Metabolik sendrom

Metabolik sendrom terimi, aşağıdakilerin kombinasyonunu ifade eder:

  • Bozulmuş karbonhidrat metabolizması (insülin direnci),
  • Hipertansiyon,
  • Dislipoproteinemi (HDL lipoproteinlerinde eşzamanlı azalma ile VLDL’de artış) ve abdominal (gövde ağırlıklı) obezite.

Epidemiyoloji

Muhtemelen metabolik sendromun altında yatan kusur, periferik insülin direnci ve bununla ilişkili kronik hiperinsülinemidir. Metabolik sendrom, tip 2 diabetes mellitus‘un (prediyabet) bir ön aşaması olarak kabul edilir.

Patofizyoloji

Bel-kalça oranı gibi çeşitli kriterler topluma bağlı olarak değiştiğinden metabolik sendrom prevalansını belirlemek zordur (WHO, International Diabetes Federation). 2015 yılında yapılan bir araştırmaya göre, çalışan Alman nüfusunun oranı bu nedenle % 0,9 ile 7,3 arasında dalgalandı.

Genetik

Risk faktörleri

  • stres
  • zihinsel bozukluklar, ör. şizofreni
  • fiziksel hareketsizlik
  • artan viseral yağ miktarı
  • Obstrüktif uyku apne sendromu
  • Kronik böbrek yetmezliği
  • Polikistik Yumurtalık Sendromu (kadınlar için)
  • Alkolsüz yağlı karaciğer

Teşhis

ATP-III kriterlerine göre, aşağıdaki beş bileşenden en az üçü mevcutsa metabolik sendrom tanısı konur:

  1. Android yağ dağılımı ile karın yağ dokusu proliferasyonu (bel çevresi erkeklerde 102 cm, kadınlarda 88cm)
  2. En az 150 mg / dl’lik açlık trigliseridleri
  3. Fraksiyonlu HDL sınırın altında ise;
    1. 50 mg / dl (kadınlar için)
    2. 40 mg / dl (erkekler için)
  4. En az 130/85 mmHg sistem arteriyel kan basıncı
  5. En az 110 mg / dl açlık kan şekeri

Click here to display content from YouTube.
Learn more in YouTube’s privacy policy.

Sertoli hücreleri

Sertoli hücreleri, testislerde seminifer tübüllerin (tubules seminiferi contorti) prizmatik hücreleridir. Koelomik epitelyumdan ve mezonephros hücrelerinden oluşurlar.

Seminal epitelyumun destekleyici hücreleri, testiküler tübüllerin (membranlar seminiferi contorti) taban zarının tabanında bulunur. Arada, mikrop hücreleri farklı aşamalardadır. Sertoli hücreleri spermiyogenezi kontrol eder ve olgunlaşan sperm hücrelerini besler. Sperm hücreleri, Sertoli hücreleri tarafından salgılanan sıvı içinde taşınır.

Tarih

Sertoli hücreleri, İtalya Pavia Üniversitesi’nde tıp okurken onları keşfeden İtalyan fizyolog Enrico Sertoli adlarıyla anılırlar. (Bkz; Eponim)

Bu hücrenin 1865 yılında bir açıklamasını yayınladı. Hücre, Sertoli tarafından 1862’de satın alınan ve tıp okurken kullandığı bir Belthle mikroskobu ile keşfedildi.

1865 yayınında ilk açıklaması ‘ağaç benzeri hücre’ veya ‘lifli hücre’ terimlerini kullandı ve en önemlisi bunlara ‘ana hücreler’ adını verdi. Bu hücreyi 1888’den başlayarak yayınlarda etiketlemek için Enrico’nun soyadı Sertoli’yi kullanan diğer bilim adamlarıydı.

Histoloji

Sertoli hücreleri seminifer tübüllerin epitelini oluşturur. Açıkça görülebilen bir nükleolus ile büyük, uzun ve parlak bir hücre çekirdeğine sahiptirler ve çok sayıda hücre işlemini oluştururlar. Komşu Sertoli hücrelerinin hücre uzantıları, Tigh junction ile taban zarının yakınında birbirine bağlanır, bu şekil kan testis bariyeri olarak adlandırılır. Bu sbağlantılar seminifer tübüllerde bir bazal ve adluminal bölme oluşturur. Erkek üreme hücreleri, plazma zarının girintilerinde farklı olgunluk seviyelerinde bulunur.

Fizyoloji

  • Sertoli hücrelerinin ana işlevleri şunlardır:
    • Üreme hücrelerine desteklik, besin ve koruma sağlar.
    • Kalan işlevsiz parçaların fagositoz edilmesini sağlar.
    • Kan-testis bariyerini oluşturur.
    • Androjen bağlayıcı protein (abp) sentezler.
    • Anti müller hormon sentezler. (Embriyonik Sertoli hücreleri, erkek embriyodaki Müllerian kanallarının gelişiminin gerilemesi ve durması için anti-Müllerian hormonunu oluşturur)
    • İnhibin sentezler. (Sertoli hücreleri FSH tarafından uyarılır. Ürettikleri inhibin, ön hipofizdeki FSH salınımını inhibe eder.)
    • Fruktozdan zengin bir sıvı salgılar
    • Transferrin sentezler.

Click here to display content from YouTube.
Learn more in YouTube’s privacy policy.

Hipertrofi

Bildergebnis für "Hypertrophy"

Hücrelerin hacimlerinin artmasından dolayı organın büyümesidir. Kelime anlamı “fazla beslenme”dir. (Bkz; Hipertrof-i)

Tipleri

  • Prostat hipertrofisi (prostatic hypertrophy); erkeklerin dörtte birinin 50. yaşından sonra prostat bezindeki hücrelerinin büyümesinden dolayı bezin büyümesini ifade eder.

Hipertrofi, kas hücrelerinin artması ve büyümesidir. Hipertrofi, egzersiz yoluyla elde edilen kas boyutundaki bir artışı ifade eder. Egzersiz yaptığınızda, kaslarınızı güçlendirmek veya geliştirmek istiyorsanız, ağırlık kaldırmak hipertrofiyi artırmanın en yaygın yoludur.

Hipertrofiye gerçekte ne sebep olur?

Tipik olarak, kas hipertrofisi kuvvet antrenmanının bir sonucu olarak ortaya çıkar, bu yüzden normalde ağırlık kaldırma ile ilişkilendirilir. İki tür kas hipertrofisi vardır: miyofibriler ve sarkoplazmik. Bazı insanlar antrenmanlarını farklı kas büyümesi türlerini hedefleyecek şekilde uyarlayabilirler.

Güç ve hipertrofi arasındaki fark nedir?

Kaslarınızı çalıştırmak söz konusu olduğunda, iki geniş çeşit vardır: kuvvet antrenmanı ve hipertrofi antrenmanı. Kuvvet antrenmanı, gücü artırmaya odaklanan kaldırma türlerini ifade eder. Hipertrofi antrenmanı, egzersiz nedeniyle kas hücrelerinin büyümesini ifade eder

Hipertrofi iyi bir şey midir?

Çoğu zaman kas hipertrofisi iyi bir şeydir; kaslarınızın normal şekilde büyüdüğünü veya direnç antrenmanı egzersizine normal şekilde yanıt verdiğini gösterir. Bazen, özellikle kalp kası dokusu hastalıklarında hipertrofi zararlı olabilir.

Click here to display content from YouTube.
Learn more in YouTube’s privacy policy.

Vitamin D

  • Bir grup farklı açık halka steroid türevleridir (sekosteroidler). Öncelikle hormon görevi görürler ve vücudun kalsiyum dengesini düzenlerler.
  • Bağırsakta kalsiyum emilimini arttırır ve kalsiyum dengesini korur.
  •  

    Kemik minerallerinden fosfatın dengesini sağlar.

Gıda ile alınan Ergokalsiferol’un türevine Kalsiferol denir. Aslında bir vitamin değildir.

Sınıflandırma

 Kalsiferol Öncülhormonal olarak inaktif metabolitHormonal olarak aktif form
Ergocalciferol (Vitamin D2)Ergosterol25-Hydroxyergocalciferol 1,25-Dihydroxyergocalciferol
Cholecalciferol (Vitamin D3, Calciol)7-Dehydrocholesterin25-Hydroxycholecalciferol (Calcidiol, Calcifediol)1,25-Dihydroxycholecalciferol (Calcitriol)
  • Ergokalsiferol mantarlarda ve bitkilerde, kolekalsiferol ise bitki olmayan ökaryotlarda bulunur. Metabolik yollar muhtemelen her iki kalsiferol için aynıdır. Ancak etkinin eşdeğer kabul edilip edilemeyeceği tartışmalıdır.
  • Aşağıdakiler dahil başka kalsiferoller de vardır: D4 Vitamini (22-Dihidroergokalsiferol) ve Vitamin D5 (Sitokalsiferol).

Kimyasal

Yapı

  • Ergokalsiferol (C28H44O, Mr = 396,6 g / mol), beyaz ila soluk sarı bir toz veya beyaz kristaller olarak mevcuttur ve suda hemen hemen çözünmez.
  • Etanol veya yağlı yağlarda çözünür.
  • Bu madde havaya, sıcağa ve ışığa duyarlıdır. Ergokalsiferol, fungal hücre zarının bir bileşeni olan ergosterolden elde edilir ve bundan UV radyasyonu yoluyla elde edilebilir. Bu doğada gerçekleşir ve yapay UV radyasyonu ile daha da yoğunlaştırılabilir.
  • D2 vitamini esas olarak mantarlarda ve bazı bitkilerde bulunur ve bu nedenle veganlar için uygundur. Kolekalsiferol ise genellikle yün mumundan (lanolin) elde edilir ve hayvan kökenlidir. D3 vitamini biyolojik olarak özdeştir çünkü insan cildinde de oluşur. D3 vitamininin bitki kaynaklarından (liken) de üretilebileceği unutulmamalıdır.

