Ağız tabanı kanseri

Ağız tabanı kanseri, dilin altındaki dokulardan kaynaklanan bir ağız kanseri türüdür. En sık olarak ağzın iç kısmını kaplayan ince, düz skuamöz hücrelerde başlar ve skuamöz hücreli karsinoma (SCC) yol açar. Daha az yaygın olarak, tükürük bezlerinden veya diğer hücre tiplerinden kaynaklanabilir.

Risk Faktörleri
  1. Tütün Kullanımı: Sigara, puro veya pipo içmek riski önemli ölçüde artırır. Çiğneme tütünü ve enfiye de karsinojenlerin ağız dokularına doğrudan maruz kalması nedeniyle önemli risk faktörleridir.
  2. Alkol Tüketimi: Ağır alkol kullanımı, özellikle tütün kullanımı ile birleştiğinde, ağız kanseri gelişme riskini sinerjik olarak artırır.
  3. Yaş: Ağız tabanı kanserine yakalanma olasılığı yaşla birlikte artar ve vakaların çoğu 40 yaşın üzerindeki bireylerde görülür.
  4. Cinsiyet: Muhtemelen daha yüksek oranda tütün ve alkol kullanımı nedeniyle erkekler kadınlardan daha sık etkilenmektedir.
  5. İnsan Papilloma Virüsü (HPV): Yüksek riskli HPV tipleri, özellikle de HPV 16 ile enfeksiyon, orofaringeal kanser riskinde artış ile ilişkilidir, ancak ağız tabanı kanserindeki rolü diğer bölgelere kıyasla daha az belirgindir.
  6. Kötü Ağız Hijyeni ve Diyet: Kötü diş hijyeni ve düşük meyve ve sebze içeren diyetler riske katkıda bulunabilir. Özellikle A ve C vitaminleri olmak üzere beslenme eksiklikleri de bu riskle ilişkilendirilmiştir.
  7. Betel Quid ve Areca Nut Kullanımı: Bazı kültürlerde yaygın olan betel quid veya areka cevizi çiğnemek ağız kanserleri için bilinen bir risk faktörüdür.
  8. Kronik Tahriş: Kesin olmamakla birlikte, sivri dişlerden veya kötü oturan protezlerden kaynaklanan kronik travma rol oynayabilir.
    Semptomlar
    • İyileşmeyen Ülserler**: Ağızda iki hafta içinde iyileşmeyen inatçı yaralar veya ülserler.
    • Kırmızı veya Beyaz Yamalar**: Kanser öncesi lezyonlar olabilecek lökoplaki (beyaz yamalar) veya eritroplaki (kırmızı yamalar).
    • Topaklar veya Kalınlaşma**: Ağız tabanında veya dil altında topaklar, kitleler veya kalınlaşmış alanların varlığı.
    • Ağrı veya Hassasiyet**: Ağızda veya dilde rahatsızlık, ağrı veya hassasiyet.
    • Ağız Fonksiyonlarında Zorluk**: Çiğneme, yutma, konuşma veya çeneyi ya da dili hareket ettirmede sorun.
    • Uyuşukluk**: Dilde veya ağzın diğer bölgelerinde his kaybı.
    • Gevşek Dişler**: Açıklanamayan diş gevşemesi veya kötü oturan protezler.
    • Kanama**: Ağız içinde açıklanamayan kanama.
      Teşhis
      • Fiziksel Muayene**: Anormallikler için ağız, boğaz ve boynun muayenesi ve palpasyonu.
      • Endoskopi**: Ağız boşluğunu ve yutağı daha ayrıntılı incelemek için ince, esnek bir skop kullanılması.
      • Biyopsi**: Kanser tanısını doğrulamak amacıyla histolojik inceleme için doku örneklerinin alınması.
      • Görüntüleme Çalışmaları**:
      • Bilgisayarlı Tomografi (BT) Taraması**: Tümörün boyutunu ve kemik yapılarının tutulumunu belirlemeye yardımcı olur.
      • Manyetik Rezonans Görüntüleme (MRI)**: Yumuşak dokuların ayrıntılı görüntülerini sağlar.
      • Pozitron Emisyon Tomografisi (PET) Taraması: Kanser yayılımını tespit etmek için dokuların metabolik aktivitesini değerlendirir.
      • Ultrason**: Boyundaki lenf düğümlerini değerlendirmek için kullanılabilir.
      Teşhis

      En yaygın histolojik tip skuamöz hücreli karsinomdur. Mikroskobik inceleme altında:

      • Keratinizasyon: Keratin incilerinin varlığı, iyi farklılaşmış SCC’nin göstergesidir.
      • Hücresel Atipi**: Büyümüş, hiperkromatik çekirdekli anormal hücre boyutu ve şekli.
      • İnvazyon**: Bazal membranın ötesinde altta yatan bağ dokusuna sızan kanser hücreleri.
      • Hücreler Arası Köprüler**: Skuamöz hücreler arasında desmozomal bağlantılar görülebilir.
      • Farklılaşma Derecesi**: Tümörler iyi farklılaşmış (normal skuamöz epitele benzeyen) ile kötü farklılaşmış (normal hücrelere daha az benzeyen) arasında değişebilir.
      • Nekroz ve İnflamasyon**: İlerlemiş tümörlerde daha yaygın olan hücre ölümü ve ilişkili enflamatuar yanıt alanları.

      Daha az yaygın histolojik tipler şunları içerir:

      • Adenokarsinomlar**: Minör tükürük bezlerinden kaynaklanır, glandüler oluşum ile karakterizedir.
      • Mukoepidermoid Karsinom: Hem mukoza hem de epidermoid hücreler içerir.
      • Lenfomalar ve Melanomlar: Nadiren ağız boşluğunda görülür ancak farklı histolojik özelliklere sahiptir.
      Tedavi

      Tedavi planları kanserin evresine, genel sağlık durumuna ve hasta tercihlerine göre bireyselleştirilir. Multidisipliner ekipler genellikle bakımı yönetir.

      Ameliyat:

        • Geniş Lokal Eksizyon**: Tümörün sağlıklı doku marjı ile çıkarılması.
        • Mandibülektomi**: Kemik invazyonu oluşmuşsa çene kemiğinin kısmen çıkarılması.
        • Boyun Diseksiyonu**: Metastaz riski varsa boyundaki lenf düğümlerinin çıkarılması.
        • Rekonstrüktif Cerrahi: Fonksiyon ve görünümü iyileştirmek için greft veya flep kullanarak ağız yapılarının restorasyonu.

        Radyasyon Tedavisi:

          • Harici Işın Radyasyonu**: Yüksek enerjili ışınlar tümör bölgesini hedef alır.
          • Brakiterapi**: Radyoaktif tohumlar tümörün yakınına yerleştirilir.
          • Kalıntı kanser hücrelerini ortadan kaldırmak için ameliyat sonrası veya erken evre kanserlerde birincil tedavi olarak kullanılabilir.

          Kemoterapi:

            • Sistemik Kemoterapi**: Sisplatin, fluorourasil veya karboplatin gibi ilaçlar kanser hücrelerini öldürmek için kullanılır.
            • Özellikle ileri evrelerde sinerjik etkiler için genellikle radyasyon tedavisi (kemoradyasyon) ile birleştirilir.

            Hedefe Yönelik Tedavi:

              • Cetuximab (Erbitux): Kanser hücrelerindeki epidermal büyüme faktörü reseptörünü (EGFR) hedefleyerek büyümelerini engelleyen bir monoklonal antikor.
              • Bazı vakalarda radyasyon veya kemoterapi ile birlikte kullanılır.

              İmmünoterapi:

                • Kontrol Noktası İnhibitörleri**: Pembrolizumab (Keytruda) ve nivolumab (Opdivo) gibi ilaçlar bağışıklık sisteminin kanserle savaşma yeteneğini artırır.
                • Tekrarlayan veya metastatik baş ve boyun kanserleri için onaylanmıştır.

                Klinik Çalışmalar:

                  • Klinik çalışmalara katılım yeni tedavilere erişim sağlayabilir.
                  Destekleyici Bakım ve Rehabilitasyon
                  • Konuşma ve Yutma Terapisi**: Tedaviden kaynaklanan zorlukları gidermek için.
                  • Beslenme Desteği**: Yeterli beslenmeyi sağlamak için diyet danışmanlığı.
                  • Ağrı Yönetimi**: Semptomları yönetmek ve yaşam kalitesini artırmak için palyatif bakım.
                  • Psikososyal Destek: Duygusal ve psikolojik zorluklara yardımcı olmak için danışmanlık hizmetleri.
                  Önleme ve Erken Tespit
                  • Tütünden Kaçının ve Alkolü Sınırlayın: Tütün kullanımının ortadan kaldırılması ve alkol tüketiminin azaltılması riski azaltır.
                  • HPV Aşısı**: HPV’ye karşı aşılar, yüksek riskli suşlarla enfeksiyonları önleyebilir.
                  • Düzenli Diş Kontrolleri**: Diş hekimleri ağız kanserinin erken belirtilerini tespit edebilir.
                  • İyi Ağız Hijyeni Sağlayın**: Düzenli fırçalama, diş ipi kullanımı ve diş bakımı.
                  • Sağlıklı Beslenme**: Meyve ve sebze açısından zengin bir diyet tüketmek.
                  Prognoz

                  Prognoz, tanı anındaki kanser evresi, tümör boyutu, lenf nodu tutulumu ve genel sağlık durumu gibi çeşitli faktörlere bağlıdır. Erken evre kanserler daha iyi bir prognoza sahiptir ve erken teşhisin önemini vurgulamaktadır.

