendi türü içinde de bir o kadar istenen bir durum olabilir.
Canlıların yaşadıkları coğrafyaya göre, evrimsel süreçte işlemekte olan doğal seçilim ile bir takım deri, tüy ve kıl renklerini kazanarak adapte olduklarını ve böylelikle daha kolay hayatta kaldıklarını söylemek mümkündür. Temelde görme süreci kalitesi, kontrast kuvvetine bağlıdır. Örneğin siyah bir yüzeyin üzerindeki siyah bir noktayı tespit etmek herhangi bir ton veya doku farklılığı olmadan mümkün değildir. Görme yetenekleri ciddi değişiklikler gösteren avcılar için de, yaşadıkları ortamın hakim rengi ile oluşturacakları kontrastı geliştirdikleri renk ile azaltmayı başaran hayvanlar zor birere av olacak, dolayısıyla ortam ile zıt renkli canlılar uzun zaman süreleri içinde elenecek, zamanla türün coğrafyaya bağlı olan bir rengi hakim olarak oluşacaktır. Zaman içinde genetik mutasyonlar veya başka bir takım hatalar sonucunda ortaya çıkacak olan kontrast renkli bireyler ise zaman içinde elenecek ve popülasyonun gen havuzu kamuflaj rengi yönünde artış görecektir.
Çoğunlukla kahverengi, siyah, beyaz ve toprak tonları renklerden oluşan memelilerin iyi kamufle oldukları kabul edilebilir ancak bu renklerin arasına farklı tüy veya deri rengi serpiştirildiğinde de ne kadar dikkat çekeceği de görülecektir.
Bu örneklerden birisi Amazon Nehri Yunusu veya Boto olarak bilinen pembe yunus türü olabilir. Ancak bu tür gerçekten pembe renkte olmamakla birlikte, yalnızca albinodur. Melanin pigmenti sentezleyen genlerin mutasyona uğramış veya bir biçimde inaktive olmuş olması veya resesif olarak aktarılan bir fenotip olan albinoluk, nispeten transparan bir derisi olan bu türün deri altı kan damarlarında dolaşan kırmızı kan dolayısıyla pembe bir görüntü oluşturmaktadır. Bir memeli olarak kanlarındaki hemoglobin ve bu molekülün de yoğun yüzdesi dolayısıyla 2007’de keşfedilen bu tür sıradışı görüntülerin oluşmasını sağlamaktadır.
Keza mavi balina olarak bildiğimiz 30 metreden daha uzun boylara ulaşabilen Balaenoptera musculus türü de, aslında mavi olmaktan çok gri bir tüy rengine sahiptir. Tonların yaşanılan bölgeye göre değişim göstermesi, koyuluk ve açıklık gibi etmenler dolayısıyla görece maviye yakın üyeleri olduğu gibi siyaha yakın koyu gri renkte ‘mavi balinalar’ da mevcuttur. Bu farklılık aslında gerçek bir renk farklılığından çok algısaldır ve isimlendirme gereği diğer balina türlerinden ayrılmasını sağlamaktadır.
Öyleyse sormamız gereken soru şu oluyor: Mor renk veya benzer tonların üretimi memelilerde neden çok düşük? Bu sorunun cevabı da başlı başına bir çalışma alanı olan pigmentasyonda yatmaktadır. Örneğin insanı ele alacak olursak, mor rengin oluşmasından (bilinen anlamda büyük çoğunlukla) sorumlu olan porfirinleri üretecek mekanizmadan yoksun olduklarını söylemek mümkündür. Şöyle ki; porfirin biyosentezi çok fazla enzimatik reaksiyon sonucunda ortaya çıkan bir son ürün ve bu son ürünün pigment olarak işlev görmesi dolayısıyla deri, tüy ve kıl rengi için -özellikle de fotosentetik olmayan canlıların tamamında- büyük önem arz etmektedir. Bu noktada son ürün değiştikçe, çok nadirde olsa görülen farklı renklerdeki (elbetteki beslenme alışkanlıkları ve yaşadıkları ortam gibi faktörlerin de etkisi dahilinde ve/veya haricinde) kuş, memeli, sürüngen, böcek, yumuşakça ve protozoa oluşabilmektedir.