Sentez

  • İnsan vücudu Kalsiferol’u diğer vitaminlerde olmayan bir şekilde kendisi üretebilir.
  • Kolesterol, kalsiferolün sentezinin başlaması için önemlidir. Kolesterol gıda ile alınmış olabileceği gibi, madde döngüsünün çift yönlü çalışan elamanları tarafından vücutta da sentezlenebilir.
    1. Deriye yolculuk eden 7-Dehidrokolesterin molekülü enerjik ışınlar (başta güneş ışığı olmak üzere) tarafından B-halkası kırılır. Bu oluşan yeni moleküle Kalsiol (Kolekalsiferol) denir.
    2. Daha sonra karaciğere varan Kalsiol’un C25 atomu hidroksilenerek 25-
      Kalsidiol (Hidroksikolekalsiferol) oluşturulur.
    3. Son olarak böbreğe ulaşan Kalsidiol’un C1 atomu hidrosiklenerek en aktif formu olan Calcitriol (1,25-Dihydroxycholecalciferol) oluşturulur.
Kaynak:
https://www.americorpshealth.biz/physiology/images/2733_317_291-calcitriol-synthesis.jpg

Etki mekanizması

  • Kalsiferoller, paratiroid hormonu (PTH) ve kalsitonin ile birlikte kalsiyum homeostazını düzenler. Bunu yaparken, plazma kalsiyum seviyelerini şu şekilde yükseltirler:
    • artan bağırsak kalsiyum emilimi
    • artmış renal kalsiyum geri emilimi
    • kemikten artan kalsiyum mobilizasyonu
  • Bahsedilen hormonal etkilere ek olarak, kalsiferollerin ayrıca pleiotropik, yani; otokrin ve parakrin etkiler:
    • Hematopoietik sistem hücrelerinin farklılaşmasını uyarmak
    • Epidermal hücrelerin farklılaşmasını uyarır
    • Bağışıklık sisteminin aktivitesinin modülasyonu
  • Kalsitriol, nükleer vitamin D reseptörü (VDR) aracılığıyla çalışır. Bu, retinoid X reseptörü ile bir heterodimer olarak DNA hedef alanlarına bağlanır. Bu, hedef genlerin ifadesini artırır veya azaltır:
    • artan ifade: ör. 24-hidroksilaz, kalbindin, osteokalsin, osteopontin, D vitamini reseptörü
    • azalmış ifade: ör. 1α-hidroksilaz, PTH, PTHrP, kolajen I, MYC, interlökin-2, kalsitonin
  • D vitamini reseptörleri çoğu dokuda bulunduğundan, D vitamini muhtemelen hemen hemen tüm hücre sistemlerini ve organları (örneğin, bağışıklık hücreleri, beyin, prostat) etkiler. Kalsitriol, gen düzenleyici etkilerinin yanı sıra, hücre içi kalsiyum konsantrasyonunu artırma ve ince bağırsakta taşıma süreçlerini uyarma gibi hızlı etkilere de sahiptir. Bu sinyal iletim süreçleri şu anda (2020) daha az iyi karakterize edilmiştir.
  • VDR’nin kalsitriol için afinitesi, diğer D vitamini metabolitlerinden yaklaşık 1000 kat daha yüksektir. Sadece patolojik olarak artmış kalsidiol konsantrasyonları, kalsitriolün VDR’den ve D vitamini bağlayıcı proteinlerden yer değiştirmesine yol açabilir.

Fizyoloji

  • Kalsiferollere D vitamini denir, ancak daha dar anlamda vitamin değildirler, çünkü günlük ihtiyacın% 80-90’ı endojen sentezle ve yalnızca % 10-20’si gıda yoluyla karşılanmaktadır.
  • Ergokalsiferol, kolekalsiferol gibi bir prohormondur (bir öncü) ve vücutta metabolik olarak aktive edilmesi gerekir. Önce karaciğerde, sonra böbrekte hidroksillenir. Bu dönüştürme adımları nedeniyle, etki bir zaman gecikmesiyle ortaya çıkar.
  • D vitamini, kalsiyum ve fosfat dengesinin düzenlenmesinde merkezi bir rol oynar. D vitamini eksikliği raşitizme ve kemik dekalsifikasyonuna yol açar.
  • D2 vitamini, D3 vitamininden (kolekalsiferol) daha az etkilidir ve bu nedenle daha yüksek dozda verilmelidir. Kolekalsiferol, daha etkili göründüğü için genellikle literatürde önerilmektedir (örneğin, Tripkovic et al., 2012; Houghton, Vieth, 2006). Bununla birlikte, D2 vitamini, hayvansal kaynaklı ürünlerden kaçınmak isteyenler için bir alternatif olabilir.

Eksojen arz

  • Önemli miktarlarda D vitamini içeren, çoğu hayvansal kaynaklı sadece birkaç gıda vardır. Kalsiferoller yağlı balıklarda (örn. Somon, ringa balığı, uskumru) yüksek konsantrasyonlarda bulunur. Süt ürünlerinde ve yumurtalarda yüksek ancak mevsimsel olarak dalgalanan miktarlar da bulunur. Ek olarak, margarin genellikle D vitamini ile güçlendirilir.
  • Ortalama D vitamini alımı 1-2 µg / gün (çocuklar) veya 2-4 µg / gün’dür (ergenler ve yetişkinler). Endojen sentez yetersiz ise bu miktar günlük ihtiyacı karşılamaya yetmemektedir.
  • Ağızdan alımdan sonra kalsiferoller esas olarak onikiparmak bağırsağındaki misellerde safra asitleri tarafından emülsifiye edilir ve emilir, ancak rezorpsiyon yavaş ve eksiktir.

Endojen sentez

  • UVB radyasyonu, kolesterol biyosentezinin son ara ürünü olan 7-dehidrokolesterolün sterol iskeletinin B halkasının bölünmesine neden olur. Bu, termodinamik olarak kararsız olan ve kendiliğinden kolekalsiferole (vitamin D3) izomerize olan previtamin D3’ü oluşturur. Daha sonra deriden dolaşıma girer ve kanda transkalsiferin olarak da bilinen D vitamini bağlayıcı proteine ​​(DBP) bağlanır. Bu α-globulin karaciğerde sentezlenir.
  • Kolekalsiferol öncelikle karaciğerde C25 atomunda 25-hidroksikolekalsiferole (kalsidiol) hidroksillenir. Bu reaksiyon, CYP2R1 enzimi (vitamin D-25 hidroksilaz) tarafından katalize edilir. Kalsidiol vücutta en çok dolaşan ve depolanan formdur. Kalsidiolün% 80’den fazlası D vitamini bağlayıcı globuline bağlanır,% 0,03’ü serbesttir, geri kalanı albümin ile ilişkilidir. Yarı ömür 2-3 haftadır, ancak DBP azaldığında kısalır, örn. nefrotik sendromda.
  • Daha sonra kalsidiol, C1 atomu üzerinde hidroksillenir. Bu hormonal olarak aktif form 1,25-dihidroksikolekalsiferol (kalsitriol) oluşturur. Katalizör enzim CYP27B1’dir (1α-hidroksilaz). Fizyolojik koşullar altında, böbreklerin 1α-hidroksilazı esas olarak kanda dolaşan kalsitriole katkıda bulunur. Enzim aynı zamanda diğer hücrelerde de (örneğin keratinositler, monositler, makrofajlar, osteoblastlar, prostat hücreleri, kolon hücreleri, trofoblast hücreleri) bulunur ve bu durumda kalsitriol otokrin veya parakrin işlevlerini yerine getirir. Keratinositlerde ayrıca 25-hidroksilaz bulunur.

Depolama

D vitamini esas olarak insan vücudunun yağ ve kas dokusunda depolanır; daha küçük miktarlar da karaciğerde bulunur. Genel depolama kapasitesi nispeten büyüktür ve kışın D vitamini tedarikine katkıda bulunur.

Referans aralığı

  • Kalsidiolün laboratuar tayini, vücudun D vitamini ile beslenmesi hakkında bilgi sağlar. Bununla birlikte, ne tek tip bir test yöntemi ne de optimal serum seviyesi üzerinde bir fikir birliği vardır:
    • 30 nmol / l (12 ng / ml): D vitamini eksikliği: raşitizm, osteomalazi, osteoporoz riskinde artış
    • 30-50 nmol / l (12-20 ng / ml): yetersiz D vitamini durumu: düşme ve kırık riskinde artış
    • 50 nmol / l (20 ng / ml): kemik sağlığı için yeterli D vitamini kaynağı
    • 75 nmol / l (30 ng / ml): muhtemelen hedef aralık (pleiotropik etkiler)
    • 400 nmol / l (160 ng / ml): potansiyel olarak zararlı etkilere sahip aşırı besleme
  • Alman Beslenme Derneği, endojen sentez yokluğunda yeterli D vitamini alımı için aşağıdaki tahmini değerleri verir:
    • 12 aya kadar bebekler: 10 µg / gün (400 IU / d)
    • yaşamın 1. yılından itibaren (hamile ve emziren kadınlar dahil): 20 µg / gün (800 IU / d)

UVB ekspozisyon

  • Vücudun güneş ışığı (UVB ışınları) yoluyla deride kendi D vitamini oluşumu, coğrafi konuma, yılın zamanına ve saatine, hava durumuna, giyime, dışarıda kalma süresine ve vücudun kendi üretimini azaltan cilt tipi ve güneş kremlerinin kullanımına bağlıdır. Buna göre, endojen oluşumun D vitamini tedarikine katkısı kişiden kişiye büyük ölçüde değişebilir.
  • Yaz aylarında vücudun kendi üretimi ile 50 nmol / l’lik istenen kalsidiol serum konsantrasyonuna ulaşmak mümkündür. Buna karşın Almanya’da güneş radyasyonu Ekim’den Mart’a kadar yeterli değil. Vücut depoları daha sonra kışın D vitamini tedarikine katkıda bulunur.