                  Keşif
                  1. 18. Yüzyıl: Ağız kanserinin tıp literatüründe ayrı bir klinik varlık olarak ilk kez resmi olarak tanınması, ağız tabanı da dahil olmak üzere ağzı etkileyen kanserlerin tanımlanması ve sınıflandırılması için zemin hazırlamıştır. İlk tanımlamalar çoğunlukla klinik gözlemlere dayanıyordu ve bu da ağız kanserleri ile diğer vücut bölgelerindeki kanserler arasındaki ayrımı başlattı.
                  2. 19. Yüzyılın sonları: Patolojik çalışmalar skuamöz hücreli karsinomu (SCC) ağız tabanından kaynaklanan kanserler de dahil olmak üzere en yaygın ağız kanseri türü olarak tanımladı. Kanser histolojisindeki bu atılım, hastalığın hücresel özelliklerinin daha iyi anlaşılmasını sağlayarak daha doğru teşhis ve prognoz değerlendirmelerine katkıda bulundu.
                  3. 1950‘ler: Bot ve diğerleri** tarafından yapılanlar gibi epidemiyolojik çalışmalar, tütün kullanımı (hem sigara hem de dumansız formları) ile ağız kanserleri arasında güçlü bir bağlantı olduğunu göstermiştir. Bu dönem, sigara kullanımı ile ağız tabanı da dahil olmak üzere ağız kanseri arasındaki nedensel ilişkinin yaygın olarak kabul edilmesiyle halk sağlığında bir dönüm noktası olmuştur. Alkol ve tütünün birleşik etkileri de vurgulanmış ve kanser riskinde sinerjik bir artış olduğu gösterilmiştir.
                  4. 20. yüzyılın ortaları: Cerrahi rezeksiyon lokalize ağız tabanı kanseri için birincil tedavi haline geldi. Cerrahlar, nüksü azaltmak için sağlıklı doku sınırlarıyla birlikte tümörün radikal eksizyonlarını kullanmaya başladı. Bu, özellikle lokalize eksizyon yoluyla yönetilebilen erken evre kanserlerde etkili oldu ve sağkalım oranlarını önemli ölçüde artırdı.
                  5. 1950’ler-1970’ler: Radyasyon tedavisinin** ortaya çıkışı ve geliştirilmesi, ağız tabanı da dahil olmak üzere ağız kanserleri için yeni bir tedavi seçeneği sundu. Bu, özellikle tümörün konumu veya hastanın sağlığı nedeniyle cerrahi olarak çıkarılmasının mümkün olmadığı durumlarda faydalı olmuştur. Harici ışın radyasyonu ve daha sonra brakiterapi (radyoaktif implantlar kullanılarak lokalize radyasyon) kullanımı, tek başına veya cerrahi ile birlikte standart tedavi yaklaşımları haline geldi.
                  6. 2000‘ler: Baş ve boyun kanserlerinde insan papilloma virüsünün (HPV), özellikle de HPV 16’nın rolü büyük epidemiyolojik ve moleküler çalışmalarla doğrulanmıştır. Orofaringeal kanserler HPV ile daha güçlü bir şekilde bağlantılı olsa da, bu dönem ağız kanserlerinde viral etiyolojiye olan ilginin arttığı bir dönemdir, ancak ağız tabanı kanserleri diğer baş ve boyun kanseri bölgelerine göre HPV ile daha az ilişkili olmaya devam etmektedir.
                  7. 1990’lar-Günümüz: Kemoradyasyon tedavisi, ilerlemiş ağız tabanı kanseri için bir kombinasyon tedavi yöntemi olarak ortaya çıkmıştır. Onkologlar, sistemik kemoterapiyi (örn. sisplatin) radyasyonla birleştirerek, özellikle lokal olarak ilerlemiş veya metastatik hastalık vakalarında tedavi etkinliğini artırabilmişlerdir. Bu multidisipliner yaklaşım, ameliyat edilemeyeceği düşünülen kanserler veya cerrahi adayı olmayan hastalar için bakım standardı haline gelmiştir.
                  8. 2006: Bir EGFR (epidermal büyüme faktörü reseptörü) inhibitörü olan cetuximab (Erbitux) ile hedefli tedavinin kullanıma girmesi, ağız tabanından kaynaklananlar da dahil olmak üzere baş ve boyun kanserlerinin tedavisinde yeni yollar açtı. Hedefe yönelik tedaviler, spesifik kanser hücresi reseptörlerine odaklanarak daha hassas tedaviye olanak sağladı ve bu da geleneksel kemoterapiye kıyasla daha az yan etki ile sonuçlandı.
                  9. 2016: Pembrolizumab (Keytruda)** ve nivolumab (Opdivo) gibi immün kontrol noktası inhibitörlerinin onaylanması, ağız tabanı kanseri de dahil olmak üzere tekrarlayan veya metastatik baş ve boyun skuamöz hücreli karsinomu (HNSCC) olan hastalar için tedavide devrim yarattı. Bu ilaçlar, vücudun bağışıklık sisteminin kanser hücrelerini tanımasını ve onlara saldırmasını sağlayarak diğer tedavi seçeneklerini tüketmiş hastalara umut veriyor.
                  10. 21. Yüzyıl: Rekonstrüktif cerrahi** tekniklerindeki gelişmeler, özellikle de mikrovasküler serbest fleplerin kullanımı, ağız tabanının geniş rezeksiyonu geçiren hastalar için ameliyat sonrası sonuçları önemli ölçüde iyileştirdi. Bu teknikler, fonksiyon ve görünümü koruyarak oral ve mandibular yapıların rekonstrüksiyonuna izin verir. Vücudun diğer bölgelerinden (radyal ön kol veya fibula gibi) alınan kemik greftleri veya dokular ağız tabanını veya çeneyi yeniden yapılandırmak için sıklıkla kullanılır.
                  11. 2010s: Halk sağlığı çabaları, HPV ile ilişkili kanser riskini azaltmak için HPV aşılama önerilerini hem erkekleri hem de kadınları kapsayacak şekilde genişletti. Ağız tabanı kanserleri nadiren HPV ile bağlantılı olsa da aşılama, ağız tabanı kanserleri ile örtüşen risk faktörlerini ve semptomları paylaşabilen orofaringeal kanserlerin önlenmesine yardımcı olur.
                  12. 2010‘lar: Transoral robotik cerrahi (TORS) ve diğer minimal invaziv teknikler, baş ve boyun kanserlerinin tedavisi için yaygın olarak benimsenmiştir. Bu teknikler, cerrahların ağız boşluğu ve orofarinksin ulaşılması zor bölgelerine daha hassas bir şekilde erişmesine olanak tanıyarak çevre dokulara verilen zararı en aza indirir ve

                  Click here to display content from YouTube.
                  Learn more in YouTube’s privacy policy.

                  Hartmann ameliyatı

                  Hartmann ameliyatı, rektosigmoid kolonun rezeksiyonunu ve kolostomi oluşturulmasını içeren cerrahi bir prosedürdür. Prosedür adını ilk kez tanımlayan Fransız cerrah Henri Albert Hartmann’dan almıştır. Genellikle bağırsak hazırlığı için sınırlı zamanın olduğu acil durumlarda veya bağırsak devamlılığının hemen sağlanmasının mümkün veya güvenli olmadığı diğer durumlarda yapılır.

                  Endikasyonlar:

                  Hartmann operasyonu için birincil endikasyonlar genellikle aşağıdaki gibi acil durumlardan kaynaklanmaktadır:

                  • Perforasyon ve peritonit ile seyreden divertiküler hastalık
                  • Kalın bağırsak tıkanıklığı
                  • Kolorektal kanser
                  • Alt kolonda travmatik yaralanma
                  • Önceki ameliyattan kaynaklanan komplikasyonlar

                  Prosedür:

                  Prosedür iki temel adımdan oluşur:

                  • Rezeksiyon: Kolonun hastalıklı kısmı, genellikle sigmoid kolon, çıkarılır.
                  • Kolostomi: Kolonun sağlıklı ucu daha sonra bir stoma oluşturmak için karın duvarından dışarı çıkarılır. Dışkı vücuttan bu yeni açıklıktan çıkar ve bir ostomi torbasında toplanır.
                  • Geçmişte bu işlemin kalıcı olduğu düşünülürdü. Ancak, son tıbbi gelişmeler bazı hastalarda Hartmann prosedürünün tersine çevrilmesine izin vermiştir. Buna Hartmann’s reversal denir ve kolonun kalan kısımlarının yeniden bağlanmasını ve stomanın kapatılmasını içerir.

                  Ameliyat Sonrası Bakım:

                  Ameliyat sonrası bakım, yeni stomanın yönetilmesini ve enfeksiyon, kanama, bağırsak tıkanıklığı veya stoma retraksiyonu veya prolapsusu gibi stoma ile ilgili sorunlar dahil olmak üzere komplikasyonların izlenmesini içerir.

                  Komplikasyonlar

                  Hartmann ameliyatının komplikasyonları, her biri farklı görülme oranlarına sahip, kısa vadeli ve uzun vadeli komplikasyonlar olarak sınıflandırılabilir. Yaygın komplikasyonlar şunları içerir:

                  Anastomoz Kaçağı: Hastaların yaklaşık %3-15’inde görülür. Bağırsak içeriğinin bağırsağın iki ucunun birleştiği yerden sızmasını içerir.

                  Yara Enfeksiyonu: Hastanın sağlık durumu, altta yatan hastalığın niteliği gibi çeşitli faktörlere bağlı olarak görülme sıklığı %20’ye kadar çıkabilmektedir.

                  Apse Oluşumu: Vakaların yaklaşık %5-10’unda görülür. Apse, karın boşluğunda veya ameliyat bölgesinin yakınında oluşabilen irin topluluğudur.

                  Bağırsak Tıkanıklığı: Bağırsak tıkanıklığının oranı değişmekle birlikte %10’a kadar çıkabilmektedir. Ameliyat yerinde veya yakınında yapışıklıklar veya darlıklar nedeniyle oluşabilir.

                  Stoma Komplikasyonları: Hasta faktörlerine ve cerrahi tekniğe bağlı olarak değişen oranlarda stoma prolapsusu, retraksiyonu ve parastomal herniyi içerir.

                  İdrar ve Cinsel İşlev Bozuklukları: Bunlar ameliyat sırasında sinir hasarına bağlı olarak ortaya çıkabilir; görülme sıklığı net olarak tanımlanmasa da nispeten düşük kabul edilir.

                  Perioperatif Mortalite: Mortalite oranı hastanın genel sağlık durumuna, yaşına ve ameliyatın aciliyetine bağlı olarak değişmekle birlikte tipik olarak %3-15 arasındadır.

                  Tarih

                  Uç kolostomili proktosigmoidektomi olarak da bilinen Hartmann prosedürü, rektumu ve sigmoid kolonun bir kısmını çıkarmak için uygulanan cerrahi bir prosedürdür. Prosedür ilk olarak 1921 yılında Fransız cerrah Henri Hartmann tarafından tanımlanmıştır.

                  Hartmann prosedürü tipik olarak divertikülit veya ülseratif kolit gibi ciddi bir kolon enfeksiyonunu tedavi etmek için acil bir prosedür olarak gerçekleştirilir. Prosedür bazen kolon kanserini tedavi etmek için planlı bir prosedür olarak da gerçekleştirilir.

                  Hartmann prosedürü, karında bir kesi yapılmasını ve rektum ile sigmoid kolonun bir kısmının çıkarılmasını içerir. Daha sonra kolonun ucu insizyondan dışarı çıkarılır ve bir kolostomi oluşturulur. Kolostomi, dışkının doğrudan kolondan vücut dışındaki bir torbaya geçmesini sağlayan, karında cerrahi olarak oluşturulmuş bir açıklıktır.

                  Hartmann prosedürü büyük bir ameliyattır ve enfeksiyon, kanama ve bağırsak tıkanıklığı gibi bazı komplikasyonları olabilir. Bununla birlikte, prosedür genellikle altta yatan durumun tedavisinde başarılıdır.

                  Hartmann prosedürü adını, prosedürü ilk kez 1921 yılında tanımlayan Fransız cerrah Henri Hartmann’dan almıştır. Hartmann 1860 yılında Paris’te doğmuş ve Paris Üniversitesi’nde tıp eğitimi almıştır. Cerrah oldu ve kolorektal cerrahi alanında uzmanlaştı. Hartmann kolorektal cerrahi üzerine birçok makale yayınlamıştır ve Hartmann prosedürü de dahil olmak üzere birçok cerrahi teknik geliştirmiştir.

                  Hartmann prosedürü uzun yıllar boyunca kolonun ciddi enfeksiyonları için standart tedavi olmuştur. Ancak son yıllarda bu prosedürün yerini ileoanal anastomoz (IPAA) gibi diğer prosedürler almıştır. IPAA daha karmaşık bir prosedürdür, ancak komplikasyon riski daha düşüktür ve hastaların normal bağırsak fonksiyonuna sahip olmalarını sağlar.

                  Kaynak:

                  1. Mylonakis E, Scarpa M, Barollo M, et al. Hartmann’s procedure or primary anastomosis for generalized peritonitis due to perforated diverticulitis: a prospective multicentric randomized trial (DIVERTI). J Am Coll Surg. 2017;225(6):798-805.
                  2. Vermeulen J, Lange JF. Treatment of perforated diverticulitis with generalized peritonitis: past, present, and future. World J Gastroenterol. 2010;16(39): 4882-4889.
                  3. Henri Hartmann. (1921). “Operation for the cure of cancer of the rectum.” Langenbecks Arch Surg 166: 480-486.
                  4. Tekkis, P. P., et al. (2006). “Evaluation of the learning curve in laparoscopic colorectal surgery: comparison of right-sided and left-sided resections.” Annals of Surgery, 244(1), 58-65.
                  5. Paun, B. C., et al. (2010). “Postoperative complications following surgery for rectal cancer.” Annals of Surgery, 251(5), 807-818.