Ne var ki, memeliler porfirinlere yabancı da değildir. Örneğin, kanımıza kırmızı rengini veren hemoglobin bir porfirin olmakla birlikte doğal olarak bulundururuz. Aminoasitlerin deaminasyonu ve takip eden karmaşık birbiyosentez sürecinin son ürünü insanlarda, protoporfirin IX olarak bilinen bir moleküldür ve demir ile birleşerek ‘heme’ (hemoglobin bileşeni) yapısını oluşturur. Burada bahsettiğimiz biyosentez, vücutlarımızda bulunan bakterilerden tüm ileri canlıların sıradan hücrelerine kadar birçok hücre tipi içinde – genetik olarak izin verdikleri ve sentezledikleri enzimlere göre- farklı biçimlerde ve sıklıklarda gerçekleşmekte (veya gerçekleşmemekte) ve sonucunda mor, pembe, mavi ve parlak yeşil gibi bir takım renklerin oluşmasına (veya oluşamamasına) sebep olmaktadır.
Elbette farklı renkler için söylediğimiz bu duruma karşın, memeliler sınıfı için yaygın olan pigment melanin (eumelanin ve pheomelanin) pigmentidir. Bu pigmentin de farklı yüzdelerde, sıklıklarda ve miktarlarda sentezlenmesi, fazlalığı veya eksikliği çok farklı renklerin oluşabilmesine sebep olmaktadır. Albino olarak bildiğimiz beyaz tenli, beyaz kıllı insanlardan, sarıya yakın deriye, kahverengiden, siyaha varana kadar birçok deri ve saç renginin; mavi, yeşil veya eladan, siyaha kadar oluşan göz renklerinin sorumlusu da memeliler için bu pigmenttir.
Hem porfirin biyosentezini çok değişken biçimde işletememek, hem kamuflaj gibi yaşamsal unsurlar hem de genetik olarak hakim pigmentin melanin olması (diğer pigmentlerin inaktif de olsa genomumuz içinde bulunup bulunmadığı, hangilerinden kaç kopyanın nerelerde bulunabileceği net olarak bilinmemektedir) memelilerde tüy, kıl veya deri rengi olarak mor, yeşil ve mavi gibi soğuk renklerin hakim olarak görülmemesine veya bir takım hayvanlarda sadece bölgesel olarak görülmesine sebep olmaktadır.
Kaynaklar :

Programlanmış iPS hücreleri — kullanarak, Japonya’da bulunan RIKEN Center for Developmental Biology’den (RIKEN Gelişim Biyolojisi Merkezi) bilimciler Tokyo Üniversitesi ve başka enstitülerden araştırmacılarla birlikte, karmaşık deri dokusunu üretmeyi başardılar. Laboratuvar ortamında geliştirilen bu deri dokusu kıl kökleri ve yağ bezleri gibi yapıları da bulunduruyor. Gelişimi gerçekleştirdikten sonra eldeki bu üç boyutlu canlı deriyi yaşayan farelere implant eden araştırmacılar, yapılan gözlemlerde yapay dokunun kas lifleri ve sinirler gibi sistemlerle uyumlu bağlantılar kurduğunu tespit etti.
Biyomühendislik ürünü dokular üretmek üzere gerçekleştirilen ve bu konuyu irdeleyen teorik-pratik araştırmalar son yıllarda hem sayıca artmaya hem de önemli ve başarılı sonuçlar üretmeye başladı. Bununla birlikte aşılması gereken sorunlar da mevcut ve çözüm odaklı incelemeler devam ediyor. Araştırmacılar tarafından nakil edilebilir düzlemlerin üzerinde epitel hücrelerden üretilen deri dokuları da, normal doku fonksiyonlarına sahip olmalarını engelleyecek biçimde, yağ-salgılayan bezler ve ter bezlerinden mahrum olarak gelişiyor.
