Sinonim: vena cava inferior, posterior vena kava, alt vena kava, inferior vena cava (IVC)
Sağ ve sol vena iliaca communis’den gelen kanı kalbi sağ kulakçığına iletir. (bkz: vena) (bkz: cava) (bkz: inferior)![]()
Tıp terimleri sözlüğü
Kalp ve dolaşım sistemi hastalıklarını inceleyen bilim dalıdır. (Bkz; Kardiyoloji)
Üst ana toplardamar (vena cava superior), sistemik venöz dolaşımın en büyük santral damarlarından biridir ve vücudun baş, boyun, üst ekstremiteler ve üst toraks bölgesinden gelen oksijenden fakir kanı doğrudan kalbin sağ atriyumuna taşır. Yaklaşık 7–8 cm uzunluğunda, geniş lümenli, duvarı görece ince, fakat çevresindeki önemli yapılarla yakın ilişkisi nedeniyle klinik açıdan son derece kritik bir damardır.
Vena cava superior, sağ ve sol brakiyosefalik (innominat) venlerin birleşmesi ile üst mediastende oluşur; aşağı doğru kısa bir seyir izleyerek perikard boşluğu içine girer ve sağ atriyumun üst arka kısmına açılır. Bu kısa ama stratejik seyri sırasında trakea, sağ ana bronş, aort arkı, sağ akciğer hilusu, plevra ve özellikle mediastendeki lenf düğümleri ile komşulukları, hem cerrahi girişimlerde hem de malignitelerin yayılımında belirleyici rol oynar.
“Vena” sözcüğü, Latince’de “toplardamar” anlamına gelir ve kökeni büyük olasılıkla Proto-Hint-Avrupa dil ailesine ait “*wen- / *uen-” köküne kadar gider; bu kök “arz etmek, yönelmek” anlamlarını taşır ve kanın kalbe doğru yönelen akışını çağrıştıracak şekilde anlam kaymasına uğramıştır. Antik Roma tıbbında “arteria” ve “vena” ayrımı, Hippokratik ve Galenik gelenekle şekillenmiş, arterler “pnöma” (hava/yaşam nefesi) taşıyan damarlar, venalar ise kan taşıyan damarlar olarak kavranmıştır. Dolayısıyla “vena” tarihsel olarak da “kanın ana yolları” fikrini temsil eder.
“Cava” sıfatı Latince “cavus”tan gelir ve “boş, içi oyuk” anlamındadır. Damar için kullanıldığında “geniş, geniş lümenli, içi boş boru” vurgusu öne çıkar. “Vena cava” ifadesi böylece “geniş lümenli ana toplardamar” anlamına gelir. Anatomi tarihine bakıldığında “cava” kelimesinin özellikle 16. yüzyıl Rönesans anatomi metinleriyle birlikte istikrarlı biçimde kullanılmaya başladığı, önce alt ana toplardamar için, ardından üst segmenti de kapsayacak şekilde iki ana büyük toplardamarı tanımlamak üzere yerleştiği görülür.
“Superior”, Latince “supra” (üstünde) köküyle bağlantılı olup, “daha yukarıda, üstte bulunan” anlamındadır. Dolayısıyla “vena cava superior” ifadesi, “üstte yer alan geniş ana toplardamar” biçiminde kavranmalıdır. Aynı mantıkla “vena cava inferior” da “altta yer alan geniş ana toplardamar” olarak adlandırılır; bu ikili adlandırma, anatominin kraniokaudal eksen boyunca hiyerarşik konumlandırma alışkanlığının tipik bir örneğidir.
Evrimsel açıdan bakıldığında, üst ana toplardamarın homologu, embriyolojide de önemli bir yer tutan ön kardinal ven sistemi ile ilişkilidir. İlkel omurgalılarda (örneğin balıklarda) kalbe doğru dönen venöz kan, baş bölgesinden gelen venöz kan ile gövde boyunca uzanan dorsoventral venöz kanallardan birleşerek ortak büyük venöz havuzlara akar. Bu yapıların bir bölümü, karasal yaşama uyum sürecinde dönüşerek toraks içinde daha belirgin, segmental olarak düzenlenmiş venöz sistemlere evrilir.