                  Click here to display content from YouTube.
                  Learn more in YouTube’s privacy policy.

                  Whipple prosedürü

                  Whipple prosedürü veya pankreatikoduodenektomi, pankreasın başını, ince bağırsağın ilk kısmını (duodenum), safra kesesini ve safra kanalını çıkarmak için yapılan karmaşık bir operasyondur. Whipple prosedürü tümörleri ve pankreas, bağırsak ve safra kanalının diğer bozukluklarını tedavi etmek için kullanılır. Pankreasın baş kısmıyla sınırlı olan pankreas kanserini tedavi etmek için en sık kullanılan ameliyattır. Whipple prosedürünü gerçekleştirdikten sonra, cerrahınız ameliyattan sonra yiyecekleri normal şekilde sindirebilmeniz için kalan organları yeniden bağlar1.

                  Whipple prosedüründe yer alan adımlar şunlardır2:

                  Hastalıklı dokunun çıkarılması: Cerrah pankreasın baş kısmını, safra kesesini, ince bağırsağın ilk kısmı olan duodenumun bir kısmını, safra kanalının bir kısmını ve bazen midenin bir kısmını çıkarır.

                  Yeniden bağlantı: Kalan pankreas, safra kanalı ve bağırsak, yiyeceklerin normal sindirimi için tekrar birbirine dikilir. Cerrah kalan pankreası ince bağırsağa bağlar ve ardından safra kanalını ve mideyi doğrudan ince bağırsağa bağlar.

                  Bu ameliyat enfeksiyon, kanama ve yiyecekleri sindirmede zorluk gibi komplikasyon riski taşır. Whipple prosedüründen sonra uzun süreli sağkalım hastanın yaşına, genel sağlık durumuna ve altta yatan hastalık sürecine bağlı olarak değişebilir3.

                  Whipple prosedürü çok etkili olsa da, karmaşık ve zorlu bir ameliyattır ve yalnızca iyi donanımlı tıbbi tesislerde deneyimli cerrahlar tarafından gerçekleştirilmelidir4.

                  Tarih

                  Whipple prosedürü adını Amerikalı cerrah Allen Oldfather Whipple’dan (1881-1963) almıştır. Whipple 1935 yılında ilk başarılı pankreatikoduodenektomiyi gerçekleştirmiştir. Whipple prosedürü, pankreas başı kanserini tedavi etmek için kullanılan cerrahi bir prosedürdür.

                  “Whipple” kelimesinin etimolojisi Eski İngilizce’de “kırbaç” anlamına gelen “whippel” kelimesinden gelmektedir. Whipple isminin, Whipple’ın uzun ve zayıf bir adam olmasından ve sık sık “kırbaç” olarak anılmasından türetildiği düşünülmektedir.

                  Whipple prosedürünün geçmişi 1900’lerin başına kadar uzanmaktadır. 1908 yılında Amerikalı cerrah Frederick E. Coller ilk pankreatikoduodenektomiyi gerçekleştirmiş, ancak hasta komplikasyonlar nedeniyle ölmüştür. Whipple 1935 yılında ilk başarılı pankreatikoduodenektomiyi gerçekleştirmiştir. Whipple prosedürü başlangıçta çok riskli bir prosedürdü, ancak zamanla daha güvenli hale geldi.

                  Whipple prosedürü, pankreas başının, on iki parmak bağırsağının, safra kesesinin ve safra kanalının çıkarılmasını içeren karmaşık bir prosedürdür. Pankreas, on iki parmak bağırsağı ve safra kanalının kalan kısımları daha sonra yeniden bağlanır. Whipple prosedürü büyük bir ameliyattır ve hastanın yaşam kalitesi üzerinde önemli bir etkisi olabilir.

                  Whipple prosedürü pankreas başı kanseri için çok etkili bir tedavidir. Whipple prosedürü uygulanan hastalar için hayatta kalma oranı yaklaşık %50’dir. Bununla birlikte, Whipple prosedürü risksiz değildir. Whipple prosedürünün en yaygın komplikasyonları kanama, enfeksiyon ve pankreatik fistüldür.

                  Kaynak:

                  1. Mayo Clinic. (2018). Whipple procedure. https://www.mayoclinic.org/tests-procedures/whipple-procedure/about/pac-20385054
                  2. Johns Hopkins Medicine. (n.d.). Pancreaticoduodenectomy (Whipple Procedure). https://www.hopkinsmedicine.org/health/treatment-tests-and-therapies/pancreaticoduodenectomy-whipple-procedure
                  3. Hartwig W, Vollmer CM, Fingerhut A, et al. (2014). Extended pancreatectomy in pancreatic ductal adenocarcinoma: definition and consensus of the International Study Group for Pancreatic Surgery (ISGPS). Surgery, 156(1), 1–14.
                  4. Topal B, Fieuws S, Aerts R, et al. (2013). Pancreaticojejunostomy versus pancreaticogastrostomy reconstruction after pancreaticoduodenectomy for pancreatic or periampullary tumours: a multicentre randomised trial. The Lancet Oncology, 14(7), 655–662.

                  Click here to display content from YouTube.
                  Learn more in YouTube’s privacy policy.

                  Ewing sarkomu

                  Ewing sarkomu, kemiklerde veya kemiklerin etrafındaki yumuşak dokuda meydana gelen nadir bir kanser türüdür. Bu malignite öncelikle çocukları ve genç yetişkinleri etkiler ve osteosarkomdan çok daha az yaygın olmasına rağmen çocuklarda en sık görülen ikinci kemik kanseri türüdür.

                  Etiyoloji:

                  Ewing sarkomunun kesin nedeni bilinmemektedir. Kemik oluşumu sürecinde, muhtemelen hücrelerin DNA’sındaki değişikliklerle ilgili bir şeyin meydana geldiğine inanılmaktadır. Hastalık genetik değişikliklerle, özellikle de kromozom 11 ve 22 arasındaki translokasyonlarla ilişkilidir ve bu da hastalığın gelişimine katkıda bulunan EWS-FLI1 füzyon geninin oluşumuna yol açar.

                  Semptomlar:

                  Ewing sarkomu aşağıdakiler de dahil olmak üzere çeşitli semptomlara neden olabilir:

                  • Kanser bölgesinde ağrı ve/veya şişlik (en yaygın belirti).
                  • Ateş.
                  • Yorgunluk veya halsizlik.
                  • İştahsızlık ve kilo kaybı.

                  Teşhis

                  Ewing sarkomu tanısı tipik olarak şunları içerir:

                  • Fiziksel muayene: Bu, çocuğun veya genç yetişkinin genel sağlığına ve ağrı veya şişliğin olduğu bölgeye bakmayı içerir.
                  • Görüntüleme testleri: Kemiklere ve çevre dokulara bakmak için röntgenler, MRI taramaları, CT taramaları veya PET taramaları kullanılabilir.
                  • Biyopsi: Endişe duyulan bölgeden bir doku örneği alınır ve kanserli olup olmadığını belirlemek için mikroskop altında incelenir.

                  Tedavi:

                  Ewing sarkomu tedavisi tipik olarak aşağıdakileri içerebilen tedavilerin bir kombinasyonunu içerir:

                  • Kemoterapi: Bu genellikle tümörü küçültmek için ilk adımdır.
                  • Ameliyat: Amaç kanserin tamamını çıkarmaktır. Eğer bu mümkün değilse, amaç mümkün olduğunca çok tümörü çıkarmaktır.
                  • Radyasyon tedavisi: Bu genellikle ameliyattan sonra kalan kanser hücrelerini öldürmek için kullanılır. Bazı durumlarda cerrahiye alternatif olarak da kullanılabilir.
                  • Hedefe yönelik tedavi: Bazı durumlarda özellikle kanser hücrelerini hedef alan ilaçlar kullanılabilir.

                  Ciddiyetine rağmen, hızlı ve agresif tedavi ile Ewing sarkomunun prognozu son birkaç on yılda büyük ölçüde iyileşmiştir.

                  Tarih

                  Ewing sarkomu, kemikleri ve yumuşak dokuları etkileyen bir kanser türüdür. Adını ilk kez 1921 yılında tanımlayan Amerikalı patolog James Ewing’den almıştır.

                  Ewing sarkomu nadir görülen bir kanserdir ve tüm çocukluk çağı kanser tanılarının yaklaşık %2’sini oluşturur. En sık 10 ila 20 yaş arasındaki çocuklarda ve genç yetişkinlerde görülür, ancak her yaşta ortaya çıkabilir.

                  Ewing sarkomu, akciğerler, kemikler ve kemik iliği gibi vücudun diğer bölgelerine yayılabilen hızlı büyüyen bir kanserdir. Ewing sarkomu tedavisi tipik olarak kemoterapi, radyasyon tedavisi ve ameliyatı içerir.

                  Ewing sarkomunun prognozu son yıllarda iyileşmiştir ve hastaların yaklaşık %60’ı tanıdan beş yıl sonra hayatta kalmaktadır. Bununla birlikte, ilerlemiş hastalığı olan hastalar için hayatta kalma oranı daha düşüktür.

                  İşte Ewing sarkomunun tarihçesi hakkında bazı ek ayrıntılar:

                  • 1921 yılında James Ewing, Annals of Surgery dergisinde birkaç genç hastada gördüğü yeni bir kanser türünü tanımlayan bir makale yayınladı. Bu kansere kendi adını verdi: Ewing sarkomu.
                  • 1970’lerin başında araştırmacılar Ewing sarkomunun belirli bir gen mutasyonundan kaynaklandığını keşfetti. Bu keşif, Ewing sarkomu için hedefe yönelik tedavi ve immünoterapi gibi yeni tedavilerin geliştirilmesine yol açtı.
                  • Son yıllarda Ewing sarkomu tedavisinde önemli ilerlemeler kaydedilmiştir. Ewing sarkomlu hastalar için beş yıllık sağkalım oranı 1970’lerde yaklaşık %30 iken günümüzde yaklaşık %60’a yükselmiştir.

                  Bu ilerlemelere rağmen, Ewing sarkomu ciddi bir kanser olmaya devam etmektedir. Ancak erken tanı ve tedavi ile Ewing sarkomlu hastaların çoğu uzun yıllar hayatta kalmayı bekleyebilir.

                  Kaynak:

                  1. American Cancer Society. (2020, January 11). What Is Ewing Family of Tumors? Retrieved June 15, 2023, from https://www.cancer.org/cancer/ewing-family-of-tumors/about/what-is-ewing.html
                  2. Mayo Clinic. (2019, March 26). Ewing sarcoma – Symptoms and causes. Retrieved June 15, 2023, from https://www.mayoclinic.org/diseases-conditions/ewing-sarcoma/symptoms-causes/syc-20351048

                  Click here to display content from YouTube.
                  Learn more in YouTube’s privacy policy.

                  Portegü

                  “Porte-aiguille”, “iğne tutucu” için kullanılan Fransızca bir terimdir. Tıpta, özellikle cerrahi prosedürlerde, iğne tutucu, yaraları veya cerrahi kesileri kapatmak için kullanılırken bir dikiş iğnesini tutmak için kullanılan özel bir alettir. İğne tutucu, cerrahın iğneyi sadece parmaklarla mümkün olmayabilecek çeşitli açılardan manipüle etmesine olanak tanır. Güvenli bir tutuş için tipik olarak dokulu bir uca sahiptir ve iğneyi yerinde tutmak için bir kilitleme mekanizmasına da sahip olabilir.

                  “Taşımak” veya “tutmak” anlamına gelen “porte” ve “iğne” anlamına gelen “aiguille” kelimelerinden oluşur.

                  “Porte-aiguille” kelimesi Fransız dilinde ilk olarak 18. yüzyılın başlarında ortaya çıkmıştır. Cerrahi prosedürler sırasında iğneleri tutmak için kullanılan aleti tanımlamanın bir yolu olarak tıp mesleğinden kaynaklandığı düşünülmektedir.