Etnik ayrım

Amerikan çalışmalarında, Afrikalı Amerikalılar beyazlardan daha düşük D vitamini seviyelerine sahipti ve bu da koyu ten rengi nedeniyle makul görünüyordu. Ancak kemik yoğunlukları daha yüksekti. Bunun nedeninin daha düşük konsantrasyonda D vitamini bağlayıcı protein olduğu bulundu, yani etkin D vitamini miktarı azalmadı. D vitamini ölçümleri değerlendirilirken bu dikkate alınmalıdır.

Klinik

D vitamini eksikliği

  • D vitamini eksikliğinin veya bozulmuş D vitamini metabolizmasının nedenleri, örneğin:
    • güneş ışığı eksikliği
    • Böbrek yetmezliği
    • Malabsorbsiyon (örn. Çölyak hastalığı, kistik fibroz, Crohn hastalığı)
    • Barbitüratlar, fenitoin, rifampisin, izoniazid, ketokonazol kullanımı
    • nefrotik sendrom
    • Karaciğer hastalığı
    • nadiren genetik hastalıklar (vitamin D-25 hidroksilaz eksikliği, D vitaminine bağımlı raşitizm tip 1 ve tip 2)
    • Hipoparatiroidizm
  • Özellikle yatkın olanlar:
    • Dışarıda neredeyse hiç bulunmayan veya hiç bulunmayan kişiler (örneğin kronik hasta, bakıma muhtaç insanlar)
    • Yaşlı insanlar (daha az güneşe maruz kalma, yetersiz beslenme)
    • Bebekler (doğrudan güneşe maruz kalmanın azalması, anne sütü D vitamini açısından düşük)
    • Dini veya kültürel nedenlerle tamamen örtülü olarak dışarı çıkan kişiler
    • Koyu tenli kişiler (yüksek düzeyde melanin)
    • Hamile veya emziren kadınlar (daha yüksek gereksinim)
  • Nedeni ne olursa olsun, D vitamini eksikliğinin belirtileri genellikle bağırsakta kalsiyum emiliminin olmamasından kaynaklanır. Kısa süreli veya hafif D vitamini eksikliği genellikle asemptomatik iken, kronik bir eksiklik hipokalsemi, ikincil hiperparatiroidizm, rikets veya osteomalazi ve proksimal miyopatiye yol açar. D vitamini eksikliği, osteoporoz ve tüm nedenlere bağlı ölüm riskini artırır. daha yüksek düşme riski nedeniyle. Hipoestezi, parestezi ve nöbetlerle seyreden hipokalsemik tetani nadiren gelişir.
  • Ayrıca, D vitamini takviyesi veya iyi bir D vitamini durumu, bir dizi olumlu önleyici etkiyle (örn. Kanser, şeker hastalığı) el ele gitmelidir. Ancak çoğu hastalık için hiçbir bağlantı kurulamaz veya kanıt temeli yetersizdir. Kolorektal karsinom ve kardiyovasküler hastalıklar için, D vitamini takviyesi yoluyla veya artan kalsidiol serum konsantrasyonları ile bir risk azalması düşünülebilir.

Hipervitaminoz D

  • Yetersiz beslenme veya UVB radyasyonuna bağlı hipervitaminoz D bilinmemektedir, ancak aşırı doz D vitamini takviyesi ile ortaya çıkabilir. Hipervitaminoz, 400 nmol / l serum kalsidiol değerlerinde mevcuttur. Yetişkinlerde zehirlenme muhtemelen sadece uzun süreli 4.000 IU / gün (100 µg / gün) alımından sonra ortaya çıkar. Yaşamın ilk yılında tolere edilebilir maksimum günlük miktar 1.000 IU / gün (25 µg / gün), 10 yaşına kadar 2.000 IU / gün (50 µg / gün) ‘dür.
  • Zehirlenmenin bir sonucu olarak osteoklastlar, kemik dekalsifikasyonu veya kemiklerden kalsiyum mobilizasyonu, hiperkalsemi ve osteoporoz ile uyarılır. Açığa çıkan kalsiyumun renal yoldan atılması gerekir ve kalsiyum fosfat çökelmesine ve nefrokalsinoza yol açabilir. Diğer organlarda da (kan damarları, kalp, akciğerler, kemikler) kireçlenme mümkündür.
  • Hipervitaminoz D semptomları spesifik olmayan bir şekilde poliüri, polidipsi, kusmayla birlikte bulantı, iştahsızlık ve kabızlık ile başlar. Laboratuarda paratiroid hormonu baskılanmış hiperkalsemi, hiperkalsiüri ve hipofosfatemi var.
  • Zehirlenme semptomları durumunda, vitamin preparatı derhal kesilmeli, gerekirse düşük kalsiyum içeren diyet ve kalsiferol antagonisti olarak glukokortikoid uygulaması eşlik etmelidir.

Ürün

Ergokalsiferol (vitamin D2, kalsiferol), İsviçre’de kapsül şeklinde bir besin takviyesi olarak mevcuttur.D2 vitamini, İsviçre’de kolekalsiferole (D3 vitamini) göre çok daha az kullanılır. ABD’de ise ergokalsiferol geleneksel olarak kullanılmaktadır.

  • Cholecalciferol (z.B. Dekristol®, Cefavit®, Vigantol®, Vitamin D-Sandoz)
  • Calcidiol (Dedrogyl®)
  • Calcitriol (Decostriol®, Osteotriol®, Renatroil®, Rocaltrol®)
  • Alfacalcidol. 1-Hydroxycholecalciferol (Bondiol®, Tevacidol®)
  • Doxercalcifero . 1-Hydroxyergocalciferol (Hectorol®)
  • Paricalcitol ( Zemblar®)
  • Dihydrotachysterol (A.T. 10®)
  • Calcipotriol (Enstilar®, Psorcutan®): sedef hastalığı ve alopesi areata için topikal
  • Tacalcitol. 1,24-Dihydroxycholecalciferol: Sedef hastalığı için topikal

Kontrendikasyon

Kontrendikasyonlar şunları içerir: Aşırı duyarlılık, Hiperkalsemi, Hipervitaminoz D

Yan etkiler

Diyet takviyesi olarak, D2 vitamini genellikle iyi tolere edilir. Yüksek dozlarda hiperkalsemi gelişebilir.

Yenidoğanlar

D vitamini bebeklerde ve çocuklarda kemiklerin büyümesi ve gelişmesi için önemlidir. Özellikle, vücudun sağlıklı kemikler, dişler ve kaslar için gerekli olan kalsiyum ve fosfatı emmesi ve kullanması için gereklidir.

D Vitamini genellikle “güneş ışığı vitamini” olarak adlandırılır çünkü vücudumuz güneş ışığına maruz kaldığında deride üretebilir. Ancak, yeni doğanlar ve küçük bebekler genellikle yeterli miktarda D Vitamini üretmek için güneş ışığına yeterince maruz kalmazlar. Bunun nedeni, sınırlı güneş ışığı alan bölgelerde yaşamak, koyu tenli olmak (bu da üretilebilecek D vitamini miktarını azaltır) ve güneş kremi veya koruyucu giysiler kullanmak gibi çeşitli faktörler olabilir.

Dahası, sadece diyetle alınabilecek D vitamini miktarı genellikle yetersizdir. Yağlı balık ve yumurta sarısı gibi bazı gıdalar D vitamini içerse de, sadece gıdalardan yeterli miktarda D vitamini almak zordur. D vitamini anne sütünde ve bebek mamasında da bulunur, ancak her zaman ihtiyaç duyulan miktarlarda değildir.

Bu nedenle, Amerikan Pediatri Akademisi (AAP) ve İngiltere Ulusal Sağlık Servisi (NHS) gibi sağlık kuruluşları, anne sütü veya mama ile beslenmelerine bakılmaksızın doğumdan 12 aya kadar tüm bebekler için D vitamini takviyesi önermektedir. AAP ayrıca diyetlerinden ve güneş ışığına maruz kalmalarından yeterli D vitamini alamayan çocuklar için 12 aydan sonra da D vitamini takviyesine devam edilmesini önermektedir.

Bebeklerde ve çocuklarda D vitamini eksikliği, yumuşak, zayıf kemiklere, kemik ağrısına ve büyümenin gecikmesine neden olabilen bir durum olan raşitizme yol açabilir.

Bebekler ve çocuklar için mevcut D vitamini alımı önerisi, yaşamın ilk birkaç gününden başlayarak günde 400 uluslararası ünitedir (IU).

Kaynak:

  1. Wagner CL, Greer FR; American Academy of Pediatrics Section on Breastfeeding; American Academy of Pediatrics Committee on Nutrition. Prevention of rickets and vitamin D deficiency in infants, children, and adolescents. Pediatrics. 2008;122(5):1142-52.
  2. Vitamin D and Your Baby. La Leche League International. Accessed 3 February 2022.
  3. Vitamin D in your child’s diet. NHS. Accessed 3 February 2022.
  4. How can I ensure my baby gets enough vitamin D? La Leche League GB. Accessed 3 February 2022.

