1. Tanım ve Etiyoloji

Hiperaldosteronismus, adrenal korteksin zona glomerulosa katmanından aşırı miktarda aldosteron salgılanması sonucu ortaya çıkan bir endokrin bozukluktur. Bu hormonun fazlalığı, sodyum tutulumu ve potasyum atılımında artışa yol açarak hipertansiyon ve hipokalemiye neden olur. Hiperaldosteronismus primer ve sekonder olmak üzere iki ana gruba ayrılır:

  • Primer Hiperaldosteronismus (PHA): Aldosteron sekresyonunun renin-anjiyotensin sisteminden bağımsız olarak artmasıdır. Tüm vakaların yaklaşık %70’inde nedeni adrenal adenomdur (özellikle soliter, benign adenomlar). Bu tablo, ilk kez 1955 yılında Jerome W. Conn tarafından tanımlandığı için Conn sendromu olarak da adlandırılır.
  • Sekonder Hiperaldosteronismus: Renin artışıyla ilişkili olarak gelişir (örneğin renovasküler hipertansiyon, kalp yetmezliği, siroz).

2. Klinik Görünüm

Primer hiperaldosteronismus genellikle asemptomatik seyreder ve çoğu zaman terapiye dirençli hipertansiyon ile başvurur. Hipokalemiye bağlı olarak kas güçsüzlüğü, paresteziler, aritmiler ve polidipsi-polüri gözlenebilir. Ancak klasik semptom üçlüsü — hipertansiyon, spontan hipokalemi ve metabolik alkaloz — nadiren birlikte görülür. Bu nedenle tanı, çoğu zaman rutin hipertansiyon araştırmaları sırasında tesadüfen konulur.

3. Tanısal Yaklaşım

3.1 Tarama Testi

Tanıda ilk adım, aldosteron-renin oranının (ARR) değerlendirilmesidir. Bu oran sabah saatlerinde, hasta mümkün olduğunca normokalemik ve düşük sodyum diyeti almadan ölçülmelidir.

  • Aldosteron yüksek, plazma renin aktivitesi (PRA) baskılanmış ve ARR artmışsa, hiperaldosteronismus açısından ileri testler endikedir.
  • Hipokalemi eşlik ediyorsa, idrarla aldosteron ve metabolitlerinin artışı da ek bulgu sağlar.

3.2 Doğrulama Testleri

Tanıyı doğrulamak için aşağıdaki fonksiyonel testler uygulanabilir:

  • Tuz yükleme testi: Oral ya da intravenöz olarak izotonik sodyum verilerek aldosteron supresyonu gözlenir. Normalde yüksek sodyum aldosteronu baskılar; baskılanma yoksa primer hiperaldosteronismus lehine değerlendirilir.
  • Fludrokortizon Süpresyon Testi:
    • 0,1 mg fludrokortizon her 6 saatte bir, 4 gün süreyle uygulanır.
    • Sodyum alımı artırılır, potasyum replasmanı yapılır.
    • 4. günde aldosteron ve renin düzeylerine bakılır.
    • Aldosteron düzeyi baskılanmıyorsa tanı doğrulanır.

4. Lokalizasyon Tanısı

Primer hiperaldosteronismusta tedavi yöntemi lokalizasyona göre değiştiği için unilateral mi yoksa bilateral mi olduğunun belirlenmesi hayati önem taşır.

  • Bilgisayarlı Tomografi (BT): Adrenal adenom veya hiperplazi varlığını gösterir.
  • Adrenal Ven Kateterizasyonu (AVS): Lateralizasyonun doğrulanmasında altın standarttır. Çünkü radyolojik görüntüleme her zaman fonksiyonel bilgi vermez.

5. Tedavi

5.1 Cerrahi Tedavi

  • Unilateral adenom saptanması durumunda tercih edilen tedavi, laparoskopik adrenalektomidir.
  • Cerrahi sonrası hastaların çoğunda hipertansiyon düzelir veya hafifler, hipokalemi tamamen geriler.