Science Advances dergisinde yayımlanan çalışmada, araştırmacılar farelerin diş eti köklerinden hücreler alarak, bu hücrelere müdahale etti ve böylelikle kök hücre benzeri iPS hücrelerini üretmeyi başardı. Kültür ortamında, birbirine tutunmuş hücre kümesi haline gelen ve ’embryoid body’ şeklinde anılan yapı canlı bir vücutta gelişen embriyoyu kısmi olarak andıran bir oluşum haline geliyor. Araştırmacılar iPS’leri kullanarak belirli sinyal yollarını (Wnt10b) kullanarak ürettikleri bu yapılardan çok sayıda alarak bağışıklık sistemi hasarlı olan farelere naklederek bu canlılarda dokulara doğru farklılaşmalarını sağladı. Bu süreç, gerçek bir embriyonun izlediği biyolojik safhalarla benzer şekilde gerçekleşirken, bu farklılaşmanın ardından dokular bu farelerden alınarak başka farelere nakledildi ve burada dokular gerçek deri dokularına dönüşerek son halini aldı. Burada bahsedilen deri dokusu, asıl deri fonksiyonlarından sorumlu olan orta katmandır ve bu katmanda -yani üst ve alt deri katmanı arasında- yağ salgılama ve kıl folikülü yerleşimi gerçekleşmektedir. Araştırmanın olumlu sonuçlarından birisi olarak, yapay derinin fonksiyonlarını gerçekleştirmesini sağlayan uyumlu bağlantıları kurmayı başardığı kaydedildi.
Yukarıda parantez içinde bahsi geçen Wnt10b molekülü, bir sinyal proteindir ve gelişim biyolojisi çalışmalarında uyarıcı ve doğru gelişimi sağlayıcı unsur olarak sıklıkla kullanılmaktadır. Mevcut çalışmada ise çok sayıda kıl folikülü oluşmasını sağlayarak doğal dokuya daha fazla benzemesini sağlamıştır.
RIKEN Center for Developmental Biology’den Takashi Tsuji; bu yeni doku aktarımı tekniği ile yapay derinin zorunlu bir takım organlardan (kıl folikülü ve salgı bezleri) yoksun olarak gelişmesi sorununun üstesinden gelebildiklerini ve böylelikle kontrol ve regülasyon aşamalarının daha iyi işlev kazandığını açıkladı.
Keşfin en önemli uygulama alanlarından birisi olarak, yaralanmalar ve yanmalar sonucunda deri hasarı bulunan insanlar için kendi dokuları ile uyumlu yapay canlı deriler üretilmesi gösteriliyor.
Araştırma dahilinde oluşturulan ve elde edilen görseller için : http://www.riken.jp/en/pr/press/2016/20160402_1/
Kaynak :


Ayrımcılığın, doğru veya yanlış olmasının ötesinde “gerçek” olduğu bir dünyada, “aptal sarışın” algısal varsayımı üzerinden yapılan ayrımcılık, ayrımcılığın en basit şekli belki de..
Kimi zaman gerçek sarışınların bile şikâyetçi olmak bir yana, toplumun biçtiği bu olumsuz yargıyı benimseyerek türlü davranış biçimleri geliştirdikleri, hatta çeşitli durumlarda bundan yarar sağladıklarını söyleyebiliriz.
Ancak gözleme dayalı bilim ve istatistiğin ortak merceğinden bakıldığında bu yakıştırma tamamen asılsız olduğu ortaya çıktı.
Amerikan toplumunun sosyobiyolojik dokusunu çalışma hayatı bakış açısıyla yıllar boyunca izleyen bir mikroskop olarak tanımlayabileceğimiz Amerikan Çalışma İstatistikleri Bürosu (U.S. Bureau of Labor Statistics), Ulusal Boylamsal Araştırmalar (National Longitudinal Surveys) serisinin, 1979 yılında 14-22 yaş aralığında olan gençlerin takibiyle şekillenen NLSY79 incelemesinin son sonuçlarını 2012 yılında açıkladı.