Click here to display content from YouTube.
Learn more in YouTube’s privacy policy.

Siringomiyeli

Antik Yunancada; σύριγξ (“syrinx”) – kamış, düdük + νωτιαῖος μύελος (“nōtiaios mýelos”) – omur ilik

Esas olarak servikal ve torasik kord bölgesinde ve daha nadiren lomber kordda gözlenen omurilikte sıvı dolu bir boşluk oluşumudur.

Nedenleri

  • Siringomyeli doğuştan veya edinilmiş olabilir.
    1. Konjenital siringomyeli durumunda, kranio-servikal bileşke alanındaki diğer anomaliler sıklıkla gözlenir (örn. skolyoz, Arnold-Chiari malformasyonu). Bu formda, genellikle omurilikteki boşluk ile likör boşluğu arasında bir bağlantı vardır.
    2. Edinilmiş siringomyeli, MSS’deki tümörlere, araknoid boşluktaki yapışıklıklara ve travmaya bağlıdır. Bu genellikle bir BOS çıkış bozukluğuna veya sonuçta bu kavitasyona yol açan bir BOS tıkanıklığına neden olur.

Click here to display content from YouTube.
Learn more in YouTube’s privacy policy.

Hipotalamus

Sinonim: Thalamus ventralis.

  • Hypo- (ὑπό): “Altında” veya “altında” anlamına gelir.
  • Talamos (θάλαμος): “Oda” veya “iç oda” anlamına gelir.

Hipotalamus terimi, beyindeki talamusun altındaki konumunu yansıtan “odanın altında” anlamına gelir.

This content is available to members only. Please login or register to view this area.

Hipotalamus, “alt odacık” anlamına gelir (Yunancada “alt” anlamına gelen hypo- ve “odacık” anlamına gelen thalamos kelimelerinden türemiştir), beyindeki küçük ama kritik bir yapıdır. Diensefalon‘da yer alır, talamusun altında yer alır ve üçüncü ventrikülün tabanını ve duvarlarının bir kısmını oluşturur. Hipotalamus, boyutuna rağmen homeostazisi korumada, endokrin ve sinir sistemlerini koordine etmede ve hayati bedensel işlevleri düzenlemede merkezi bir rol oynar.

This content is available to members only. Please login or register to view this area.


Hipotalamusun Anatomisi

Yer:

    • Hipotalamus, orta beyin‘de talamusun altında yer alır.
    • Beyindeki sıvı dolu bir boşluk olan üçüncü ventrikülün** **tabanını ve yan duvarlarını oluşturur. – *Yan sınırlar*: Çevresindeki beyin yapılarından ayıran *iç kapsül* ile çevrilidir.
    • Arka tarafta, mezensefalonun (orta beyin) **tegmentumuyla birleşir.

    Ayrık Yapılar:
    Hipotalamusun dış yüzeyi şunları içerir:

      • Memeli gövdeler (corpus mamillare): Hafızada yer alan ve talamusa sinyal ileten iki yuvarlak yapı.
      • Tuber cinereum: Hipofiz sapına bağlanan yükseltilmiş bir alan.
      • İnfundibulum: Hipotalamusu hipofiz bezine bağlayan sap.
      • Orta çıkıntı (eminentia mediana): Düzenleyici hormonların ön hipofize portal kan sistemine salındığı hipotalamusun bir parçası.

      Nükleer Alanlar:
      Hipotalamus, her biri farklı işlevlere sahip çeşitli çekirdeklerden oluşur:

        • Ön Bölge:
          • Supraoptik çekirdek: Su dengesini düzenleyen antidiüretik hormon (ADH/vazopressin) üretir.
          • Paraventriküler çekirdek: Oksitosin ve kortikotropin salgılatıcı hormon (CRH) üretir.
          • Suprakiasmatik çekirdek (SCN): Retinadan girdi alarak sirkadiyen ritimleri düzenler.
          • Preoptik alan: Şunları içerir:
          • Medial preoptik çekirdek: Üreme davranışını ve termoregülasyonu düzenler.
          • Lateral preoptik çekirdek: Uyku-uyanıklık düzenlemesinde rol oynar.
        • Orta (Tüberal) Bölge:
          • Arkuat çekirdek: İştahı ve ön hipofiz fonksiyonunu düzenleyen hormonları salgılar (örn. GHRH, dopamin). – Ventromedial çekirdek: Tokluk merkezi olarak görev yapar ve yiyecek alımını kontrol eder.
          • Dorsomedial çekirdek: Saldırganlık ve beslenme gibi davranışları düzenler.
        • Arka Bölge:
          • Memeli gövdeler: Hafıza işlemede rol oynar.
          • Arka hipotalamik alan: Uyarılma ve otonomik işlevleri düzenler.

        This content is available to members only. Please login or register to view this area.


        Hipotalamusun Fizyolojisi

        Hipotalamus, kritik vücut işlevlerini düzenlemek için çeşitli sistemlerden (sinir, endokrin ve bağışıklık) gelen sinyalleri entegre eder. Bunlar şunları içerir:

        1. Hormon Üretimi

        • Kontrol (Düzenleyici) Hormonlar:
          Bu hormonlar ön hipofiz bezini etkiler:
          • Salgılatıcı hormonlar: Hormon salgılanmasını uyarır:
          • Gonadotropin salgılatıcı hormon (GnRH): FSH ve LH salınımını destekler.
          • Büyüme hormonu salgılatıcı hormon (GHRH): Büyüme hormonu salgılanmasını uyarır.
          • Tirotropin salgılatıcı hormon (TRH): TSH ve prolaktin salgılanmasını uyarır.
          • Kortikotropin salgılatıcı hormon (CRH): ACTH salınımını uyarır.
          • Engelleyici hormonlar: Hormon salgılanmasını baskılar:
          • Somatostatin: Büyüme hormonu ve TSH salgılanmasını engeller.
          • Dopamin: Prolaktin salgılanmasını engeller.
        • Etkileyici Hormonlar:
          • Oksitosin: Doğum sırasında rahim kasılmalarını ve emzirme sırasında süt atılımını düzenler.
          • ADH (antidiüretik hormon/vazopressin): Suyu korumak için böbrekler üzerinde etki ederek su dengesini düzenler.

        2. Homeostazın Düzenlenmesi

        Hipotalamus, aşağıdakileri izleyerek ve düzenleyerek iç dengeyi korur:

        • Osmoregülasyon: Hipotalamus, kan ozmolaritesini izleyen osmoreseptörler içerir. Osmolarite yüksek olduğunda, susuzluğu ve ADH salınımını tetikleyerek böbrekler tarafından su tutulmasını destekler.
        • Termoregülasyon: Preoptik alan vücut sıcaklığını kontrol eder. Termoreseptörlerden gelen geri bildirime dayanarak ısı dağılımı (örn. terleme) veya ısı tutma (örn. titreme) mekanizmalarını harekete geçirir.
        • Yiyecek ve Enerji Dengesi:
          • Ventromedial çekirdek tokluk merkezi olarak görev yaparken, lateral hipotalamus açlığı uyarır.
          • Arkuat çekirdek leptin (tokluk sinyali) ve ghrelin (açlık sinyali) gibi hormonlardan gelen sinyalleri entegre eder.
        • Sirkadiyen Ritimler:
          • Suprakiasmatik çekirdek (SCN) ana saattir ve uyku-uyanıklık döngülerini ve diğer günlük biyolojik ritimleri düzenler.
        • Stres Tepkisi: Hipotalamus, CRH’yi serbest bırakarak hipotalamus-hipofiz-adrenal (HPA) eksenini aktive eder ve böbrek üstü bezlerinden kortizol salgılanmasına yol açar.

        3. Sinir Bağlantıları

        • Afferent Bağlantılar:
        • Hipotalamus, limbik sistem, hipokampüs, talamus, retina ve omurilikten girdi alır ve duyusal ve duygusal bilgileri işlemesine olanak tanır.
        • Efferent Bağlantılar:
        • Çıktılar şunlara yönlendirilir:
        • Talamus: Serebral kortekse sinyaller iletir.
        • Retiküler oluşum: Otonomik işlevleri düzenler.
        • Nörohipofiz (arka hipofiz): Oksitosin ve ADH’yi doğrudan serbest bırakır.

        This content is available to members only. Please login or register to view this area.


        Geri Bildirim Mekanizmaları

        Hormon salgılanması, negatif geri bildirim döngüleri tarafından sıkı bir şekilde düzenlenir:

        • Örneğin, yüksek kortizol seviyeleri CRH ve ACTH salgılanmasını engelleyerek hormonal dengeyi korur. – Benzer şekilde, yüksek tiroid hormonları TRH ve TSH salınımını baskılar.

        Klinik Önemi

        Endokrin Bozuklukları:

          • Hipotalamusun işlev bozukluğu hormonal dengesizliklere yol açabilir, örneğin:
          • Diabetes insipidus: ADH eksikliğinden kaynaklanır, aşırı idrara çıkmaya ve susuzluğa yol açar.
          • Hipopituitarizm: Ön hipofiz hormonlarını düzenlemede başarısızlık.

          Davranış Bozuklukları:

            • Hipotalamustaki lezyonlar iştahta, uykuda veya saldırganlıkta değişikliklere neden olabilir.

            Otonom İşlev Bozuklukları:

              • Hipotalamusta hasar, sıcaklık düzenlemesini ve kardiyovasküler homeostazı bozabilir.