5.2 Medikal Tedavi

  • Bilateral adrenal hiperplazi durumunda veya cerrahiye uygun olmayan hastalarda tercih edilir.
  • Mineralokortikoid reseptör antagonisti olarak en sık kullanılan ilaçlar:
    • Spironolakton: Etkili ancak antiandrojenik yan etkiler (ginekomasti, libido azalması) görülebilir.
    • Eplerenon: Daha seçici, daha az yan etkilidir.

6. Kardiyovasküler Riskler

Primer hiperaldosteronismus, sadece hipertansiyonla sınırlı kalmayıp kardiyovasküler morbidite ve mortaliteyi artırır. Aldosteronun doğrudan kardiyak fibrozis, vasküler hipertrofi ve renal hasar yapıcı etkileri gösterilmiştir. Bu nedenle erken tanı ve tedavi, uzun vadeli kardiyovasküler komplikasyonları önlemek açısından kritik öneme sahiptir.


Keşif

1. Arka Plan: Hipertansiyonun Kara Kutusu (1920–1950)

20. yüzyılın ilk yarısı, kardiyovasküler hastalıkların yükselişe geçtiği ve hipertansiyonun artık “sessiz katil” olarak adlandırıldığı bir dönemdi. Ancak tıpta hipertansiyonun nedeni çoğu zaman belirsiz kalıyor, tedavi ise ampirik kalıyordu. 1930’larda biyokimyasal analiz tekniklerinin gelişmesiyle birlikte endokrin sistemin kan basıncı üzerindeki etkileri mercek altına alındı. Bu yıllarda sodyum metabolizması, böbrek fonksiyonları ve hormonlar arasındaki ilişki ilk kez ciddi biçimde incelenmeye başlandı.

    1950’li yılların başında, bazı hastalarda dirençli hipertansiyonun yanı sıra spontan hipokalemi, alkaloz ve kas güçsüzlüğü gibi atipik bulguların bir arada görülmesi dikkat çekmeye başladı. Bu hastalarda böbrek hastalığına dair herhangi bir iz yoktu; ancak tuhaf bir şekilde vücutları sodyumu tutuyor, potasyumu kaybediyor ve kan basınçları düşmek bilmiyordu.

    2. Bir Dahinin Sessiz Gözlemi: Jerome W. Conn (1954–1955)

    Bu dönemde Michigan Üniversitesi’nde endokrinolog olarak çalışan Dr. Jerome W. Conn, diğerlerinden farklı bir şekilde düşünüyordu. Conn, 1954 yılında 34 yaşında bir kadın hastasında dirençli hipertansiyon, hipokalemi ve kas güçsüzlüğü birlikteliği fark etti. Rutin elektrolit incelemelerinde belirgin hipokalemi saptanmıştı. Ayrıca hasta yüksek doz potasyum tedavisine rağmen iyileşmiyordu.

    Ancak asıl dikkat çekici nokta, karın bölgesine yapılan radyografide sol adrenal bölgede 2 cm’lik bir kitle saptanmasıydı. Conn bu kitlenin hormonal olarak aktif olabileceğini düşündü — bir devrim niteliğindeki bu hipotezi o dönemin hâkim “esansiyel hipertansiyon” paradigmasına tamamen tersti.

    O yıllarda adrenal bezin kortikal tabakalarının hangi hormonları ürettiği yeni yeni anlaşılmaya başlanıyordu. Zona glomerulosa adlı tabakanın, henüz yeni keşfedilmiş olan aldosteron hormonunu salgıladığı bilinmeye başlamıştı (aldosteron ilk kez 1953’te du Vigneaud tarafından izole edilmişti).

    3. Tarihi Vaka: Conn Sendromunun Doğuşu (1955)

    Dr. Conn, hipotezini test etmek için cesur bir yol izledi. 1955 yılında bu hastayı adrenalektomiye aldı. Cerrahi sonrasında hasta hızla iyileşti; hipertansiyonu geriledi, potasyum düzeyi normale döndü, kas güçsüzlüğü kayboldu. Bu sonuç, sanki yıllardır açıklanamayan bir fizyolojik çarkın yerine oturduğunu gösteriyordu.