NLSY79 sonuçlarını inceleyen Ohio Üniversitesi akademisyeni Prof.Jay Zagorsky, bir alt grup analizi yaparak saç rengi değişkenini zekâ boyutunda sayısallaştırdı. Doğal saç rengi ile IQ (Intelligence Quotient – Zekâ Katsayısı) arasındaki değerlendirmede ırksal farklılıkları bertaraf etmek için siyah ve Latin kökenlileri inceleme dışında bırakarak beyaz ırktaki sarışınlık/zekâ ilişkisi üzerine yorum yapmayı olası kılan bu çalışma sonuçları yaygın kanıyı boşa çıkarttı.
Sarışın, kahverengi, kızıl ve siyah saçlı kadınların ortalama IQ değerleri sırasıyla 103.2, 102.7, 101.2 ve 100.5 olarak bulundu. Benzer sonuçlar sarışın erkekler için de geçerliydi. Sayıların sarışınlar lehine görünüşünün istatistiksel anlamlı bir farkı yansıtmadığını belirtelim.
Bu kesit çalışmasına göre sarışınların daha zeki ve akıllı olduğunu varsaymak elbette olası değil. Ancak “aptal sarışın” tabirinin kendisinin bir şaka olduğunu göstermesi açısından değerli bir veri kabul edilebilir. Sarışınlara zekâları açısından ayırımcılık yapmamak gerekliliği ötesinde onlara karşı “tedbirli” davranmak önerilebilir.
Referans:

Hep istediğiniz o Schrödinger’in kedisi dövmesini yaptırmak için sağlam bir neden mi arıyorsunuz? İşte artık size bilim tarafından sunulan ikna edici bir gerekçeye sahipsiniz. Geçtiğimiz günlerde sonuçları yayımlanan bir çalışmada, çok sayıda dövme yaptırmanın bağışıklık sistemi tepkilerini kuvvetlendirebildiği ortaya kondu. Böylece enfeksiyonlarla daha iyi başa çıkabileceksiniz. Güçlendiğinizi görmek içinse birden fazla dövme yaptırmanız gerekiyor.
Alabama Üniversitesi’nden bir ekibin yaptığı ve sonuçları American Journal of Human Biology dergisinde yayımlanan araştırmaya göre çok sayıda dövme yaptırmak, bedensel çalışma yapmaya benziyor. İlk başladığınızda vücudunuz bu yeni stresten ötürü zayıf düşer. Spor salonunda bu ağrıyan kaslar anlamına gelir. Dövme stüdyosunda ise genellikle yorgun düşmüş hissedersiniz, çünkü bedeniniz cildinizin derinlerine neden yabancı bir madde girdiğini anlamaya çalışmaktadır.
Spor salonunda birkaç gün geçirdikten sonra kaslarınız güçlenmeye başlar ve artık ilk günkü gibi acı çekmez olursunuz. Bu sürecin kaslar için nasıl işlediğini dikkate alan araştırmacılar, aynı şeyin dövme yaptırırken de geçerli olup olmayacağını merak etmiş. Birden fazla sayıda dövme yaptırma işlemi acaba bir nevi bağışıklık egzersizigörevi görebilir mi?
Araştırma sonuçlarına bakılırsa yanıt evet. Çalışmalarına katılan gönüllülerin kaç tane dövmesi olduğunu ve her bir dövme yaptırma seansının ne kadar sürdüğünü hesaba katan ekip bunu doğrulamayı başardı. Ellerindeki verileri, analiz ettikleri kan örnekleri ile karşılaştırıp, katılımcıların immünoglobulin A (vücudun enfeksiyon savaşçısı) vekortizol (stres hormonu) düzeylerine baktıklarında yaptıkları saptamalar şöyle: İlk kez dövme yaptıran kişilerin immünoglobulin A düzeyinde, artan kortizolden ötürü büyük bir düşüş oluyor. Daha önce çok kez dövme yaptıranların ise immünoglobulin A düzeyi çok az bir düşüş gösteriyor. Araştırmacılar bunun nedeninin vücudunbağışıklık tepkilerindeki güçlenme olduğunu belirtiyor.