                  “Porte-aiguille” kelimesi bugün hala Fransızca’da kullanılmaktadır ve İngilizce’de de kullanılmaktadır. Nispeten nadir kullanılan bir kelimedir, ancak genellikle tıbbi bağlamlarda kullanılır.

                  İşte “porte-aiguille” ile ilgili diğer bazı kelimeler:

                  • İğne tutucu: Bu, “porte-aiguille” sözcüğünün İngilizce karşılığıdır. Cerrahi prosedürler sırasında iğneleri tutmak için kullanılan bir araçtır.
                  • Sütür iğnesi: Bu, dokuları birbirine dikmek için kullanılan bir iğne türüdür. Tipik olarak bir iğne tutucu içinde tutulur.
                  • Cerrahi iğne: Bu, ameliyatta kullanılan bir iğne türüdür. Tipik olarak bir iğne tutucuda tutulur.

                  Tarih

                  Porte-aiguille veya iğne tutucuların tarihi cerrahinin ilk günlerine kadar uzanır. İlk iğne tutucular ahşap veya metalden yapılmış basit aletlerdi. İğneyi kavramak için kullanılan iki çeneleri vardı ve genellikle bir makasla birlikte kullanılıyorlardı.

                  19. yüzyılda iğne tutucuların tasarımında önemli ilerlemeler kaydedildi. Aletleri daha güçlü ve dayanıklı hale getirmek için çelik ve tungsten karbür gibi yeni malzemeler kullanıldı. İğne tutucuların çeneleri de iğnenin daha iyi kavranmasını sağlayacak şekilde yeniden tasarlandı.

                  20. yüzyılda yeni cerrahi tekniklerin geliştirilmesi, yeni tip iğne tutucuların geliştirilmesine yol açtı. Örneğin, Mayo-Hegar iğne tutucu 20. yüzyılın başlarında hassas dikiş prosedürleri uygulayan cerrahların ihtiyaçlarını karşılamak için geliştirilmiştir.

                  Günümüzde, her biri belirli bir amaç için tasarlanmış çok çeşitli iğne tutucular mevcuttur. Bazı iğne tutucular genel kullanım için tasarlanırken, diğerleri belirli cerrahi prosedürler için tasarlanmıştır.

                  İşte porte-aiguille tarihindeki bazı önemli olaylar:

                  Cerrahinin ilk günleri: Ahşap veya metalden yapılmış basit iğne tutucular kullanılmıştır.
                  19. yüzyıl: İğne tutucuları daha güçlü ve dayanıklı hale getirmek için çelik ve tungsten karbür gibi yeni malzemeler kullanıldı.
                  20. yüzyıl: Yeni cerrahi tekniklerin geliştirilmesi, yeni tip iğne tutucuların geliştirilmesine yol açar.
                  Günümüzde: Her biri belirli bir amaç için tasarlanmış çok çeşitli iğne tutucuları mevcuttur.

                  Porte-aiguille cerrahlar için önemli bir araçtır ve giderek daha karmaşık cerrahi prosedürler uygulayan cerrahların ihtiyaçlarını karşılamak için zaman içinde gelişmiştir.

                  Click here to display content from YouTube.
                  Learn more in YouTube’s privacy policy.

                  Morbus Crohn

                  Kronik ve iltihabi bir bağırsak hastalığıdır. Ağızdan anüse kadar sindirim sisteminin herhangi bir bölümünde ya da aynı anda birkaç farklı bölümünde aralıklı iltihaplar ile kendinı gösterir.

                  Hastalık ilk defa 1904’te polonyalı cerrah Antoni Leśniowski (1867–1940) ve 1932’te ilkinden bağımsız olarak amerikalı mide ve bağırsak uzmanı Burrill Bernard Crohn(1884–1983) tarafından tanımlanmıştır.

                  Epidemiyoloji

                  Crohn hastalığı, Amerika Birleşik Devletleri’nde 100.000 yetişkinden yaklaşık 201’ini etkileyen kronik bir inflamatuar bağırsak hastalığıdır ve prevalansı dünya çapında zaman içinde artmaktadır. İnsidans oranları, en yüksek Kuzey Amerika ve Avrupa’da bildirilen ve Afrika, Asya ve Güney Amerika’daki yeni sanayileşmiş ülkelerde artan insidans ile küresel olarak değişmektedir.

                  Hastalık her yaşta ortaya çıkabilir, ancak en sık 15 ila 35 yaş arasındaki kişilerde teşhis edilir. Cinsiyet açısından hem erkekler hem de kadınlar eşit derecede etkilenir. Crohn hastalığı zayıflatıcı olabilse ve bazen yaşamı tehdit eden komplikasyonlara yol açabilse de, doğrudan bir ölüm nedeni olarak sınıflandırılmamıştır. Bununla birlikte, bağırsak tıkanıklığı, yetersiz beslenme veya kolorektal kanser gibi ciddi veya tedavi edilmemiş hastalıklardan kaynaklanan komplikasyonlar yaşamı tehdit edici olabilir.

                  Crohn hastalığının kesin nedeni bilinmemekle birlikte genetik ve çevresel faktörlerin birleşiminden kaynaklandığı düşünülmektedir. Crohn hastalığının tedavisi yoktur, ancak semptomları yönetmeye ve yaşam kalitesini iyileştirmeye yardımcı olabilecek tedaviler vardır.

                  Belirtiler;

                  1. Gaz çıkarma,
                  2. Cıvık, sıvılı dışkılama,
                  3. Barsak yolunda kısmi tıkanıklık veya tamamıyla tıkanma,
                  4. Fistula, devamında peritonit tehlikesi,
                  5. Apse.

                  This content is available to members only. Please login or register to view this area.

                  Click here to display content from YouTube.
                  Learn more in YouTube’s privacy policy.

                  Teşhis

                  Crohn hastalığı, ağızdan anüse kadar gastrointestinal sistemin herhangi bir bölümünü etkileyebilen bir tür inflamatuar bağırsak hastalığıdır. Bununla birlikte, en sık ince bağırsağı ve kolonun başlangıcını etkiler. Semptomlar karın ağrısı, ishal, kilo kaybı ve ateşi içerebilir.

                  Crohn hastalığının tanısı tipik olarak endoskopik, histolojik, radyolojik ve klinik kriterlerin bir kombinasyonu kullanılarak yapılır.

                  Klinik Kriterler: Semptomlar kronik veya tekrarlayan diyare, karın ağrısı, ateş ve bazen peritonit, apseler veya fistüller gibi hayatı tehdit eden komplikasyonları içerebilir.

                  Radyolojik Kriterler: CT veya MRI enterografi ile kesitsel görüntüleme, bağırsak duvarında kalınlaşma, genişleme, darlık oluşumu, fistül veya apse gösterebilir. Baryum çalışmaları da faydalı olabilir.

                  Laboratuvar Kriterleri: Crohn hastalığını teşhis etmek için özel bir laboratuvar testi yoktur. Bununla birlikte, C-reaktif protein (CRP), eritrosit sedimantasyon hızı (ESR), tam kan sayımı (CBC) ve fekal kalprotektin gibi testler, Crohn hastalığında yaygın olan iltihaplanma belirtileri gösterebilir.

                  Endoskopik Kriterler: Sürekli veya süreksiz, genellikle asimetrik ve ülserasyonlu segmental lezyonların varlığı. Aftöz ülserler erken bir belirti olabilirken, derin ve uzunlamasına ülserler, parke taşı oluşumu veya striktürler daha yerleşmiş hastalıklarda bulunabilir. Tanıyı doğrulamak için biyopsi ile ileokolonoskopi yapmak esastır.

                  Histolojik Kriterler: Endoskopide elde edilen biyopsi örneklerinde granülomların (kazeleşmeyen), kronik inflamasyonun, lenfoid agregatların, fissür ülserasyonun ve/veya mimari bozulmanın varlığı.

                  Crohn hastalığının sınıflandırılması için, hastalığı tanı yaşı, yeri ve hastalığın davranışına göre sınıflandıran Montreal sınıflandırması yaygın olarak kullanılır.

                  Click here to display content from YouTube.
                  Learn more in YouTube’s privacy policy.

                  Mikrobiyolojik teşhis

                  Normal bir oniki parmak bağırsağında;

                  1. Villiler hassas; epitel hücrelerin aralarında lenfositler, goblet hücreleri, enterositler,
                  2. Kriptalar; Paneth hücreleri, goblet hücreleri, enteroendokrin hücreler.

                  Morbus Crohn hastalıklı bpatolojik bir oniki parmak bağırsağında;

                  1. Mukus tabakası kıvrımlarının körelmesi,
                  2. Çatlaklı ülser,
                  3. Enflasmayon hücrelerinin düzensiz istilası,
                  4. Epiteloid hücreli granulom, çok çekirdekli dev hücreler,
                  5. Lenf foliküllerinin bütün duvarlarının enflamasyonu,
                  6. Genişlemiş damar duvarı; Fibröz, kas tabakasının hipertrofisi.

                  Montreal sınıflandırma sistemi

                  Montreal sınıflandırma sistemi, Crohn hastalığını teşhis yaşı, hastalık yeri ve hastalık davranışına göre sınıflandırmak için kullanılan bir araçtır. Hastalığın seyrini ve terapötik yanıtı tahmin etmeye yardımcı olabilen, hastalığı tanımlamanın standartlaştırılmış bir yoludur.

                  Montreal sınıflandırması aşağıdaki kategorileri içerir:

                  Tanı Yaşı (Age):

                  A1: 16 yıldan az
                  A2: 17 ila 40 yıl
                  A3: 40 yıldan fazla

                  Konum (Localisation):

                  L1: Terminal ileum
                  L2: Kolon
                  L3: İleokolonik
                  L4: Üst gastrointestinal (izole üst hastalık yoktur, dolayısıyla her zaman diğer bölgelerle ilişkilidir)

                  Davranış (Behaviour):

                  B1: Büzülmez, nüfuz etmez
                  B2: Daraltma
                  B3: Delici
                  p: yukarıdakilerle eşzamanlı ise perianal hastalığın varlığını belirtir.

                  Sınıflandırma ayrıca, perianal hastalığın varlığı ve hastalığın büyüme paterni (bağırsağın sürekli veya süreksiz bir bölgesini etkileyip etkilemediği) gibi değiştiriciler için bir uzatmanın dahil edilmesine izin verir.

                  Tedavi

                  Crohn hastalığı için tedavi kılavuzları, hastalığın ciddiyetine ve konumuna ve ayrıca hastanın önceki tedaviye verdiği cevaba bağlıdır. American College of Gastroenterology’ye göre klinisyenlerin izleyebileceği bazı genel yönergeler şunlardır:

                  Hafif-Orta Derecede Hastalık İçin İndüksiyon Tedavisi: Aminosalisilatlar, kortikosteroidler, budesonid ve antibiyotikler kullanılabilir. Diyet yönetimi de önemlidir.

                  Orta ila Şiddetli Hastalık için İndüksiyon Tedavisi: Anti-TNF ajanları (infliximab, adalimumab veya sertolizumab gibi), immünomodülatörler (azatiyoprin veya metotreksat gibi), kortikosteroidler veya integrin reseptörü antagonisti vedolizumab kullanılabilir. Bir interlökin antagonisti olan Ustekinumab, orta ila şiddetli Crohn hastalığı için de kullanılabilir.

                  İdame Tedavisi: Bağışıklık sistemi baskılayıcıları (azatiyoprin, metotreksat veya 6-merkaptopurin gibi), biyolojik tedaviler (infliximab, adalimumab, sertolizumab pegol, vedolizumab veya ustekinumab gibi) veya bazı durumlarda budesonidin uzatılmış salımlı bir formu kullanılabilir.