    Jerome Conn, bu olguyu 1955 yılında Chicago’da düzenlenen Amerikan Endokrinoloji Derneği kongresinde sundu ve daha sonra Journal of Laboratory and Clinical Medicine dergisinde yayımladı. Bu vaka raporu, tıpta adeta bir paradigma değişimini başlattı: “Primary aldosteronism, a new clinical syndrome” başlıklı bu yayın, modern endokrinolojinin köşe taşlarından biri haline geldi.

    Bundan sonra bu tablo, keşfedeni onuruna “Conn Sendromu” olarak adlandırıldı.

    4. Sonrası: Gizli Salgının Keşfi (1960–2000)

    İlk başta nadir bir sendrom olarak tanımlanan primer hiperaldosteronismusun, sonraki on yıllarda hipertansif hastaların önemli bir kısmında (%5–10 oranında) görülebildiği anlaşıldı. Özellikle 1990’lardan sonra plazma renin aktivitesinin ve aldosteron düzeyinin ölçüm tekniklerindeki gelişmeler, bu bozukluğun sanılandan çok daha yaygın olduğunu gösterdi.

    1994 yılında adrenal venöz örnekleme (AVS) tekniklerinin gelişmesiyle, adenom ve bilateral hiperplazi ayrımı mümkün hâle geldi. Bu ayrım, tedavi yaklaşımını kökten değiştirdi: artık cerrahi ya da medikal tedavi tercihi daha kesin kriterlere dayandırılıyordu.

    2000’li yıllarda ise Endocrine Society’nin rehberleriyle tanı ve tedavi algoritmaları standartlaştırıldı. Hiperaldosteronismus, sadece elektrolit bozukluğu yapan bir hastalık değil, aynı zamanda bağımsız bir kardiyovasküler risk faktörü olarak da kabul edildi.


    Keşfin Önemi: Modern Endokrinolojide Sessiz Bir Devrim

    Conn’un keşfi, yalnızca yeni bir sendrom tanımlamakla kalmadı; sekresyon bağımsızlığı, otonom adrenal hormon üretimi ve hormon-odaklı cerrahinin etkinliği gibi yeni kavramların tıpta yer bulmasını sağladı. Ayrıca hipertansiyonun endokrin nedenleri üzerine düşünmeyi teşvik etti.

    Bugün hâlâ primer hiperaldosteronismusun tanınması gecikiyor, çünkü çoğu vaka asemptomatik. Ancak Conn’un cesur klinik gözlemi ve fizyolojik sezgisi sayesinde bu hastalık artık tanımlanabilir, ölçülebilir ve tedavi edilebilir bir sendrom hâline geldi.




    İleri Okuma
    • Conn, J. W. (1955). “Primary aldosteronism, a new clinical syndrome.” Journal of Laboratory and Clinical Medicine, 45(1), 3–17.
    • Simpson, S. A. & Tait, J. F. (1953). “A new steroid hormone from the adrenal gland: Aldosterone.” Nature, 171(4340), 767.
    • Funder, J. W. (2005). “Primary aldosteronism: Clinical presentation and diagnosis.” Journal of Clinical Endocrinology & Metabolism, 90(1), 1–6.
    • Young, W. F. (2007). “Primary aldosteronism: renaissance of a syndrome.” Clinical Endocrinology, 66(5), 607–618.
    • Mulatero, P., Stowasser, M., Loh, K. C., et al. (2008). “Increased diagnosis of primary aldosteronism, including surgically correctable forms, in centers from five continents.” Journal of Clinical Endocrinology & Metabolism, 93(3), 1126–1132.
    • Funder, J. W., Carey, R. M., Mantero, F., et al. (2016). “The management of primary aldosteronism: Case detection, diagnosis, and treatment: An Endocrine Society Clinical Practice Guideline.” Journal of Clinical Endocrinology & Metabolism, 101(5), 1889–1916.
    • Monticone, S., Burrello, J., Tizzani, D., et al. (2018). “Prevalence and clinical manifestations of primary aldosteronism encountered in general practice.” Hypertension, 72(4), 844–850.