              Sirkadiyen Ritim Bozuklukları:

                • SCN’nin bozulması uyku bozukluklarına veya mevsimsel duygusal bozukluğa (SAD) yol açabilir.

                This content is available to members only. Please login or register to view this area.

                Keşif

                1. Erken Anatomik Tanımlar (Galen, MS 2. Yüzyıl)

                • Antik Yunan hekimi Galen, beyin çalışmalarında hipotalamik bölgeyi tanımlamıştır. Hipotalamusa isim vermese de, genel alanı, bedensel düzenlemede yer alan hayati sıvıları veya “pneuma”yı barındırdığına inandığı “ventriküler sistem” olarak adlandırdığı şeyin bir parçası olarak tanımladı.
                • Galen’in çalışması, teorileri modern standartlara göre eksik olsa bile, beynin bedensel işlevlerdeki rolünün anlaşılması için temel oluşturdu.

                2. Hipotalamusun Adlandırılması (1893)

                • Hipotalamus terimi, 1893 yılında İsviçreli bir anatomist olan Wilhelm His Sr. tarafından türetildi.
                • Yapıyı, talamusun altında bulunan diensefalonun belirgin bir bölgesi olarak tanımladı ve benzersiz anatomik konumunu vurguladı.

                3. Hipotalamus ve Endokrin Kontrolü (1920’ler-1930’lar)

                • Harvey Cushing (1921): Hipotalamus ile hipofiz bezi arasındaki bağlantıyı gösterdi. Araştırmaları, hipotalamusun hormonal işlevleri düzenlemede kritik bir rol oynadığını gösterdi ve modern nöroendokrinolojinin başlangıcını işaret etti.
                • Ernst ve Berta Scharrer (1930’lar): Hipotalamusun, arka hipofiz bezi tarafından depolanan ve salgılanan oksitosin ve vazopressin gibi hormonları ürettiğini belirleyerek nöroendokrinoloji alanında öncülük etti.

                4. Hipotalamik Hormonların Keşfi (1950’ler)

                • Geoffrey Harris (1955): Hipotalamusun, hormonları salgılayarak ve inhibe ederek ön hipofiz bezini kontrol ettiğini gösterdi. Bu keşif, hipotalamusu endokrin sisteminin “ana düzenleyicisi” olarak belirledi.
                • Sonraki çalışmalarda keşfedilen hormonlar:
                  • Tirotropin salgılatıcı hormon (TRH): Tiroid uyarıcı hormon (TSH) salınımını uyarır.
                  • Kortikotropin salgılatıcı hormon (CRH): Adrenokortikotropik hormon (ACTH) salınımını uyarır.
                  • Gonadotropin salgılatıcı hormon (GnRH): LH ve FSH gibi üreme hormonlarını düzenler.

                5. Homeostaz ve Termoregülasyondaki Rolü (1960’lar-1970’ler)

                • Carlton Coon ve Richard Wurtman tarafından 1960’larda ve 1970’lerde yapılan çalışmalar, hipotalamusun vücut sıcaklığını ve susuzluğu düzenlemedeki rolünü gösterdi:
                • Preoptik alan, kan sıcaklığındaki değişikliklere yanıt veren vücudun “termostatı” olarak tanımlandı.
                • Hipotalamustaki ozmoreseptörlerin, susuzluğu ve antidiüretik hormon (ADH) salgısını düzenleyerek sıvı dengesini kontrol ettiği bulundu.

                6. Sirkadiyen Ritmler ve Suprakiasmatik Çekirdek (1972)

                • Robert Moore ve Irwin Zucker (1972): Suprakiyasmatik çekirdeği (SCN) beynin ana sirkadiyen saati olarak tanımladı. – Çalışmaları, hipotalamusun ışık maruziyetinden gelen sinyalleri uyku, hormon salınımı ve metabolizmadaki günlük ritimleri düzenlemek için nasıl entegre ettiğini göstermiştir.

                7. Hipotalamus ve Açlık Düzenlemesi (1990’lar)

                • Jeffrey Friedman ve Douglas Coleman (1994): Yağ hücreleri tarafından üretilen leptin hormonunu ve hipotalamusa tokluk sinyali göndermedeki rolünü keşfetmiştir.
                • Arkuat çekirdek ve ventromedial çekirdek açlık ve enerji dengesini düzenleyen temel merkezler olarak tanımlanmıştır ve leptin ve ghrelin kritik modülatörler olarak hareket etmektedir.

                8. Nörogörüntüleme ve Genetikteki Modern Gelişmeler (2000’ler-Günümüz)

                • Fonksiyonel MRI ve PET taramalarındaki gelişmeler, araştırmacıların hipotalamik aktiviteyi gerçek zamanlı olarak görselleştirmelerine olanak tanımış ve duygu, stres tepkisi ve bağımlılık gibi karmaşık süreçlerdeki rolünün daha iyi anlaşılmasını sağlamıştır.
                • Genetik çalışmalar, hipotalamik genlerdeki mutasyonları (örneğin, leptin reseptörlerini veya TRH yollarını kodlayanlar) obezite, kısırlık ve hipotalamik disfonksiyon gibi durumlarla ilişkilendirmiştir.

                İleri Okuma
                1. His, W. (1893). Die Anatomie menschlicher Embryonen. Leipzig: Hirzel. (Coined the term “hypothalamus” and described its anatomical position.)
                2. Cushing, H. (1921). Studies on the hypophysis cerebri. American Journal of Pathology, 1(4), 373-394. (Linked the hypothalamus to pituitary function.)
                3. Scharrer, E., & Scharrer, B. (1940). Neurosecretion. Journal of Comparative Neurology, 72(2), 319-349. (Pioneered the concept of hypothalamic hormone production.)
                4. Harris, G. W. (1955). Neural control of the pituitary gland. Physiological Reviews, 35(2), 382-392. (Demonstrated the hypothalamus controls anterior pituitary secretion.)
                5. Wurtman, R. J., & Axelrod, J. (1965). Control of enzymatic synthesis of adrenaline in the adrenal medulla by adrenal cortical steroids. Journal of Biological Chemistry, 240(8), 3174-3180. (Described stress and adrenal hormone regulation by the hypothalamus.)
                6. Moore, R. Y., & Eichler, V. B. (1972). Loss of a circadian adrenal corticosterone rhythm following suprachiasmatic lesions in the rat. Brain Research, 42(1), 201-206. (Identified the suprachiasmatic nucleus as the circadian clock.)
                7. Friedman, J. M., & Halaas, J. L. (1998). Leptin and the regulation of body weight in mammals. Nature, 395(6704), 763-770. (Explored the hypothalamus’s role in hunger regulation and leptin signaling.)
                8. Ganong, W. F. (2005). Review of Medical Physiology. McGraw-Hill Education. (Contains detailed chapters on hypothalamic functions and hormone regulation.)
                9. Berthoud, H. R., & Morrison, C. (2008). The brain, appetite, and obesity. Annual Review of Psychology, 59, 55-92. (Discusses hypothalamic regulation of hunger and energy balance.)
                10. Sadler, T. W. (2011). Langman’s Medical Embryology. Lippincott Williams & Wilkins. (Explains embryological development of the hypothalamus.)
                11. Saper, C. B., & Lowell, B. B. (2014). The hypothalamus. Current Biology, 24(23), R1111-R1116. (Modern overview of hypothalamic anatomy and physiology.)
                12. Paxinos, G., & Watson, C. (2014). The Rat Brain in Stereotaxic Coordinates. Academic Press. (Comprehensive atlas with insights into hypothalamic nuclei organization.)
                13. Rosenwasser, A. M., & Turek, F. W. (2015). Neurobiology of circadian rhythms. Sleep Medicine Clinics, 10(4), 403-412. (Detailed review of hypothalamic control of circadian rhythms.)

                  Click here to display content from YouTube.
                  Learn more in YouTube’s privacy policy.

                  Click here to display content from YouTube.
                  Learn more in YouTube’s privacy policy.

                  Kan-testis bariyeri

                  Kan-testis bariyeri, bazal germ hücreleri (spermatogonia) ile daha apikal yerleşimli spermatositler arasında uzanan bazal membrana yakın testisin seminifer tübüllerinin bölümünde moleküler bir bariyerdir.

                  Kan-testis bariyeri, testisin seminifer tübüllerinin bazal membranında yer alan moleküler bir bariyerdir. Kan-testis bariyeri, testisin seminifer tübüllerinin bazal membranında, bazal yerleşimli germ hücreleri (spermatogonia) ile daha apikal yerleşimli spermatositler arasında uzanan moleküler bir bariyerdir.

                  Histoloji

                  Kan-testis bariyeri, Sertoli hücrelerinin hücre süreçleri tarafından oluşturulur.
                  Birbirlerine sıkı bağlantılarla bağlı olan hücreler. birbirlerine bağlıdırlar. Testisin tübüllerini dairesel olarak bir bazal ve bir luminal veya adluminal kompartman.

                  Fizyoloji

                  Kan-testis bariyeri normalde makromoleküler proteinlere (örn. antikorlar) ve bağışıklık sistemi hücrelerine karşı geçirimsizdir. Ayrıca diğer maddelerin seminifer tübüllerin iç bölgesine erişimini de kontrol eder. Bu şekilde spermatositleri olası zararlı maddelerden ve vücudun bağışıklık savunmasından korur. Bu sınırlama gereklidir çünkü spermatositler gibi haploid hücreler antijenik özelliklere sahiptir.

                  Click here to display content from YouTube.
                  Learn more in YouTube’s privacy policy.