Amfibiler ve sürüngenlerde, kalbe dönen venöz kanın organizasyonu memelilere kıyasla daha farklı olsa da, baş ve ön ekstremitelerden gelen kanı kalbe taşıyan büyük venöz gövdeler gelişimsel olarak vena cava superior’un öncülleri olarak kabul edilir. Kuşlarda da benzer şekilde, kalbin sağ atriyumuna açılan büyük venler bulunur; yine ön kardinal venlerin çeşitli bölümlerinin birleşmesi ve gerilemesi sonucunda oluşan venöz yapılar söz konusudur.
Memelilerde, özellikle insanda, ön kardinal venlerin sağ ağırlıklı bir yeniden düzenlenmesi sonucunda tek bir vena cava superior oluşur. Buna karşılık, bazı memeli türlerinde çift üst ana toplardamar varyantları daha sık görülebilir; bu, embriyonik dönemde sol ön kardinal sistemin tamamen gerilemeyip spesifik bir segmentinin kalıcı hale gelmesiyle açıklanır. Bu tür varyasyonların insanlar arasında da belirli sıklıkta görülmesi, embriyolojik planla evrimsel süreklilik arasındaki bağı vurgular.
Vena cava superior, insan embriyonunda ön kardinal venler ve bunları birleştiren anastomozların yeniden şekillenmesiyle oluşur.
Bu embriyolojik yolculuk, erişkin insandaki anatomik varyasyonların temelini anlar kılarken, aynı zamanda cerrahi ve girişimsel işlemlerde beklenmeyen venöz yollarla karşılaşılmasının nedenini de açıklar.
Bu komşuluklar nedeniyle, mediastinal tümörler, lenfoma, akciğer kanserleri veya genişlemiş lenf düğümleri vena cava superior’a kompresyon uygulayarak karakteristik bir klinik tabloya, yani vena cava superior sendromuna yol açabilir.
Vena cava superior’un temel dalları şunlardır:
Daha küçük dallar arasında:
sayılabilir. Bunların çoğu, ya doğrudan vena cava superior’a ya da brakiyosefalik venlere drene olur; varyasyonlar oldukça yaygındır.
Vena cava superior, tipik bir büyük toplardamar (vena magna) yapısı sergiler, ancak kalbe yakınlığı ve intratorasik basınç değişikliklerine duyarlılığı nedeniyle bazı özellikleri öne çıkar.
Vena cava superior’da kapak yapıları bulunmaz; bu durum, supin pozisyonda santral venöz basınç ölçümlerinin ve kateterizasyon tekniklerinin yorumlanması bakımından klinik önem taşır.
Vena cava superior, santral venöz basıncın (SVB) doğrudan yansıdığı bir bölgedir. SVB, genellikle sağ atriyum basıncı ile eşdeğer kabul edilir ve dolaşımda:
hakkında dolaylı bilgi verir. Normal koşullarda SVB düşük basınçlıdır (yaklaşık 2–8 mmHg aralığı sık anılır), bu da üst vücut segmentlerinden kalbe etkin bir venöz dönüşü kolaylaştırır.
Vena cava superior, embriyolojik gelişimin doğası gereği bazı varyasyonlara sahiptir:
Bu varyasyonların çoğu, görüntüleme tekniklerinin yaygınlaşması ile daha sık tanınır hale gelmiş; girişimsel kardiyoloji, kalp cerrahisi ve onkolojide önemli pratik sonuçlara sahip olmuştur.
Vena cava superior sendromu (VCSS), vena cava superior’un lümeninin tümüyle veya kısmen tıkanması ya da ciddi derecede daralması sonucu, üst vücut bölgesindeki venöz dönüşün engellenmesiyle ortaya çıkan klinik bir tablodur.
Başlıca nedenler:
Klinik bulgular:
Tanı:
Tedavi:
Vena cava superior sendromu, anatomik olarak kısa fakat stratejik bir damar olan üst ana toplardamarın, lokal patolojilerle nasıl sistemik ve dramatik bir klinik tabloya yol açabildiğinin çarpıcı örneklerinden biridir.