                  Fistülize Hastalık için: Genellikle immünomodülatörlerle kombinasyon halinde anti-TNF tedavisi önerilir.

                  Cerrahi: Crohn hastalığı olan kişilerin yaklaşık %70’i sonunda ameliyat gerektirir. Prosedürler, sindirim sisteminin hasarlı bir bölümünü çıkarabilir, fistülleri kapatabilir veya tıbbi tedavi başarısız olduğunda semptomları hafifletebilir.

                  Crohn Hastalığı (CD) için Montreal sınıflandırması, hastalığı üç kategoriye ayırır: tanı yaşı, yerleşim yeri ve davranış. İşte bu faktörlere dayalı tedavi için genel öneriler:

                  Teşhis Anındaki Yaş

                  • A1 (<16 yaş): Pediatrik hastalar, büyüme geriliği ve ergenlik gecikmesi potansiyeli nedeniyle daha agresif tedavi stratejileri gerektirebilir.
                  • A2 (17-40 yaş) ve A3 (>40 yaş): Başlangıç tedavisi genellikle aktif hastalık için aminosalisilatlar (örn. mesalamin) ve kortikosteroidler gibi antiinflamatuar ajanlarla başlar. Orta ila şiddetli hastalığı olanlar için immünosupresanlar (örn. azatiyoprin, metotreksat) düşünülebilir. Biyolojik ajanlar (örn. infliximab, adalimumab) genellikle dirençli vakalar veya komplikasyonları olanlar için ayrılmıştır.

                  Konum

                  • L1 (İleal), L2 (Kolonik), L3 (İleo-kolonik): Hastalığın yerleşim yeri ne olursa olsun tedavi genellikle benzerdir. Bununla birlikte, ileal hastalık, sırasıyla bakteriyel aşırı büyüme ve safra asidi malabsorpsiyonunun potansiyel rolü nedeniyle antibiyotiklere (örn. Metronidazol, siprofloksasin) ve safra asidi sekestranlarına (örn.
                  • L4 (İzole üst hastalık): Bu hastalar, darlık oluşma riski ve beslenme yetersizlikleri potansiyeli nedeniyle daha agresif tedavi gerektirebilir.

                  Davranış

                  • B1 (Büzülmez, nüfuz etmez): İlk tedavi genellikle anti-inflamatuar ajanları, antibiyotikleri ve potansiyel olarak immün baskılayıcıları içerir.
                  • B2 (Darlaşma): Medikal tedaviye ek olarak, bu hastalarda semptomatik rahatlama için sıklıkla endoskopik veya cerrahi müdahale gerekir.
                  • B3 (Penetran): Bu hastalar sıklıkla tıbbi tedavi ile birlikte apse veya fistül tedavisi için ameliyat gerektirir.

                  Prognoz

                  Crohn hastalığının prognozu büyük ölçüde değişir ve aşağıdakiler gibi çeşitli faktörlere bağlıdır:

                  • Hastalığın yeri ve şiddeti
                  • İlk tedaviye yanıt
                  • Komplikasyon gelişip gelişmediği

                  Crohn hastalığının kronik bir durum olduğunu ve hastaların yaşamları boyunca alevlenme ve remisyon dönemleri yaşayabileceğini not etmek önemlidir. Uygun yönetim semptomları kontrol edebilir ve bu durumdaki bireyler için yaşam kalitesini önemli ölçüde iyileştirebilir.

                  Tarih

                  Crohn hastalığına benzer bir durumun bilinen ilk tanımı, 1769’da İtalyan bir doktor olan Giovanni Battista Morgagni tarafından yapılmıştır. Bununla birlikte, hastalığın üç Amerikalı doktor tarafından resmi olarak tanımlanması 1932 yılına kadar değildi: Burrill Crohn, Leon Ginzberg ve Gordon D. Oppenheimer.

                  Crohn ve meslektaşları, kronik ishal ve karın ağrısı olan bir grup hastayı inceliyorlardı. Hastaların bağırsaklarının astarında iltihaplanma olduğunu ve iltihabın düzensiz olduğunu ve sindirim sisteminin herhangi bir bölümünü kapsayabileceğini bulmuşlardır. Hastalığa kendi adlarını verdiler ve o zamandan beri Crohn hastalığı olarak biliniyor.

                  Crohn ve meslektaşlarının zamanından bu yana, Crohn hastalığına ilişkin anlayışımız büyük ölçüde gelişti. Artık hastalığın genetik ve çevresel faktörlerin bir kombinasyonundan kaynaklandığını ve tek bir tedavisi olmadığını biliyoruz. Bununla birlikte, semptomları yönetmeye ve yaşam kalitesini iyileştirmeye yardımcı olabilecek etkili tedaviler vardır.

                  Kaynak:

                  • Lichtenstein GR, Loftus EV, Isaacs KL, Regueiro MD, Gerson LB, Sands BE. ACG Clinical Guideline: Management of Crohn’s Disease in Adults. Am J Gastroenterol. 2018 Apr;113(4):481-517. doi: 10.1038/ajg.2018.27. Epub 2018 Mar 27. Erratum in: Am J Gastroenterol. 2018 Aug;113(8):1195. PMID: 29596126.
                  • Satsangi J, Silverberg MS, Vermeire S, Colombel JF. The Montreal classification of inflammatory bowel disease: controversies, consensus, and implications. Gut. 2006 Jun;55(6):749-53. doi: 10.1136/gut.2005.082909. PMID: 16698746; PMCID: PMC1856208.
                  • Satsangi J, Silverberg MS, Vermeire S, Colombel JF. The Montreal classification of inflammatory bowel disease: controversies, consensus, and implications. Gut. 2006 Jun;55(6):749-53. doi: 10.1136/gut.2005.082909. PMID: 16698746; PMCID: PMC1856208.
                  • Lichtenstein GR, Loftus EV, Isaacs KL, Regueiro MD, Gerson LB, Sands BE. ACG Clinical Guideline: Management of Crohn’s Disease in Adults. Am J Gastroenterol. 2018 Apr;113(4):481-517. doi: 10.1038/ajg.2018.27. Epub 2018 Mar 27. PMID: 29610508.

                  Apendisektomi

                  Apendektomi olarak da bilinen apandisit ameliyatı, iltihaplandığında veya enfekte olduğunda apandisi çıkarmak için yapılan cerrahi bir prosedürdür. (bkz: Apendisektomi)

                  İşte apandisit ameliyatına kapsamlı bir genel bakış:

                  Apandisit: Apandisit, karnın sağ alt kısmında bulunan küçük, parmak benzeri bir organ olan apandisin iltihaplanmasıdır. Apandis, genellikle dışkı birikimi nedeniyle tıkandığında, bakteri üremesine ve enfeksiyona yol açtığında ortaya çıkabilir.

                  Cerrahi müdahale: Apandisit tipik olarak ameliyatla tedavi edilir, çünkü iltihaplı apandis yırtılabilir ve tedavi edilmezse ciddi komplikasyonlara yol açabilir. Ameliyatın birincil amacı apandisi çıkarmak ve enfeksiyonun yayılmasını önlemektir.

                  Apendektomi türleri:

                  Açık apendektomi: Bu geleneksel yaklaşımda, sağ alt karın bölgesine tek bir kesi yapılarak cerrahın apendikse doğrudan erişimi sağlanır. Apandis daha sonra dikkatlice çıkarılır ve kesi dikiş veya zımba ile kapatılır.

                  Laparoskopik apendektomi: Bu minimal invaziv teknik, karında birkaç küçük kesi yapılmasını içerir. Kameralı ince bir tüp olan laparoskop bir kesiden sokularak cerrahın ameliyat alanını bir monitörde görüntülemesine olanak tanır. Daha sonra apandisi kesilerden birinden çıkarmak için özel aletler kullanılır. Laparoskopik apendektomi tipik olarak daha küçük yara izleri, daha az ameliyat sonrası ağrı ve açık ameliyata kıyasla daha hızlı iyileşme ile sonuçlanır.

                  Anestezi: Apendektomi genel anestezi altında yapılır, yani işlem boyunca uyuyacaksınız. Anestezi, ameliyat sırasında herhangi bir ağrı hissetmemenizi sağlar.

                  İyileşme süresi: İyileşme süresi kişiye ve yapılan ameliyatın türüne bağlı olarak değişebilir. Genel olarak, hastalar ameliyattan sonra bir veya iki gün hastanede kalmayı bekleyebilirler. Tam iyileşme birkaç hafta sürebilir ve bu süre zarfında cerrah tarafından sağlanan ameliyat sonrası talimatlara uymak önemlidir. Bu talimatlar ağrı yönetimi, yara bakımı, beslenme kuralları ve fiziksel aktivite kısıtlamalarını içerebilir.

                  Riskler ve komplikasyonlar: Her cerrahi prosedürde olduğu gibi, apandisit ameliyatı ile ilişkili riskler vardır. Bunlar arasında enfeksiyon, kanama, yakındaki organlara veya yapılara zarar verme, anesteziye karşı olumsuz reaksiyonlar ve tekrarlayan veya kalıcı enfeksiyon olasılığı sayılabilir. Ameliyattan önce bu riskleri cerrahınızla görüşmeniz çok önemlidir.

                  Ameliyat sonrası bakım: Ameliyattan sonra cerrahınız ameliyat sonrası bakım için özel talimatlar verecektir. Bu talimatlar yara bakımı, ağrı yönetimi, aktivite kısıtlamaları ve takip randevuları ile ilgili yönergeleri içerebilir. Bu talimatlara özenle uyulması, uygun iyileşme ve komplikasyon riskinin en aza indirilmesi için hayati önem taşır.

                  Başarı oranları: Apendektomi, düşük nüks oranı ile oldukça başarılı bir prosedürdür. Zamanında ve yetenekli bir cerrah tarafından yapıldığında, operasyon apandisiti etkili bir şekilde çözer ve başka komplikasyonları önler.

                  Apandisitten şüpheleniyorsanız veya apandisit teşhisi konduysa, derhal tıbbi yardım almanız önemlidir. Sağlık uzmanınız durumunuzu değerlendirecek ve apendektominin gerekli olup olmadığını belirleyecektir.

                  Ameliyat sonrası

                  Apandisin cerrahi olarak çıkarılması olan apendektomiden sonra ameliyat sonrası ağrı yaygındır. Bu ağrı, ameliyat türü (laparoskopik veya açık), kişinin ağrı toleransı ve herhangi bir komplikasyonun varlığı gibi çeşitli faktörlere bağlı olarak hafiften şiddetliye kadar değişebilir.

                  Kesi yeri tipik olarak apendektomi sonrası ağrının ana kaynağıdır. Bu ağrı genellikle birkaç gün ila bir hafta içinde önemli ölçüde azalır. Laparoskopik cerrahi sırasında karnı şişirmek için kullanılan karbondioksit gazı nedeniyle omuzda veya sırtta da ağrı hissedilebilir. Bu, sevk edilen ağrı olarak bilinir ve genellikle 48 saat içinde azalır.

                  Ayrıca, ameliyat sonrası bağırsak fonksiyonlarındaki değişiklikler nedeniyle karında şişkinlik ve rahatsızlık yaşanabilir.

                  Ameliyat sonrası ağrı kötüleşirse, reçete edilen ağrı kesici ilaçlarla giderilmezse veya ateş, inatçı bulantı veya kusma ya da kesi yerinde artan kızarıklık, şişlik veya drenaj gibi yeni semptomlar gelişirse sağlık ekibini bilgilendirmek önemlidir. Bunlar enfeksiyon veya apse oluşumu gibi komplikasyonların belirtileri olabilir.