                  Valva trikuspidalis

                  1. Giriş

                  Triküspit kapak, kalbin dört kapağından biridir ve iki atriyoventriküler kapaktan (AV kapak) daha büyük olanıdır. Sağ atriyumu (SA) sağ ventrikülden (SV) ayırır. Görevi, kanın tek yönlü akışını sağlamaktır: diyastolde açılarak kanın sağ ventriküle dolmasına izin verir, sistolde ise kapanarak sağ atriyuma geri kaçışı önler. Adını, üç esnek yaprakçıktan (cuspis) oluşmasından alır.

                  2. Anatomik Yapı

                  Triküspit kapak üç yaprakçıktan oluşur: anterior (ön, ventral), posterior (arka, dorsal) ve septal (septuma komşu). Anterior yaprakçık en büyük, septal en küçük, posterior ise orta büyüklüktedir. Yaprakçıklar, annulus fibrosus dexter adı verilen bağ dokusu halkasına tutunur.

                  Yaprakçıkların serbest kenarları korda tendinea adı verilen bağ dokusu iplikçikleri ile sağ ventrikül içindeki papiller kaslara bağlanır. Bu yapı, yelken kapak görünümüne neden olur.

                  Sağ ventrikülde genellikle üç papiller kas bulunur:

                  • Anterior papiller kas en büyük olanıdır, serbest duvardan köken alır, korda tendineaları anterior ve posterior yaprakçıklara uzanır.
                  • Posterior papiller kas daha küçüktür, bazen birkaç başlı olabilir, posterior ve septal yaprakçıkları destekler.
                  • Septal papiller kas çoğu zaman küçük ya da yoktur. Bu durumda septal yaprakçığın korda tendineaları doğrudan ventrikül trabeküllerinden çıkar.

                  Annulus fibrosus, mitral annulusdan daha önde ve daha apikal düzeydedir. Triküspit kapak sesleri en iyi sternumun sol alt kenarında, 4. veya 5. interkostal aralıkta dinlenir.

                  3. Fizyoloji

                  Triküspit kapak, kalbin sağ tarafında tek yönlü kan akışını sağlar.

                  • Diyastolde açıktır ve sağ atriyumdan sağ ventriküle kan geçişini kolaylaştırır. Kapak açıklığı geniştir (7–9 cm²) ve basınç gradiyenti çok düşüktür.
                  • Sistole başladığında sağ ventrikül basıncı atriyum basıncını aşar. Yaprakçıklar pasif olarak yukarı doğru kapanır. Papiller kaslar kasılarak korda tendineaları gerer ve yaprakçıkların atriyuma doğru dönmesini engeller.

                  Bu mekanizma sayesinde, sistolde kanın pulmoner kapağa yönlendirilmesi sağlanır, atriyuma geri akış engellenir.

                  4. Patolojiler

                  4.1. Triküspit Yetmezliği

                  Sistole sırasında sağ ventrikülden sağ atriyuma kan geri kaçışı ile karakterizedir.

                  • Fonksiyonel (sekonder) yetmezlik: En sık görülen tiptir. Sağ ventrikül genişlemesi, pulmoner hipertansiyon veya sol kalp kapak hastalıklarına bağlı gelişir. Annulus genişlemesi sonucu yaprakçıklar tam kapanamaz.
                  • Organik (primer) yetmezlik: Yaprakçık, korda veya papiller kas hastalığına bağlıdır. Nedenler arasında Ebstein anomalisi, enfektif endokardit, romatizmal hastalık, karsinoid sendromu sayılabilir.

                  Klinik olarak juguler venöz dolgunluk, karaciğer büyümesi, ödem ve inspiryumla artan pansistolik üfürüm (Carvallo bulgusu) tipiktir.

                  4.2. Triküspit Darlığı

                  Nadir bir tablodur. En sık romatizmal kökenlidir ve genellikle mitral darlığı ile birliktedir. Yaprakçıklar kalınlaşır, fibrotik hale gelir ve komissürler kaynaşır. Sonuçta sağ atriyum basıncı artar. Sistemik venöz konjesyon, hepatomegali, asit ve ödem gelişir. Sol alt sternal kenarda diyastolik üfürüm duyulur.

                  4.3. Ebstein Anomalisi

                  Konjenital bir defekttir. Septal ve posterior yaprakçıklar sağ ventrikül içine yer değiştirmiştir. Bu durum, ventrikülün bir kısmının “atriyalize” olmasına ve şiddetli yetmezliğe yol açar. Klinik spektrum hafif disfonksiyondan ağır siyanoza kadar değişir.

                  4.4. Triküspit Atrezisi

                  Triküspit kapağın doğuştan yokluğudur. Sağ atriyumdan sağ ventriküle geçiş yoktur. Sağ ventrikül hipoplaziktir. Yaşam, atriyal ve ventriküler septal defektler sayesinde mümkündür. Doğumdan itibaren ağır siyanoz görülür, cerrahi tedavi gerekir.

                  5. Cerrahi ve Girişimsel Yaklaşımlar

                  5.1. Triküspit Kapak Tamiri

                  • Annuloplasti: En sık kullanılan yöntemdir. Kapak halkasına protez halka dikilerek annulus daraltılır, yaprakçık uyumu sağlanır.
                  • De Vega annuloplastisi: Halka kullanılmadan, dikişlerle annulus daraltılır. Ucuz ve kolaydır, fakat uzun dönemde başarısı sınırlıdır.
                  • Yaprakçık onarımı: Hastalıklı yaprakçık kısmının rezeksiyonu, yırtıkların dikilmesi veya uzamış korda tendineaların kısaltılması uygulanabilir.
                  • Biküspidizasyon (Kay prosedürü): Posterior yaprakçık dikilerek devre dışı bırakılır, kapak iki yaprakçıklı hale getirilir.
                  • Koni prosedürü: Özellikle Ebstein anomalisi için geliştirilmiştir. Yaprakçıklar mobilize edilip yeniden şekillendirilir ve annulus üzerine yeniden dikilir.

                  5.2. Triküspit Kapak Değişimi

                  • Biyoprotez kapaklar: Genellikle sığır veya domuz dokusundan yapılır. Antikoagülasyon gerekmez, ancak dayanıklılığı sınırlıdır.
                  • Mekanik kapaklar: Çok dayanıklıdır fakat ömür boyu antikoagülasyon gerektirir. Triküspit pozisyonda tromboz riski yüksek olduğu için az tercih edilir.

                  5.3. Minimal İnvaziv ve Perkütan Teknikler

                  • Triküspit kapak klipsi (TriClip): Femoral ven yoluyla kateterle ilerletilen cihaz, yaprakçıkları birbirine klipsleyerek yetmezliği azaltır. Mitral kapaktaki MitraClip yöntemine benzer.
                  • Kapak-içi-kapak veya halka-içi-kapak prosedürleri: Daha önce kapak tamiri veya değişimi geçirmiş hastalarda, mevcut protez veya halkanın içine kateter yoluyla yeni bir biyoprotez kapak yerleştirilir.

                  6. Klinik Karar Verme

                  Cerrahi veya girişimsel teknik seçimi; hastanın kapak anatomisine, hastalığın tipi ve şiddetine, eşlik eden hastalıklarına ve cerrahi riskine bağlıdır. Genel eğilim kapak tamirinin öncelikli olarak tercih edilmesidir. Onarımın mümkün olmadığı durumlarda kapak replasmanı yapılır. Yüksek riskli veya operasyon şansı düşük hastalarda ise minimal invaziv ve perkütan yöntemler ön plana çıkmaktadır.


                  Keşif

                  Anatomik Keşiften İlk Tanımlamalara

                  Kalbin sağ tarafında yer alan triküspit kapak, üçlü yapısıyla insanoğlunun dikkatini ilk olarak antik çağda çekmiştir. MÖ 4. yüzyılda yaşayan ünlü hekim Hippokrates, kalpteki “üç parçalı kapakçığı” fark ederek bunu Peri Kardies (Kalp Üzerine) adlı eserinde not düşmüştür. Bu, triküspit kapağın tarihteki ilk tanımlamalarından biri olarak kabul edilir. Antik tıbbın kısıtlı bilgi dünyasında dahi, Hippokrates kalbin içinde tek yönlü akışı sağlayan kapaklar olduğuna dair önemli bir gözlem yapmıştır. Onun ardından Erasistratos (MÖ 3. yy civarı), kalbin pompa işlevini incelerken sağ kalpteki kapağın üç loblu yapısını daha sistematik biçimde tarif etmiş ve böylece bugünkü triküspit (Latincede “üç uçlu”) adının kökenini atmıştır.

                  Antik dönemde kalp ve damar sistemi hakkında sınırlı bir kavrayış olsa da, bu ilk gözlemler gelecekteki anatomi çalışmalarına zemin hazırladı. Orta Çağ boyunca Galen gibi hekimler kalbin yapısını incelemeye devam etseler de, dogmatik bilgiler yeni keşiflerin önünü kapatıyordu. Rönesans ile birlikte insan anatomisinin yeniden doğuşu gerçekleşti: 15. ve 16. yüzyıllarda Leonardo da Vinci gibi dahiler ve Andreas Vesalius gibi anatomi alimleri, kadavraları ayrıntılı inceleyerek kalbin dört kapakçığını da doğru yerleri ve yapılarıyla çizdiler. Leonardo da Vinci’nin çizimleri arasında triküspit kapağın kabartılı, kubbemsi formunu betimleyen eskizler bulunurken, Vesalius 1543 tarihli ünlü eserinde kalpte görünür üçlü bir kapak olduğunu kesin biçimde ortaya koydu. Böylece antik çağda sezilen triküspit kapak yapısı, modern anatominin doğuşuyla somut ve bilimsel bir tanıma kavuşmuş oldu.