Vena cava superior, santral venöz kateterlerin ideal uç yerleşim hedefi olarak kabul edilir. Kateter ucu genellikle:
yerleştirilir. Bu sayede hem santral venöz basınç ölçümleri daha güvenilir hale gelir, hem de yüksek ozmolaliteli veya damar irritan ilaçlar nispeten geniş bir lümende seyrelerek verilebilir.
Uygunsuz kateter yerleşimi, duvar perforasyonu, tamponad, tromboz veya aritmilere yol açabileceği için vena cava superior’un uzunluğu, açılanma açıları ve sağ atriyumla olan ilişkisi klinik pratikte büyük önem taşır.
Kalp cerrahisinde, özellikle kardiopulmoner bypass sırasında vena cava superior’un klemplenmesi ve kanülasyonu sık yapılan işlemlerdendir. Aynı şekilde:
sırasında vena cava superior’un yaralanma riski yüksektir. Bu damarın travmatik veya iatrojenik yaralanmaları geniş lümen ve düşük basınçlı fakat büyük hacimli akım nedeniyle hızla hayatı tehdit eden kanamalara yol açabilir.
Hikâyeyi MÖ 3. yüzyılın İskenderiye’sinde, insan bedenini sistemli biçimde açıp inceleyen Herophilos ve Erasistratos’la başlatmak alışılmış bir yöntemdir. Bu erken anatomi öncüleri, damarların bir ağ gibi tüm bedeni sardığını, kalbin merkezî rolünü ve “ven” ile “arter” arasındaki temel farkı kavramaya başlamışlardı; ancak bugün “vena cava superior” dediğimiz spesifik yapıyı, embriyolojik ve fonksiyonel bağlamıyla tanımak için henüz çok erkendi.
Onların dünyasında göğüs kafesi açıldığında görülen şey, kalbe uzanan kalın damarlardı; ama bu damarların birinin baş-boyun ve üst ekstremitelerden, diğerinin alt beden ve karın içi organlardan kan topladığı ayrımı henüz net değildi. Kan; ruh, yaşam nefesi ve sıcaklık taşıyan, daha çok niteliksel bir “öz” olarak düşünülüyor, hacimsel ve kapalı devre dolaşım kavramı henüz ufukta görünmüyordu.
İS 2. yüzyılda Roma İmparatorluğu’nda çalışan Galen, belki de vena cava superior’un tarihindeki ilk gerçekten belirleyici figürdür. O dönemde insan disseksiyonu kısıtlı olduğu için, Galen büyük ölçüde hayvan disseksiyonlarına dayanarak, kalpten çıkan ve kalbe dönen damarları tarif etti.
Galen’in şematik bedeninde, karaciğerden doğan büyük bir “vena cava” fikri öne çıkar. Bu damar, karaciğerde üretilen kanı bütün bedene taşır; kalp ise daha çok “pompa”dan ziyade, kanı çekip çeken ve “ruhsal nitelik” katan bir organ gibi resmedilir. Galen için baş-boyun ve üst ekstremite damarları, bu büyük venöz gövdeden çıkan dallardır; ama bizim bugün “vena cava superior” diye ayırdığımız yapı, ayrı isimli ve ayrı kökenli bir anatomik entite olarak henüz formüle edilmemiştir.
Yine de, Latince “cava” sıfatının (“içi boş, geniş”) büyük venöz gövde için kullanılmaya başlaması, üst ve alt ana toplardamarın daha sonra alacağı ismin dilsel temelini atar. Zamanla “vena cava”, karaciğer çevresinden kalbe uzanan büyük venöz eksen için yerleşir; fakat “superior” ve “inferior” nitelemeleri, Rönesans sonrası sistematik anatomi dilinin ürünleri olacaktır.