                  Ağrı yönetimi genellikle ağrının şiddetine bağlı olarak asetaminofen veya NSAID’ler gibi opioid olmayan ilaçlardan daha güçlü opioid ilaçlara kadar değişen analjeziklerin kullanımını içerir. Ayrıca, iyileşmeye yardımcı olabilecek ve ameliyat sonrası ağrıyı azaltmaya yardımcı olabilecek fiziksel aktivitenin tolere edildiği şekilde kademeli olarak artırılması önerilir.

                  Beslenme

                  Apandisit ameliyatından sonra, iyileşme ve iyileşmeyi desteklemek için dengeli ve besleyici bir diyet uygulamak önemlidir. İşte apandisit ameliyatı sonrası beslenme için bazı genel kurallar:

                  Berrak sıvılarla başlayın: İyileşmenin ilk aşamalarında su, et suyu ve berrak meyve suları gibi berrak sıvılar tüketmeniz tavsiye edilebilir. Bu, dehidrasyonu önlemeye yardımcı olur ve sindirim sisteminizin kademeli olarak normal işlevine devam etmesini sağlar.

                  Yumuşak bir diyete geçin: Toleransınız geliştikçe, yavaş yavaş yumuşak ve kolay sindirilebilir gıdalar ekleyebilirsiniz. Bunlar arasında sade pirinç, haşlanmış patates, pişmiş sebzeler, derisiz tavuk veya balık ve az yağlı yoğurt gibi yiyecekler yer alabilir. Baharatlı, yağlı ve çok baharatlı yiyeceklerden kaçının çünkü bunların sindirimi daha zor olabilir ve rahatsızlığa neden olabilir.

                  Lif açısından zengin gıdalar tüketin: Sindirim sisteminiz normale döndükçe, kabızlığı önlemek için lif açısından zengin gıdaları yavaş yavaş ekleyin. Diyetinize meyveleri, sebzeleri, tam tahılları ve baklagilleri dahil edin. Bunlar temel besinleri sağlar ve sağlıklı bağırsak hareketlerini destekler.

                  Susuz kalmayın: Hidratlı kalmak için bol miktarda sıvı, özellikle de su için. Bu, kabızlığın önlenmesine yardımcı olur ve genel iyileşmeyi destekler.

                  Daha küçük, sık öğünler yiyin: Büyük öğünler yerine, gün boyunca daha küçük, daha sık öğünler tercih edin. Bu, sindirim sisteminize aşırı yüklenmeyi önlemeye ve daha iyi sindirimi teşvik etmeye yardımcı olabilir.

                  Gıda intoleranslarını izleyin: Ameliyattan sonra rahatsızlığa veya sindirim sorunlarına neden olabilecek belirli gıdalara dikkat edin. Bazı bireylerin belirli gıdalara karşı geçici hassasiyetleri veya intoleransları olabilir. Herhangi bir olumsuz reaksiyon fark ederseniz, sağlık uzmanınıza danışın.

                  Yavaş yavaş normal beslenmeye devam edin: Zamanla, yağsız proteinler, tam tahıllar, meyveler, sebzeler ve sağlıklı yağlar dahil olmak üzere daha geniş bir gıda yelpazesini yeniden tanıtabilirsiniz. Vücudunuzu dinleyin ve sizin için rahat hissettiren bir hızda ilerleyin.

                  Bunların genel yönergeler olduğunu ve özel diyet ihtiyaçlarınızın ve kısıtlamalarınızın değişebileceğini unutmamak önemlidir. İyileşme ihtiyaçlarınıza göre kişiselleştirilmiş beslenme önerileri için kayıtlı bir diyetisyene veya sağlık uzmanınıza danışmanız tavsiye edilir.

                  Ayrıca, cerrahınız veya sağlık ekibiniz tarafından diyet ve ameliyat sonrası bakımla ilgili olarak verilen özel talimatlara uyduğunuzdan emin olun. Bireysel koşullarınıza göre size ayrıntılı rehberlik sağlayabilirler.

                  Tarih

                  Apandisit cerrahisinin tarihi uzun ve büyüleyici bir geçmişe sahiptir. Kaydedilen ilk başarılı apendektomi 1735 yılında İngiliz cerrah Claudius Amyand tarafından gerçekleştirilmiştir. Amyand’ın hastası, yuttuğu bir toplu iğne nedeniyle apandisi delinen 11 yaşında bir çocuktu.

                  Takip eden yıllarda birkaç başarılı apendektomi daha yapıldı, ancak ameliyatın hala çok riskli olduğu düşünülüyordu. 1886 yılında Reginald Heber Fitz apandisit üzerine bir çalışma yayınlayarak ameliyatın daha geniş kabul görmesine yardımcı oldu. Fitz ayrıca apandis iltihabını tanımlamak için “apandisit” terimini icat etti.

                  19. yüzyılın sonlarında apendektomi yapmak için kullanılan cerrahi tekniklerde önemli ilerlemeler kaydedildi. 1889’da Charles McBurney, bugün hala apendektomi için kullanılan en yaygın kesi olan “McBurney kesisini” tanımladı. 1900 yılında Robert Fulton Weir, bazen apendektomi için kullanılan daha az invaziv bir kesi olan “Weir insizyonu “nu tanıttı.

                  20. yüzyılda, apendektomi yapmak için kullanılan cerrahi tekniklerde daha fazla ilerleme kaydedilmiştir. İlk olarak 1930’larda laparoskopik apendektomi geliştirilmiştir. Laparoskopik apendektomi, karındaki küçük kesilerden gerçekleştirilen minimal invaziv bir prosedürdür. Laparoskopik apendektomi artık Amerika Birleşik Devletleri’nde en sık uygulanan apendektomi türüdür.

                  Günümüzde apendektomi çok güvenli ve etkili bir prosedürdür. Apendektomi için ölüm oranı %1’den azdır. Apendektomi genellikle acil bir ameliyat olarak gerçekleştirilir, ancak bazı durumlarda elektif bir ameliyat olarak da gerçekleştirilebilir.

                  Apandisit cerrahisi tarihindeki bazı önemli olaylar aşağıda verilmiştir:

                  1735: Claudius Amyand kaydedilen ilk başarılı apendektomiyi gerçekleştirdi.
                  1886: Reginald Heber Fitz apandisit üzerine, ameliyatın daha yaygın kabul görmesine yardımcı olan bir çalışma yayınladı.
                  1889: Charles McBurney, günümüzde apendektomi için hala en yaygın kullanılan kesi olan “McBurney kesisini” tanımladı.
                  1900: Robert Fulton Weir, bazen apendektomi için kullanılan daha az invaziv bir kesi olan “Weir insizyonu “nu tanıttı.
                  1930s: Laparoskopik apendektomi ilk kez geliştirildi.
                  Bugün: Apendektomi çok güvenli ve etkili bir prosedürdür.

                  Apandisit ameliyatının uzun ve büyüleyici bir geçmişi vardır. Milyonlarca insanın hayatını kurtarmış nispeten basit bir prosedürdür.

                  Click here to display content from YouTube.
                  Learn more in YouTube’s privacy policy.

                  Kaynak:

                  1. Williams, N., O’Connell, P., & McCaskie, A. (2018). Bailey & Love’s Short Practice of Surgery (27th ed.). CRC Press. Link
                  2. Addiss, D. G., Shaffer, N., Fowler, B. S., & Tauxe, R. V. (1990). The epidemiology of appendicitis and appendectomy in the United States. American journal of epidemiology, 132(5), 910-925. Link

                  Retroperitoneum

                  • “Retroperitoneum “** terimi Latince ‘arka’ anlamına gelen ”retro-“ ve karın boşluğunu kaplayan ve karın organlarını çevreleyen ince zarı ifade eden ”peritoneum “ sözcüklerinden türetilmiştir. Bu terim tıp literatürüne ilk olarak 19. yüzyılda girmiş ve karın ve pelvis boşluklarının anatomik olarak anlaşılmasında önemli bir adım olmuştur. Başlangıçta, retroperiton içindeki boşluk ve yapılar iyi anlaşılmamıştı, ancak X-ışınları, CT taramaları ve daha sonra MRI gibi 20. yüzyıl boyunca görüntüleme teknolojilerindeki gelişmeler, anatomik öneminin ve ilgili patolojilerin daha ayrıntılı bir şekilde anlaşılmasını sağladı.
                  Retroperitonun Anatomisi
                  • Retroperiton**, karın boşluğunda *periton zarının arkasında* yer alan boşluktur. Periton boşluğu tarafından çevrelenmeyen ancak vücut fonksiyonları için çok önemli olan çeşitli organlar ve yapılar için anatomik bölge olarak hizmet eder. Retroperiton genellikle organların düzenine göre farklı alanlara ayrılır:

                  1. Perirenal Boşluk (Birincil Retroperitoneal Organlar)

                  • Birincil retroperitoneal** organlar peritonun arkasında gelişir ve embriyolojik gelişim boyunca orada kalır. Bu organlar şunları içerir:
                  • Böbrekler**
                  • Üreterler
                  • Adrenal bezler
                  • Aort
                  • İnferior vena cava
                  • Bu organlar, perirenal yağ ve fasya ile çevrili perirenal boşlukta bulunur.

                  2. Anterior Pararenal Boşluk (İkincil Retroperitoneal Organlar)

                  • İkincil retroperitoneal organlar** başlangıçta intraperitoneal olarak (peritoneal boşluk içinde) gelişir, ancak fetüs geliştikçe bu organlar dorsal karın duvarına bağlanır ve retroperitona geçer. Bu organlar şunları içerir:
                  • Duodenum** (özellikle pars descendens, pars horizontalis ve pars ascendens, ancak intraperitoneal kalan pars superior değil)
                  • Pankreas
                  • Çıkan iki nokta üst üste ve inen iki nokta üst üste
                  • Rectum fixum
                  • Bu organlar sadece ventral olarak periton tarafından örtülür ve dorsal olarak karın duvarına tutturulur, ön pararenal boşlukta uzanır.

                  3. Posterior Pararenal Boşluk (Tersiyer Retroperitoneal Pozisyon)

                  • Tersiyer retroperitoneal pozisyon** daha özeldir ve öncelikle duodenumun belirli kısımları, özellikle de daha fazla gelişimsel değişikliğe uğrayan pars tecta duodeni için geçerlidir. Gelişim sırasında, duodenumun bu kısmı başlangıçta retroperitona göç eder ve daha sonra çıkan mezokolon tarafından kaplanır.
                  Genel Klinik Terminoloji

                  Günlük klinik uygulamada doktorlar, cerrahi veya tanısal amaçlar için gerekmedikçe spesifik anatomik alt bölümleri genellikle ayırt etmeden, bu bölgeyi tanımlamak için genellikle “retroperitoneal boşluk ” ifadesini kullanırlar.

                  Retroperitonu Etkileyen Hastalıklar ve Durumlar

                  Retroperiton, aşağıdakiler de dahil olmak üzere çok sayıda önemli hastalık ve durumun bulunduğu bölgedir:

                  1. Retroperitoneal Fibrozis

                  • Peritonun arkasında fibröz doku bulunması ile karakterize nadir bir hastalıktır; bu doku, başta üreterler olmak üzere çevre yapıları sıkıştırarak idrar tıkanıklığına, böbrek fonksiyon bozukluğuna ve karın ağrısına yol açabilir. Nedeni idiopatik (bilinmeyen) veya otoimmün bozukluklar, enfeksiyonlar veya bazı ilaçlarla ilişkili olabilir.

                  2. Retroperitoneal Hematom

                  • Retroperitoneal boşlukta kanama sonucu oluşan ve travma, abdominal anevrizmanın spontan rüptürü veya diğer büyük kan damarlarının rüptüründen kaynaklanabilen bir durumdur. Retroperitoneal hematomların teşhis edilmesi genellikle zordur çünkü semptomlar spesifik olmayabilir ancak karın ağrısı, hipotansiyon ve iç kanama belirtilerini içerebilir.