                  17. yüzyılda kan dolaşımını keşfeden William Harvey, kalp kapakçıklarının kanın tek yönlü ilerlemesini sağladığını deneylerle göstererek triküspit kapağın işlevsel önemini vurguladı. Artık tıp dünyası, sağ atriyum ile sağ ventrikül arasındaki bu üçlü kapağın anatomik varlığını kabul etmekle kalmamış, aynı zamanda dolaşım fiziğindeki rolünü de anlamaya başlamıştı. 19. yüzyıla gelindiğinde anatomi kitapları triküspit kapağın yapısını ayrıntılarıyla içeriyordu; üç adet ince esnek “kusp” (kapakçık yaprağı), bu yaprakları tutan kordanın ipliksi bağları ve papillier kaslarla olan bağlantıları tanımlanmıştı. Böylece anatomik keşifler dönemi, antik meraklı gözlemlerden Rönesans’ın cesur diseksiyonlarına kadar uzanan yumuşak bir geçişle, triküspit kapağın vücuttaki yerini ve yapısını tüm yönleriyle ortaya koymuş oldu.

                  Triküspit Kapak Hastalıklarının Tarihçesi

                  Triküspit kapağın hastalıklarının anlaşılması da kendi içinde yüzyıllara yayılan ilginç bir hikâyedir. Kalbin sağ tarafındaki sorunlar, sol tarafındakiler kadar gürültülü belirtiler vermediğinden, uzun süre hekimlerin gözünden kaçmıştır. Bununla birlikte, 18. yüzyıl başlarında İtalyan hekim Giovanni Battista Lancisi, boyun toplardamarlarında ritmik dolup boşalma (nabız benzeri venöz dalgalanma) olduğunu gözlemleyen ilk kişilerden oldu. 1728 yılında Lancisi, bazı hastalarda boyundaki aşırı venöz pulsasyonların triküspit kapaktaki ciddi yetersizlikten kaynaklanabileceğini öne sürdü. Nitekim otopsi bulgularıyla da desteklenen bu çıkarım, triküspit yetmezliğinin klinik bir işareti olarak yüksek juguler venöz basınç ve “vücudun geri dönüş kanının kalbe dolamaması” olgusunu tıp literatürüne kazandırdı. Artık doktorlar, boyun venlerindeki anormal atımların kalbin sağ kapağındaki kaçak nedeniyle oluşabileceğini biliyorlardı.

                  1. yüzyılın başlarında Napolyon’un hekimi Jean-Nicolas Corvisart, triküspit kapak hastalıklarını “organik” (yapısal bozukluk) ve “fonksiyonel” (başka bir soruna bağlı ikincil bozukluk) olarak ayıran ilk hekim oldu. Örneğin, kalp kasının yaygın hastalığı sonucu gelişen ve kapak yapısı sağlam olmasına rağmen yetmezliğe yol açan durumları, kapaktaki primer hasarlardan ayırt etti. 1836’da James Hope ve Thomas Benson gibi klinisyenler, boyun damarlarında “inatla çalkalanan, uğultulu bir nabız” tarif edip bunun belirli bir İskoç hastada triküspit kapak hastalığından ileri geldiğini raporladılar. Bu, bir hastada triküspit yetmezliğinin klinik tanısının belgelendiği ilk vakalardandı.

                  Yine 19. yüzyılın ikinci yarısında, 1860’larda Nikolaus Friedreich ve Paul Duroziez, şiddetli kalp yetmezliği tablolarında triküspit kapağın sıklıkla yetersiz hale geldiğini, yani sol kalp bozukluğunun sağ kalpte sekonder bir yetmezlik yaratabildiğini fark ettiler. Bu gözlem, ileri evre kalp hastalıklarında görülen karaciğer büyümesi, bacak ödemi, boyun venlerinde dolgunluk gibi bulguların, triküspit yetmezliği ile ilişkili olabileceğini ortaya koydu. Artık triküspit yetersizliği (regürjitasyonu) sadece doğuştan ya da romatizmal bir kapak bozukluğu değil, aynı zamanda kronik kalp hastalarının “son safha” belirtisi olarak da anlaşılmaya başlanmıştı.

                  Konjenital (doğumsal) triküspit kapak anomalilerinin tanınması da bu dönemde gerçekleşti. 1817 yılında Alman doktor Friedrich Ludwig Kreysig, kalpte triküspit kapağın tamamen gelişmediği ve sağ atriyum ile ventrikül arasında doğuştan bir tıkanıklık olduğunu belgeleyen ilk kişi oldu (daha sonra triküspit atrezisi olarak adlandırılacaktır). Bu nadir doğumsal kusur, bebeklerin yaşamla bağdaşması için kalpte başka deliklerin olması gerektiğini gösteriyor ve böyle bir durumun ilk tanısı tıp dünyasında büyük bir merak uyandırıyordu. Yine doğumsal bir başka anomali olan Ebstein hastalığı, 1866 yılında Alman patolog Wilhelm Ebstein tarafından tanımlandı. Ebstein, sadece 19 yaşında ani ölen siyanozlu (morarması olan) bir gencin kalbini incelerken triküspit kapağın alışılmadık derecede aşağı yerleştiğini, sağ atriyumun aşırı genişlediğini ve birlikte bir atriyal septal defekt (ASD) bulunduğunu saptadı. Ebstein’in bu ayrıntılı yayını, kendi adıyla anılan ve triküspit kapağın yapısal bozukluğuna bağlı doğumsal bir hastalığın tüm dünyaca öğrenilmesini sağladı. Ebstein Anomalisi’nde kapağın septal ve posterior yaprakçıkları sağ karıncığın içine doğru kaymış, sağ karıncığın üst kısmı adeta atriyumun bir parçası haline gelmişti. Bu keşif, o dönemde doğumsal kalp hastalıklarının anlaşılmasında bir mihenk taşı oldu.

                  1. yüzyılın başlarına gelindiğinde triküspit kapak hastalıkları halen diğer kalp kapakları kadar ilgi çekmiyor, sağ kalp adeta “unutulmuş bir oda” muamelesi görüyordu. 20. yüzyıl ortalarında stetoskop ve röntgen gibi tanı araçlarının gelişimiyle, triküspit kapak patolojileri daha net ayırt edilmeye başlandı. Örneğin, 1946’da hekim Miguel Rivero-Carvallo, triküspit yetmezliğine bağlı üfürümün hastaya derin nefes aldırıldığında belirginleştiğini bularak bugün Carvallo belirtisi dediğimiz önemli bir fizik muayene bulgusunu tanımladı. Bununla, triküspit kapak yetmezliği muayenede mitral yetmezlikten ayrılabilir hale geldi.

                  Yine 20. yüzyıl ortalarında ortaya çıkan karcinoid sendromu gibi nadir durumların, vücuttaki hormon benzeri maddelerin etkisiyle özellikle triküspit kapağı tutup onda ciddi darlık ve yetmezliklere yol açtığı anlaşıldı. Özellikle 1960’larda tanımlanan bu sendrom, triküspit ve pulmoner kapakta ilerleyici fibrozis yaparak, hastalarda sadece sağ kalp kapaklarını etkileyen bir tabloya neden oluyordu – bu da triküspit kapak patolojilerine dikkatleri çeken bir diğer gelişmeydi.

                  Ancak tüm bu bilgiler birikse de, triküspit kapak uzun yıllar “ihmal edilmiş kapak” olarak kaldı. Özellikle 20. yüzyılın ortalarında kalp cerrahisi alanında deneyimler artarken, cerrahlar soldaki mitral ve aort kapakları onarmaya veya değiştirmeye odaklanmış, sağ kalpteki triküspit kapak çoğunlukla “ikincil önemde” görülmüştü. Ünlü kalp cerrahı Richard Braunwald ve ekibi 1967 yılında, sol kalp ameliyatı sırasında sık görülen eşlikçi triküspit yetersizliğine dokunulmamasını, altta yatan sorunun çözülmesiyle triküspidin kendiliğinden düzelebileceğini savunan bir “dokunma” stratejisi bile önerdi. Ne var ki sonraki yıllarda bunun her zaman geçerli olmadığı, tedavi edilmeyen triküspit yetmezliğinin zamanla ilerleyip hastaların yaşam kalitesini ve süresini olumsuz etkilediği görüldü. Böylece 20. yüzyıl sonlarına doğru triküspit kapak hastalıklarına bakış değişmeye başladı: Bu kapak, vücudun “arka bahçesi” değil, aktif tedavi gerektirebilen önemli bir yapısıydı.

                  Cerrahi ve Girişimsel Tedavinin Tarihsel Dönüm Noktaları

                  Kalp cerrahisinin başlangıcında, triküspit kapağa yönelik girişimler oldukça geride kalmıştı. 20. yüzyıl ortalarında kalp-akciğer makinesinin icadı (1953) ve açık kalp cerrahisinin başlamasıyla, cerrahlar ilk kez kalp kapaklarını doğrudan onarma veya değiştirme imkânına kavuştular. Ancak öncelik her zaman hayatı daha çok tehdit eden aort ve mitral kapaklardaydı; triküspit kapak lezyonları genellikle diğer kapak hastalıklarına eşlik eden ikincil bir sorun sayılıyordu. Yine de bazı öncü cerrahlar, triküspit kapaktaki ciddi sorunları düzeltmek için girişimlerde bulunmaya başladılar.