Galen’in şeması, yaklaşık bin yıl boyunca tıbbın ana referansı olarak kalır. Ancak İslam tıbbının yükselişiyle birlikte, özellikle dolaşım konusunda Galen’in bazı öğretilerini sorgulayan hekimler ortaya çıkar. Razi ve Haly Abbas gibi isimler Galenik çerçeveyi büyük ölçüde korusalar da, akciğerler ve kalp arasındaki ilişkiye dair ayrıntılar üzerinde durmaya başlarlar.
Bu hattın dramatik kırılma noktalarından biri, 13. yüzyılda Şamlı hekim İbnü’n-Nefis’tir. O, kalbin sağ ve sol tarafı arasında “gizli delikler” (septal porlar) bulunduğu yönündeki Galenik dogmayı reddedip, sağ ventrikülden çıkan kanın akciğerler üzerinden sol tarafa geçtiğini yazar; yani pulmoner dolaşımı tanımlar. Böylece kalbe dönen büyük venöz gövdenin –dolayısıyla daha sonra vena cava superior / inferior ayrımının– aslında kapalı bir halkaya bağlı olduğunu sezgisel olarak tasvir eder.
Vesalius ve onu izleyen Realdo Colombo, Gabriele Falloppio, Julius Casserius gibi anatomistler, baş-boyun ve üst ekstremite damarlarının birleşerek kalbe dönen kalın bir gövde oluşturduğunu açıkça betimler. Bu damar henüz her kaynakta “vena cava superior” adıyla anılmasa da, üstte yer alan geniş toplardamar fikri giderek daha belirginleşir. Anatomik çizimlerde, sternum arkasında kısa, kalın bir gövde olarak çizilen bu damar, klinik bağlamdan çok yapısal düzenin bir parçası olarak önem kazanır.
Vena cava superior’un gerçek anlamda “anlaşılması”, onu sistemik bir çarkın parçası olarak gören William Harvey ile mümkündür. Ondan önce hocası Hieronymus Fabricius, venöz kapakları tarif ederek, venlerin kanı tek yönlü taşıyan yapılar olduğunu göstermişti; bu, büyük venöz gövdelerin –dolayısıyla cava sisteminin– hemodinamik rolünü anlamak için kritik bir adımdı.
Harvey, 1628’de Exercitatio Anatomica de Motu Cordis et Sanguinis in Animalibus’u yayımladığında, aslında üst ana toplardamar için ayrı bir “buluş” ilan etmiyordu. Onun yaptığı, kalpten çıkan ve kalbe dönen damarların –arterler ve venler dahil– kapalı devre bir sistem oluşturduğunu deneysel olarak göstermesiydi.
Harvey’nin modelinde vena cava superior, baş-boyun ve üst ekstremitelerden gelen kanı sağ atriyuma taşıyan ana gövdedir; alt ana toplardamar ise alt bedenin karşılığıdır. Böylece üst ana toplardamar, ilk kez sistemik dolaşımın kapalı halkasında, net bir başlangıç ve bitiş noktası olan, fonksiyonel bir segment olarak düşünülür hale gelir. Bu dönemden itibaren kalbe dönen venöz kanın yönü, hacmi ve ritmi, teorik dolaşım modellerinde belirgin bir yer edinir.
Harvey sonrası dönemde, hem kontinental Avrupa’da hem de Britanya’da anatomi atlasları çoğalırken, üst ana toplardamarın adı ve tasviri görece standartlaşmaya başlar. 17. ve 18. yüzyıl metinlerinde:
giderek daha tutarlı biçimde tarif edilir.
Bu yüzyıllarda bazı disseksiyonda, göğüs kafesi açıldığında “beklenmedik” venöz yollarla karşılaşan anatomi hocaları, bugün “persistan sol vena cava superior” veya “çift vena cava superior” diye adlandırdığımız varyasyonları, şaşkınlıkla ama sistematik bir dille kaydetmeye başlar. O zamanlar bu anomalilerin klinik karşılığı çok net olmasa da, anatominin evrimsel ve embriyolojik doğasını sezinleten ilk ipuçları bunlardır.