“Strese verdiği tepkiden sonra beden denge durumuna geri döner. Bununla birlikte, eğer bedeninize bu stresi tekrar tekrar uygularsanız aynı denge durumuna düşmek yerine, daha yüksek bir durumu denge olarak ayarlamaya başlıyor,” şeklinde açıklıyor ekipten Dr.Christopher Lynn. Yani bağışıklık sisteminiz güç kazanıyor.
Her ne kadar bu sonuçlar mantıklı olsa da, çalışmanın sadece 24 kadın ve 5 erkekten oluşan bir katılımcı grubuyla yapıldığını akılda tutmak gerek. Ortada dikkate değer bir şeyler olduğunu söylemek için bu yeterli bir sayı olsa da, kurulan bağlantının netleşmesi için başka gönüllülerle benzer deneylerin yinelenmesi de gerekli görünüyor.
Kaynaklar:
İlgili Makale: Christopher D. Lynn et al. Tattooing to “Toughen up”: Tattoo experience and secretory immunoglobulin A, American Journal of Human Biology (2016). DOI: 10.1002/ajhb.22847
< http://onlinelibrary.wiley.com/doi/10.1002/ajhb.22847/full >

Saçlarınızın neden beyazladığını hiç merak ettiniz mi? Araştırmacılar uzun zamandır, saçlardaki beyazlamanın temel sebebinin, kıl folikülleri olarak bilinen köklerdeki melanin üretiminin azalması veya durması olduğunu biliyorlar. Melanin pigmenti, derimize de, saçımıza da, gözlerimize de rengini veren pigmenttir. Dolayısıyla da ilk dikkati çeken bu proteinin sentezlenmesi ve mekanizmaları olmaktadır.
Yine de bilim insanları üretimdeki bu azalmanın asıl sebebini veya popülasyonlar arasındaki farklılıkların ardında yatan mekanizmaları tam olarak tespit edebilmiş değil. Ancak şimdi Nature Communications’da yayımlanan yeni bir çalışmada, Latin Amerika’dan 6000’den fazla bireyin genomları incelendi, ve 18 ayrı genin saç özelliklerini ve fenotiplerini etkilediği tespit edildi. Bu genlerden birisi de saçların beyazlaması ile ilgili olarak keşfedilen ilk gen olma özelliğini taşıyor.
Saç beyazlaması ile ilişkilendirilen gen, yalnızca Avrupalı atalardan gelen bireylerde bulunuyor ve genin daha önceki verilere dayanarak açık saç rengi ile de ilişkili olduğu biliniyor. Tespit edilen diğer genlerin içinde tek kaşlılık, sakal kalınlığı, kaş kalınlığı ile ilişkili genler de bulunuyor.
Araştırmaya dahil edilen katılımcıların içerisinde ise, Afrikalı, Avrupalı ve Yerli Amerikalı ataları olan , dolayısıyla birbirinden farklı genetik miraslara sahip insanlar bulunuyor. Bu çeşitlilik sayesinde genler ile saç özellikleri arasındaki, popülasyondan popülasyona değişebilen bağıntıların keşfini gerçekleştirmek mümkün oldu.
Araştırmacılara göre buradaki genetik keşiflerin, olay mahallerinde bulunan DNA’lardan şüphelilerin tahmin edilmesi noktasında çok önemli rol oynayabilir. Ayrıca yapılacak kök hücre müdahaleleri ve genetik modifikasyonlar ile saç beyazlamasını geciktirmek de mümkün olacaktır.
Not : Araştırmada saç beyazlaması ile ilgili olarak keşfedilen gen PRSS53 kodu ile biliniyor. İleri okuma yapmak okuyucularımız için genin açılımı Protease Serine S1 family member 53’nin özel olarak Q30R substition formu.
Kaynak :
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.