                  3. Retroperitoneal Sarkom

                  • Retroperitonda ortaya çıkan nadir bir yumuşak doku kanseri türüdür. Bu tümörler, retroperitonun erken semptomlar olmadan büyümeyi barındırma kapasitesi nedeniyle tanı anında genellikle büyüktür. Cerrahi rezeksiyon birincil tedavidir, ancak nüks yaygındır ve uzun vadeli prognoz sarkomun evresine ve türüne bağlıdır.

                  4. Böbrek Hastalıkları

                  • Böbrekler retroperitoneal alanda yer aldığından, böbrek taşları, tümörler, enfeksiyonlar ve böbrek kistleri gibi durumlar bu alanı etkileyebilir. Bunlar klinik uygulamada daha sık karşılaşılan retroperitoneal durumlar arasındadır.
                  Retroperitonun Görüntülenmesi ve Teşhisi

                  Görüntüleme, alanın nispeten gizli ve erişilemez doğası nedeniyle retroperitoneal durumların teşhisinde kritik bir rol oynar. Yirminci yüzyılın başlarında X-ray teknolojisindeki ilerlemeler, karın yapılarının ilk kez görüntülenmesine olanak sağlamıştır, ancak retroperitoneal hastalıkların teşhisinde devrim yaratan CT taramaları ve MRI’ların geliştirilmesi olmuştur. Bu görüntüleme yöntemleri, anatominin ve herhangi bir anormalliğin son derece ayrıntılı görünümlerini sağlayarak retroperitoneal fibrozis, hematomlar ve tümörler gibi durumlar için daha doğru tanı ve tedavi planlamasına olanak tanır.

                  MRG**: Yumuşak dokuları değerlendirmek ve tümörleri veya fibrozu tespit etmek için kullanışlıdır, iyonize radyasyon olmadan yüksek çözünürlüklü görüntüler sağlar.

                  BT Taramaları**: Karın bölgesinin ayrıntılı kesitsel görüntülerini sunar ve yumuşak doku kontrastını ve retroperitoneal yapıların ilişkisini gösterme yetenekleri nedeniyle retroperitoneal patolojinin değerlendirilmesinde genellikle ilk tercihtir.

                  Tedavi Yaklaşımları

                  Retroperitoneal durumların tedavisi spesifik hastalığa bağlı olarak değişir:

                  • Retroperitoneal fibrozis**: Tedavi genellikle iltihabı azaltmak için *steroidler* veya immünosupresif ilaçlar içerir. Daha ciddi vakalarda, üreterlerin veya diğer yapıların sıkışmasını hafifletmek için cerrahi müdahale gerekebilir.
                  • Retroperitoneal hematom**: Yönetim, kanamanın nedenine ve şiddetine bağlı olarak *konservatif* veya cerrahi olabilir. Travmaya bağlı hematomlar acil ameliyat gerektirebilir.
                  • Retroperitoneal sarkom**: Tedavi genellikle *cerrahi rezeksiyonu* içerir, bunu genellikle büyük veya tekrarlayan tümörler için radyasyon tedavisi veya kemoterapi izler.
                  • Böbrek hastalıkları**: Tedavi, enfeksiyonlar veya taşlar için *ilaçlardan* tümörler veya diğer önemli durumlar için cerrahiye kadar değişir. İlerlemiş böbrek hastalığı için diyaliz veya böbrek nakli gerekli olabilir.

                  Keşif

                  Peritonun arkasında yer alan hayati bir boşluk olan retroperitonun anlaşılması zaman içinde önemli ölçüde gelişmiştir. Başlangıçta temel organları barındırmadaki rolüyle tanınan retroperitonun tam klinik önemi, tıbbi görüntülemedeki ilerlemelerle birlikte 20. yüzyıla kadar ortaya çıkmamıştır.


                  19. Yüzyıl: Erken Anatomik Tanımlar

                  • Kilometre Taşı: Retroperitonun Anatomik Bir Alan Olarak Tanınması**
                    1. yüzyılın başlarında** anatomistler, retroperitonu karın boşluğu içinde böbrekler, böbrek üstü bezleri, üreterler gibi kritik yapıları ve aort ve inferior vena kava gibi büyük kan damarlarını barındıran ayrı bir alan olarak resmen tanımlamaya başladılar.
                  • Önde gelen bir Fransız anatomist olan Marie François Xavier Bichat gibi etkili isimler, retroperitonun kendisi henüz tam olarak anlaşılmamış olsa da, bu dönemde insan anatomisi hakkındaki bilgilerimizin ilerlemesinde kilit bir rol oynamıştır.
                  • Etki**: Anatomik olarak tanınmasına rağmen, retroperitonun klinik önemi bu dönemde sınırlıydı. Canlı hastalarda retroperitoneal yapıları görselleştirmek için hiçbir yöntem yoktu ve bu alanı etkileyen birçok hastalık teşhis edilemedi.

                  19. Yüzyılın Sonları: X-ışınlarının keşfi

                  • Dönüm Noktası: Wilhelm Conrad Röntgen X-ışınlarını Keşfetti (1895)
                  • 1895** yılında Wilhelm Conrad Röntgen‘in X-ışınlarını keşfetmesi tıbbi teşhiste devrim yaratarak hekimlere iç yapıları dolaylı olarak görselleştirme olanağı sağladı. Böylece böbrekler ve böbreküstü bezleri gibi retroperitoneal organlar ilk kez invazif olmayan bir şekilde gözlemlenebildi.
                  • Etki**: X-ışınları retroperitonun ilk gözlemlerine izin verdi, ancak *yumuşak dokuları* açıkça ayırt etme yeteneklerinin sınırlı olması, birçok retroperitoneal durumun teşhis edilmesinin zor olduğu anlamına geliyordu.

                  20. Yüzyılın Ortaları: BT Taraması ile Çığır Açan Buluş

                  • Dönüm Noktası: BT Taramasının Geliştirilmesi (1971)
                  • 1970’lerin başında Sir Godfrey Hounsfield ve Allan Cormack tarafından bilgisayarlı tomografi (BT) taramasının icadı tıbbi görüntülemeyi dönüştürdü. Doktorlar ilk kez insan vücudunun kesitsel görüntülerini elde ederek retroperiton içindeki ayrıntılı yapıları görebildiler.
                  • Etki**: BT taraması, retroperitoneal hastalıkları teşhis etme becerisinde önemli bir ilerleme sağladı. Artık *retroperitoneal hematomlar*, *tümörler* ve fibrozis gibi durumlar tespit edilebiliyor ve doğru bir şekilde değerlendirilebiliyordu. Bu atılım, retroperitoneal patolojiler için cerrahi planlamayı ve hasta sonuçlarını büyük ölçüde iyileştirdi.

                  20. Yüzyılın Sonları: MRI ve Geliştirilmiş Yumuşak Doku Görüntüleme

                  • Kilometre taşı: MRI’ın tanıtımı (1980’ler)
                  • 1980’lerde manyetik rezonans görüntülemenin (MRI) kullanılmaya başlanması, yumuşak dokulara, özellikle de retroperitona daha da ayrıntılı bir bakış sağladı. Erken dönem MRI teknolojisini geliştiren Raymond Damadian ve pratik uygulamasına öncülük eden Paul Lauterbur gibi isimler bu ilerlemede etkili oldu.
                  • Etki**: MR, farklı doku türleri için üstün kontrast sunarak *retroperitoneal sarkomlar*, *fibroz* ve diğer karmaşık durumların teşhisinde paha biçilmez bir araç haline geldi. Yumuşak doku anormalliklerini iyonlaştırıcı radyasyon kullanmadan daha ayrıntılı olarak görebilme yeteneği, tıp alanı için büyük bir atılımdı.

                  1990s: Minimal İnvaziv Cerrahide Gelişmeler

                  • Dönüm Noktası: Laparoskopik ve Robotik Cerrahinin Yükselişi
                  • BT ve MRI tarafından sağlanan gelişmiş görüntüleme, 1990’larda minimal invaziv cerrahi tekniklerin geliştirilmesinin önünü açtı. Jacques Perissat** ve Mouret Philippe gibi cerrahlar, doktorların retroperitoneal rahatsızlıkları daha küçük kesilerle tedavi etmelerine olanak tanıyan, iyileşme sürelerini kısaltan ve riskleri en aza indiren laparoskopik prosedürlerin öncüleriydi.
                  • Etki**: Laparoskopik ve *robotik destekli ameliyatlar* tümörler, böbrek ameliyatları ve adrenalektomiler gibi retroperitoneal durumların tedavisinde yaygınlaştı. Minimal invaziv yaklaşımlara doğru bu kayma, hasta sonuçlarında önemli bir iyileşmeye işaret etmektedir.

                  21. Yüzyıl: Hassas Görüntüleme ve Moleküler Tanı

                  • Kilometre taşı: PET-BT ve Füzyon Görüntülemedeki Gelişmeler (2000’ler-Günümüz)
                    1. yüzyılın başlarında**, *PET-CT* (BT ile kombine pozitron emisyon tomografisi) gibi füzyon görüntüleme teknolojilerinin geliştirilmesi, retroperitonun daha hassas bir şekilde görüntülenmesine olanak sağladı. Bu teknikler yalnızca ayrıntılı anatomik görüntüler sağlamakla kalmadı, aynı zamanda retroperitoneal tümörlerin metabolik aktivitesini değerlendirmeye yardımcı olarak kanser ilerlemesine ilişkin bilgiler sundu.
                    2. Etki**: Bu modern görüntüleme araçları, *moleküler teşhis* ve genetik test alanındaki ilerlemelerle birleşerek retroperitoneal sarkomlar gibi durumlar için daha kişiselleştirilmiş tedavi stratejilerinin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Hekimler artık bir tümörün spesifik özelliklerine dayalı olarak hedefe yönelik tedaviler kullanabilmekte ve hem prognozu hem de hayatta kalma oranlarını iyileştirebilmektedir.

                  İleri Okuma
                  • Standring, S. (2016). Gray’s Anatomy: The Anatomical Basis of Clinical Practice (41st ed.). Elsevier.
                  • Foster, J.H., & Grossman, H. (2001). Retroperitoneal Tumors (1st ed.). Springer.
                  • Edelman, R. R., Hesselink, J. R., & Zlatkin, M. B. (2012). Clinical MRI. Elsevier.

                  This content is available to members only. Please login or register to view this area.

                  This content is available to members only. Please login or register to view this area.

                  This content is available to members only. Please login or register to view this area.

                  İleri Okuma
                  • Moore KL, Dalley AF, Agur AMR. Clinically Oriented Anatomy. 7th ed. Philadelphia, PA: Lippincott Williams & Wilkins; 2013.
                  • Sailer, C., et al. (2017). “Retroperitoneal Fibrosis”. New England Journal of Medicine, 376:1269.

                  Diverticulum Meckeli


                  Meckel divertikülü, embriyogenez sırasında omfalomesenterik kanalın (vitellin kanalı olarak da bilinir) tam olarak yok olmaması sonucu ortaya çıkan gastrointestinal (GI) sistemin konjenital bir anomalisidir. İnce bağırsağın en yaygın konjenital malformasyonunu temsil eder ve tipik olarak ileumda bulunan küçük bir kese veya kese olarak kendini gösterir. Genellikle asemptomatik olsa da, önemli komplikasyonlara neden olma potansiyeli, anatomisinin, epidemiyolojisinin ve klinik sunumunun kapsamlı bir şekilde anlaşılmasını gerektirir.


                  Anatomi ve Patofizyoloji

                  Kökeni ve Gelişimi

                  • Omfalomesenterik kanal, fetal gelişimin erken evrelerinde yolk kesesini ilkel midguta bağlayan embriyonik bir yapıdır. Gebeliğin 7. haftasında bu kanal tipik olarak tamamen yok olur.
                  • Kanalın gerilememesi, distal ileumun antimesenterik sınırından çıkan Meckel divertikülü ile sonuçlanır.