Mediastinal tümörler, akciğer kanserleri, lenfomalar veya sifilitik anevrizmalar nedeniyle vena cava superior’un sıkışması ya da içten trombüsle tıkanması sonucu ortaya çıkan tablo –yüzde ve boyunda ödem, genişlemiş yüzeyel venler, başta dolgunluk hissi– giderek daha net bir sendrom olarak tanımlanır. Bu dönemde “üst ana toplardamar tıkanıklığı”na dair patolojik-anatomik raporlar çoğalır; böylece damarın varlığı sadece anatomik değil, klinik bir gerçeklik olarak da yerleşir.
Bu yüzyıl aynı zamanda, kalp ve büyük damarların cerrahiye konu olamayacağına dair eski tabuların yavaş yavaş kırıldığı dönemdir; ancak vena cava superior üzerinde doğrudan cerrahi girişimlerin rutin hale gelmesi daha çok 20. yüzyılın ürünüdür.
X-ışınlarının keşfi ve kısa süre içinde klinik kullanıma girmesiyle, vena cava superior artık sadece kadavra masasında değil, canlı bedenin içinde, radyografik gölgeler ve kontrast görüntüler üzerinden izlenebilir hale gelir.
Bu, özellikle konjenital anomalilerin –persistan sol vena cava, çift vena cava superior gibi– tanınmasında önemli bir dönüm noktasıdır. Bazı olgularda, kardiyak kateterizasyon sırasında beklenmedik bir “sol tarafta büyük venöz gövde” görülür ve bu bulgular vaka raporlarıyla literatüre girer.
Aynı dönemde kardiyopulmoner bypass’ın ve açık kalp cerrahisinin gelişmesiyle, vena cava superior cerrahi sahaya girer; kalp ameliyatlarında, bu damarın klemplenmesi ve kanüllerle bağlanması standart bir teknik haline gelir.
İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, gelişen embriyoloji ve mikroskopik teknikler, vena cava superior’un gelişimsel kökenine ışık tutar. Ön ve ortak kardinal venler, bunlar arasındaki anastomozlar ve gerileyen segmentler ayrıntılı embriyolojik şemalarla açıklanır; bu şemalar bugün halen textbook’larda kullanılan klasik çizimlerin temelini oluşturur.
Bu dönemde ortaya çıkan ana kavrayış şudur:
Görüntüleme teknikleri (özellikle 1970’lerden itibaren BT ve daha sonra MR) geliştikçe, bu embriyolojik şemalar, gerçek hastaların göğüs kafesinde gözlenen venöz yapılara “üst üste oturtulabilir” hale gelir. Böylece vena cava superior’un hikâyesi, kadavra masası ve mikroskopla sınırlı olmaktan çıkar; klinik radyoloji ve kardiyolojiyle entegre bir morfoloji anlatısına dönüşür.
Vena cava superior sendromu, özellikle akciğer kanserleri ve lenfomalara bağlı malign obstrüksiyonlarda sık görülen dramatik bir tablo olarak tanımlanmış; klasik tedaviler arasında radyoterapi ve kemoterapi yer almıştır. Ancak 1990’lardan itibaren, endovasküler stent yerleştirilmesi, semptomları hızla azaltan bir yöntem olarak yükselişe geçer. Bu yaklaşım, 2000’ler ve 2010’lar boyunca giderek daha fazla vaka serisi ve kohort çalışmasıyla desteklenir.
Son yıllarda yayımlanan sistematik derlemeler ve meta-analizler, malign vena cava superior sendromunda:
göstermektedir. Bu çalışmalar, endovasküler tedaviyi, cerrahi ve tek başına radyoterapiye göre daha ön planda, çoğu kılavuzda “ilk seçenek” veya “erken seçenek” haline getirir.
Böylece vena cava superior, modern tıpta artık sadece “tanımlanmış bir yapı” değil, sürekli geliştirilen girişimsel teknolojilerin hedeflediği, dinamik olarak yeniden şekillenen bir tedavi alanının ana eksenidir.
Bugün vena cava superior üzerine yürütülen araştırmalar birkaç ana eksende yoğunlaşmaktadır:
Sinonim: aorta ascendens, çıkan Aorta, ascending aorta, Aufsteigende Aorta.