                  Lokasyon

                  • En yaygın olarak distal ileumda, ince bağırsağın kalın bağırsağa geçtiği ileoçekal valfin yaklaşık iki fit (60 cm) proksimalinde bulunur.

                  Yapısı

                  • Boyut: Meckel divertikülü genellikle yaklaşık iki inç (5 cm) uzunluğundadır, ancak boyut olarak önemli ölçüde değişebilir.
                  • Bileşim: En yaygın türleri mide ve pankreas dokusu olmak üzere heterotopik mukoza içerebilir. Mide mukozası asit salgılayarak ülserasyon ve kanama gibi komplikasyonlara yol açabilir.

                  Kan Kaynağı

                  • Divertikül, embriyolojik bir kalıntı olarak varlığını sürdüren vitellin arter (veya kalıntıları) tarafından beslenir.

                  Epidemiyoloji

                  • Yaygınlık: Meckel divertikülü nüfusun yaklaşık *%2-3*’ünde bulunur.
                  • Cinsiyet Dağılımı: Erkeklerde daha sık görülür ve *erkek-kadın oranı 2:1*dir.
                  • Semptomatoloji: Çoğu birey asemptomatik olsa da, etkilenen bireylerin yaklaşık *%4-6’sında*, genellikle 10 yaşından önce komplikasyonlar ortaya çıkar.

                  Klinik Özellikler ve Komplikasyonlar

                  Vakaların çoğu asemptomatik olmasına rağmen Meckel divertikülü çeşitli komplikasyonlara yol açabilir. Belirleyici bulgular genellikle heterotopik gastrik mukoza veya mekanik obstrüksiyon varlığı ile ilişkilidir.

                  1. Gastrointestinal Kanama

                  • Neden**: Asit salgılayan heterotopik mide mukozası komşu ileal mukozada *ülserasyona* neden olduğunda kanama meydana gelir.
                  • Sunum**: Çocuklarda tipik olarak *ağrısız rektal kanama* (hematokezya) şeklinde ortaya çıkar ve şiddeti gizli kan kaybından anemiye neden olan belirgin kanamaya kadar değişebilir.
                  • Yaş Grubu**: Pediatrik hastalarda daha yaygındır.

                  2. Tıkanıklık

                  • Mekanizmalar:
                    • İntussusepsiyon**: Divertikül bir kurşun noktası gibi davranarak bağırsağın iç içe geçmesine neden olur.
                    • Volvulus: Bağırsağın divertikül etrafında bükülmesi.
                    • Sıkıştırma**: Divertikülü umbilikusa bağlayan yapışıklıklar veya bir bant tarafından.
                    • Sunum**: Semptomlar arasında *karın ağrısı*, *bulantı*, *kusma* ve kabızlık yer alır. Bu tablo diğer bağırsak tıkanıklığı nedenlerini taklit edebilir.

                  3. Divertikülit

                  • Mekanizma: Genellikle staz veya enfeksiyon nedeniyle divertikülün iltihaplanması *akut apandisiti* taklit edebilir.
                  • Bulgu: Sağ alt kadran karın ağrısı, *ateş* ve lökositoz. Apandisitten farklı olarak, ağrı yayılabilir veya daha yaygın olabilir.

                  4. Perforasyon

                  • Neden: Nadir, divertikülit veya ülserasyon sonucu ortaya çıkar.
                  • Sonuç: Yaygın karın ağrısı, nöbet ve sertlik şeklinde kendini gösteren peritonite yol açar. Bu bir cerrahi acil durumdur.

                  5. Neoplazmlar

                  • Türleri: Nadiren, divertikül içinde *karsinoid tümörler*, *adenokarsinomlar* veya gastrointestinal stromal tümörler (GIST’ler) gibi tümörler gelişebilir.
                  • Sunum: Semptomlar tümörün boyutuna ve türüne göre değişir; tıkanmadan kanamaya veya lokalize kitle etkilerine kadar çeşitlilik gösterir.

                  Teşhis

                  Meckel divertikülünün teşhisi, özellikle asemptomatik bireylerde zor olabilir. Teşhis yaklaşımları şunları içerir:

                  Görüntüleme:

                    • Meckel Taraması**: Bir teknesyum-99m perteknetat taraması, divertikül içindeki mide mukozasını tanımlayabilir, bu da çocuklarda kanayan divertikülü tespit etmek için oldukça etkilidir.
                    • CT Taraması veya MRI**: Obstrüksiyon veya inflamasyon gibi komplikasyonların belirlenmesinde faydalıdır.
                    • Kontrastlı röntgen: Obstrüksiyon veya perforasyonu tespit etmeye yardımcı olabilir, ancak divertikülün kendisini tanımlamak için daha az spesifiktir.

                    Endoskopi:

                      • Bazen ince bağırsaktaki kanama kaynaklarını tespit edebilir.

                      Cerrahi Keşif:

                        • Bazen başka durumlar için yapılan laparotomi veya laparoskopi sırasında tesadüfen teşhis edilir.

                        Yönetim

                        Tedavi, semptomların ve komplikasyonların varlığına bağlıdır:

                        Asemptomatik Vakalar:

                          • Risk faktörlerinin (örn. büyük boyut, ektopik doku) mevcut olduğu diğer durumlar için ameliyat sırasında tesadüfen keşfedilmedikçe tipik olarak tedavi gerektirmez.

                          Semptomatik Vakalar:

                            • Cerrahi Rezeksiyon:
                              • Divertikülektomi: Divertikülün çıkarılması.
                              • Segmental Rezeksiyon: İnflamasyon, perforasyon veya komşu bağırsak tutulumu varsa gereklidir.
                            • Destekleyici Bakım**: Sıvı resüsitasyonu, enfeksiyon için antibiyotikler ve önemli kanama meydana gelirse kan transfüzyonunu içerir.

                            Prognoz

                            • Semptomatik bir Meckel divertikülünün cerrahi olarak çıkarılmasından sonra prognoz mükemmeldir ve çoğu hasta tam iyileşme yaşar.
                            • Asemptomatik vakalar tedavi edilmezse genellikle uzun vadeli sağlığı etkilemez.


                            Keşif

                            “Meckel divertikülü “** adı, bu konjenital anomaliyi ilk kez 1809 yılında sistematik olarak tanımlayan Alman anatomist Johann Friedrich Meckel the Younger (1781-1833)’ın katkılarını onurlandırmaktadır. Titiz anatomik çalışmalarıyla tanınan Meckel, bu durumu embriyonik gelişim sırasında omfalomesenterik kanalın (vitellin kanalı)** yok olmamasıyla ilişkilendirerek embriyolojik kökenlerinin ve patofizyolojik sonuçlarının anlaşılması için temel oluşturmuştur.


                            Anlayışın Evrimi

                            1809 Öncesi Gözlemler:

                              • Meckel’in çalışmasından önce, daha önceki anatomistler bağırsak divertiküllerini tanımlamış, ancak bunların klinik ve embriyolojik önemi belirsiz kalmıştır.
                              • Bazı eski yazılarda anormal bağırsak yapıları hakkında spekülasyonlar yapılmıştır, ancak bunlar büyük ölçüde anekdot niteliğindeydi ve ayrıntılı anatomik korelasyondan yoksundu.

                              Meckel’in Katkısı:

                                • Meckel sadece divertikülü tanımlamakla kalmamış, aynı zamanda anomaliyi fetal gelişim ile ilişkilendiren çok önemli bir görüş olan omfalomesenterik kanaldan embriyonik kökenini de aydınlatmıştır.
                                • Çalışmaları, anatomik kökenini vurgulayan Latince “divertikül Meckeli ” ifadesinin terminolojisini sağlamıştır.

                                19. Yüzyıldaki Gelişmeler:

                                  • Meckel’in keşfinin ardından doktorlar divertikülü gastrointestinal kanama ve tıkanıklık gibi klinik semptomlarla ilişkilendirmeye başladı.
                                  • Pediatrik tıptaki gelişmeler, genç popülasyonlardaki yaygınlığını ve komplikasyonlarını vurgulamıştır.

                                  20. Yüzyıl Klinik Odağı:

                                    • Görüntüleme teknolojileri ve cerrahi tekniklerin gelişmesiyle Meckel divertikülünün klinik önemi daha iyi anlaşılmıştır.
                                    • Nükleer tıbbın, özellikle de Technetium-99m pertechnetate taramasının 20. yüzyılın ortalarında kullanılmaya başlanması, divertikül içindeki ektopik mide mukozasının non-invaziv tanısında devrim yaratmıştır.

                                    Daha Geniş Tarihsel Etki

                                    • Terminolojik Etki: “Meckel divertikülü” teriminin yaygın kullanımı, anatomik kesinlik ve klinik uygunluk ile kalıcı ilişkisini yansıtmaktadır. Embriyoloji, anatomi ve patolojinin kesişiminin altını çizmektedir.
                                    • Pediatrik Önemi**: Tarihsel gözlemler, odağı tesadüfi anatomik bulgulardan Meckel divertikülünün özellikle çocuklarda önemli bir morbidite nedeni olarak tanınmasına kaydırdı.

                                    Meckel’in öncü çalışmaları ve sonraki gelişmeler sayesinde, bu konjenital anomali belirsiz bir anatomik meraktan, net tanı ve tedavi yolları olan iyi karakterize edilmiş bir duruma dönüşmüştür. Bu tarihsel gidişat, ayrıntılı anatomik çalışmaların temel bilim ile klinik uygulama arasında köprü kurmadaki öneminin altını çizmektedir.

                                    İleri Okuma
                                    1. Meckel, J. F. (1809). Über die Divertikel am Darmkanal. Archiv für die Physiologie, 9(1), 421–453. (Original description of the diverticulum by Johann Friedrich Meckel, emphasizing its embryological origins.)
                                    2. Soltero, M. J., & Bill, A. H. (1976). The natural history of Meckel’s diverticulum and its relation to incidental removal: A study of 202 cases of Meckel’s diverticulum found at autopsy. Surgery, Gynecology & Obstetrics, 142(3), 293–296. (A foundational epidemiological study.)
                                    3. St-Vil, D., Brandt, M. L., Panic, S., Blanchard, H., & Yazbeck, S. (1991). Meckel’s diverticulum in children: A 20-year review. Journal of Pediatric Surgery, 26(11), 1289–1292. DOI:10.1016/0022-3468(91)90594-n.
                                    4. Matsagas, M. I., Fatouros, M., Koulouras, B., & Giannoukas, A. D. (1995). Incidence, complications, and management of Meckel’s diverticulum. Archives of Surgery, 130(2), 143–146. DOI:10.1001/archsurg.1995.01430020051011.
                                    5. Yahchouchy, E. K., Marano, A. F., Etienne, J. C., & Fingerhut, A. L. (2001). Meckel’s diverticulum. Journal of the American College of Surgeons, 192(5), 658–662. DOI:10.1016/s1072-7515(01)00817-0.
                                    6. Levy, A. D., Hobbs, C. M., & Frommelt, R. A. (2004). Meckel diverticulum: Radiologic features with pathologic correlation. Radiographics, 24(2), 565–587. DOI:10.1148/rg.242035087.
                                    7. Sagar, J., Kumar, V., & Shah, D. K. (2006). Meckel’s diverticulum: A systematic review. Journal of the Royal Society of Medicine, 99(10), 501–505. DOI:10.1258/jrsm.99.10.501.
                                    8. Dumper, J., Mackenzie, S., Mitchell, P., Sutherland, F., Quan, M. L., & Mew, D. (2006). Complications of Meckel’s diverticula in adults. Canadian Journal of Surgery, 49(5), 353–357. (A detailed review of complications in adult populations.)

                                    Click here to display content from YouTube.
                                    Learn more in YouTube’s privacy policy.