Aort’un kraniyal yönde olan kısmına verilen addır. (bkz: aorta) (bkz: assendens)

Anjiyografi ve anjiyoplasti kan damarlarıyla ilgili iki farklı tıbbi prosedürdür. Anjiyografi, olası bir kalp rahatsızlığı için kan damarlarınızı araştırmak veya incelemek için kullanılırken, anjiyoplasti, rahatsızlığı tedavi etmek için daralmış arterleri genişletmeyi içerir.
BT anjiyografi hızlıdır, non-invazivdir ve konvansiyonel anjiyografiye kıyasla daha az komplikasyona neden olabilir. BT anjiyografi, geleneksel kateter anjiyografi ve manyetik rezonans görüntüleme (MRG) gibi diğer anjiyografi incelemelerine göre daha kesin anatomik ayrıntılar sağlayabilir.
Koroner anjiyogram kalpteki tıkalı veya daralmış kan damarlarını gösterebilir. Koroner anjiyogram, kalbinizin kan damarlarını görmek için X-ışını görüntülemesini kullanan bir prosedürdür. Test genellikle kalbe giden kan akışında bir kısıtlama olup olmadığını görmek için yapılır.
Anjiyografi bir hastanenin röntgen veya radyoloji bölümünde yapılır. Genellikle 30 dakika ile 2 saat arasında sürer ve genellikle aynı gün eve gidebilirsiniz.
Anjiyogram acı verir mi? Her iki test de acı vermemelidir. Geleneksel anjiyogram için bileğinize küçük bir iğne aracılığıyla bir miktar lokal anestezi enjekte edilecek ve uyuştuktan sonra kateteri yerleştirmek için küçük bir kesi yapılacaktır.
Anjiyogram genellikle güvenli ve ağrısız bir işlemdir. Ciddi komplikasyon riski düşüktür. Bazen anjiyogram kateterin yerleştirildiği yerde morarmaya neden olabilir. Ayrıca, bazı kişiler zaman zaman kontrast boyaya karşı alerjik reaksiyon gösterebilir.
Koroner anjiyografi, kanın kalbinizdeki arterlerden nasıl aktığını görmek için özel bir boya (kontrast madde) ve röntgen ışınları kullanan bir prosedürdür.
Kardiyak kateterizasyon ve koroner anjiyografi genellikle güvenli prosedürler olarak kabul edilir.
Anjiyografi yaptıran çoğu kişide komplikasyon görülmez, ancak küçük bir olasılıkla küçük veya daha ciddi komplikasyonlar görülebilir. Olası küçük komplikasyonlar şunlardır: Kesiğin yapıldığı yerde, bölgenin kırmızı, sıcak, şiş ve ağrılı olmasına neden olan bir enfeksiyon – bunun antibiyotiklerle tedavi edilmesi gerekebilir.
Kalpteki ritim bozukluğu. (bkz: A–ritmi)
Aritmi, kalp ritminde bir anormalliktir. Kalp çok yavaş, çok hızlı ya da düzensiz atabilir. Bu anormallikler küçük bir rahatsızlık veya rahatsızlıktan potansiyel olarak ölümcül bir soruna kadar değişir.
Çoğu aritmi zararsız olsa da, bazıları ciddi ve hatta yaşamı tehdit edici olabilir. Kalp atışı çok hızlı, çok yavaş veya düzensiz olduğunda, kalp vücuda yeterince kan pompalayamayabilir. Aritmiler, işlev görme yeteneğinizi etkileyebilecek ciddi semptomlarla ilişkili olabilir.
Daralmış kalp arterleri, kalp krizi, anormal kalp kapakçıkları, geçirilmiş kalp ameliyatı, kalp yetmezliği, kardiyomiyopati ve diğer kalp hasarları hemen hemen her tür aritmi için risk faktörleridir.
Kalp ritim bozukluğunun radyofrekans ablasyon ile tedavi edilmesi yüzde 95-98 oranında iyileşme şansına sahiptir. Ömür boyu ilaç alımına artık gerek kalmayacaktır. Ancak tedavi prosedürü semptomlara, hastalığın türüne ve uzmanın değerlendirmesine göre değişir.