                  1960’lı yıllara girerken, kalp cerrahları triküspit yetmezliği olan hastalarda ne yapılabileceğini tartışmaya açmıştı. Bu tartışmalara son veren gelişme, Jerome Kay adlı Amerikalı cerrahın 1965 yılında gerçekleştirdiği yenilikçi bir ameliyat oldu. Dr. Kay, triküspit kapağın ilk başarılı onarım tekniğini tanımladı ve yayınladı. Bu yöntem, kapağın bikuspidizasyonu (üç yerine iki yaprakçıklı hale getirilmesi) prensibine dayanıyordu. Kay, triküspit halkasının arka-yan (posterior) bölümünü hedef alarak, o bölgeye 3-4 adet “8” şeklinde dikiş yerleştirdi. Bu güçlü sütürlerle gevşek ve genişlemiş halka adeta büzülüyor, dört-beş parmak genişliğindeki açıklık ancak iki parmak genişliğine indiriliyor ve böylece kapak yapısı iki yaprakçığın karşılaşacağı şekilde daraltılıyordu. Kay’in 1965’te Annals of Surgery dergisinde yayımlanan sonuçları oldukça cesaret vericiydi: Birçok hastada triküspit yetmezliği kaybolmuş veya belirgin şekilde azalmış, ciddi yan etki olmaksızın hastalar iyileşmişti. Bu Kay prosedürü, cerrahi literatürde ilk triküspit anuloplasti (halka daraltıcı onarım) olarak tarihe geçti ve hızla dünyadaki cerrahlar tarafından benimsenmeye başlandı【9】.

                  1960’ların sonunda ve 1970’lerin başında, triküspit kapağın cerrahi tedavisinde peş peşe önemli adımlar atıldı. 1971’de Fransız cerrah Alain Carpentier, kapak onarımında destekleyici bir yapay halka (annüloplasti halkası) kullanım konseptini ortaya attı. Aslında Carpentier’nin bu fikri ilk planda mitral kapak için geliştirilmişti, ancak kısa sürede triküspit kapağa da uygulandı. Amaç, genişlemiş kapak halkasını metal destekli bir halka ile eski çapına getirmek ve yeniden şekillendirmekti. Bu yaklaşım, ileriki yıllarda Carpentier adıyla anılan özel triküspit halkalarının (ör. Carpentier-Edwards halka) geliştirilmesine yol açarak onarımın kalıcılığını artırdı.

                  Tam bu dönemde, İspanya Malaga’dan cerrah Norberto De Vega daha basit ama etkili bir çözüm ile sahneye çıktı. De Vega, 1972 yılında triküspit yetmezliğinin genellikle kapağın kalbin serbest duvarı tarafındaki kısmının (yani ön ve arka yaprakçıkların bağlı olduğu annulus segmentinin) seçici genişlemesinden kaynaklandığını belirtti. Bu gözlemle uyumlu şekilde, De Vega annuloplasti adıyla anılan bir teknik geliştirdi. De Vega’nın yöntemi, herhangi bir yapay halka kullanmaksızın, sadece sütür iplikleriyle triküspit halkasını daraltmaya dayanıyordu. Cerrah, sağ atriyumu açtıktan sonra, triküspit kapağın anteroseptal komissüründen posteroseptal komissürüne uzanan yarımay biçimli halka kısmına bir uçtan diğer uca devam eden bir dikiş hattı döşüyordu. Bu çift katlı devamlı sütür, her iki uçta sağlamlaştırıcı küçük keçeler (Teflon pledget) ile destekleniyor ve uygun ölçüde sıkılarak bağlanıyordu. Sonuçta, gevşemiş halka küçültülerek yaprakçıklar tekrar birbirine yeterli şekilde yaklaşır hale geliyordu. De Vega’nın 1972’de sunduğu bu teknik, seçici, ayarlanabilir ve kalıcı bir annuloplasti biçiminde tanımlandı ve kısa sürede tüm dünyada en yaygın triküspit onarım yöntemi haline geldi. Avantajı, teknik olarak basit, hızlı ve maliyetinin düşük olmasıydı; üstelik yapay bir materyal gerektirmediği için enfeksiyon riskini de azaltıyordu.

                  İlerleyen yıllarda triküspit kapağa yönelik cerrahi girişimler giderek olgunlaştı. 1980’lerde Prof. Mário Antunes, De Vega yöntemini geliştirerek sütür hattındaki her dikiş adımına küçük teflon destekçikler yerleştirmeyi tarif etti – böylece dikişlerin halkayı bir “gitar teli” gibi kesmesinin önüne geçildi ve onarımın dayanıklılığı arttı. Yine 1980’lerde bazı cerrahlar segmental (bölümlü) annuloplasti teknikleri deneyerek, halkayı parça parça ayrı dikişlerle daraltma yaklaşımını kullandılar. 1990’larda ise flexible (esnek) veya yarı sert ringsiz destek materyalleriyle triküspit halkayı onarma girişimleri oldu. Bütün bu yöntemsel çeşitlenme, aslında tek bir hedefe yönelikti: Triküspit kapağı, mümkün olduğunca kendi yapısı korunarak tamir etmek. Çünkü triküspit kapak, protezle değiştirilmesi en zor kapaklardan biri olarak bilinir; düşük basınçlı sağ kalpte kanın akış dinamikleri farklıdır ve mekanik protezler pıhtılaşmaya, biyoprotezler ise dejenerasyona daha açık görünmüştür. Bu nedenle cerrahlar mümkün mertebe triküspit kapakta tamir (reparasyon) stratejisini benimsemişlerdir.

                  Doğumsal triküspit kapak anomalilerinin cerrahi tedavisinde de önemli ilerlemeler kaydedilmiştir. Özellikle Ebstein anomalisi gibi kompleks bir durumda, geleneksel cerrahi uzun süre yetersiz kalmıştır. Ebstein anomalili hastalarda 20. yüzyıl boyunca uygulanan yöntemler, genellikle kapağın olduğu gibi değiştirilmesi (yapay kapak takılması) ya da “Danielson” ve “Carpentier” onarımları gibi kısmi düzeltmeler şeklindeydi; ancak bu hastaların çoğu genç yaşta yeniden ameliyat gereksinimi duyuyor veya kalp yetmezliğine giriyordu. 2000’li yıllarda Brezilyalı cerrah José Pedro da Silva, yılların cerrahi deneyimini yaratıcı bir yaklaşımla birleştirerek Ebstein kapak tamirinde devrim sayılacak Koni (Cone) prosedürünü geliştirdi. Da Silva ve ekibi, 1993’ten başlayarak Ebstein’lı hastaların triküspit yaprakçıklarını olabilecek en geniş şekilde mobilize etmeye, adeta yerinden çıkartıp koni biçiminde yeniden dikmeye dayanan bir teknik denemeye başladılar. Nihayet 2007’de sonuçlarını yayınladıkları Koni yöntemi, triküspit kapağın tüm mevcut yaprakçık dokusunun kullanılarak, sağ ventrikül apexinde tepesi olan bir koni şeklinde yeniden yapılandırılmasını içeriyordu. Bu prosedürde, anormal yerde yapışık duran septal ve posterior yaprakçıklar duvardan ayrılıyor, büyük anterior yaprakçıkla birleştirilerek 360 derece dönebilen bir “koni” oluşturuluyor ve koninin tabanı gerçek anülüse tutturuluyordu. Koni prosedürü uygulanan hastalarda kapak neredeyse normal bir fonksiyona kavuşuyor; birçok genç hasta, daha önce morarma ve çabuk yorulma gibi şikâyetlerle dolu bir hayattan, neredeyse olağan bir kalp performansına sahip şekilde yaşamına devam edebilir hale geliyordu. Günümüzde Koni ameliyatı, Ebstein anomalisi için standart cerrahi tedavi olarak dünya çapında kabul görmüş durumdadır. Bu gelişme, triküspit kapaktaki doğumsal bir bozukluğun, hastanın kendi dokuları kullanılarak düzeltilmesinin mümkün olduğunu göstererek kalp cerrahisi tarihine geçti.

                  21. yüzyılın ilk çeyreğinde, triküspit kapak tedavisinde yepyeni bir sayfa açılmıştır: Kateter bazlı (transkateter) girişimsel yaklaşımlar. Kalp cerrahisindeki ilerlemeler ve özellikle aort ile mitral kapaklarda geliştirilen kapalı yöntemler (örneğin TAVI – transkateter aort kapak implantasyonu, ve MitraClip – mitral kenar birleştirme tekniği) sayesinde, cerrahi riski yüksek hastalarda ameliyatsız çözümler mümkün hale geliyordu. Triküspit kapak da bu “inovasyon dalgası”na nihayet dahil oldu. Uzun yıllar “unutulmuş” denilen triküspit kapak için ilk transkateter girişimler 2010’ların ortalarında bildirildi. 2015 yılında Almanya’da yüksek riskli bir kalp yetmezliği hastasına, kasıktan ilerletilen bir kateter sistemiyle triküspit anuloplasti uygulandı. Bu vakada doktorlar, bir cihaz yardımıyla triküspit kapağın arka kısmına kalıcı dikişler yerleştirip büzerek kapağı tıpkı Kay yöntemindeki gibi biküspit hale getirmeyi başardılar. Böylece tarihte ilk kez açık cerrahi olmaksızın bir triküspit yetmezliği vakası başarıyla tamir edilmiş oldu. Bunu takiben benzer “kenardan kenara onarım” (edge-to-edge repair) yaklaşımları ve değişik tasarımlardaki annuloplasti cihazları geliştirilerek, Avrupa ve ABD’de küçük hasta serilerinde transkateter triküspit kapak onarımları gerçekleştirildi. Bu girişimler sonucunda hastalarda ciddi TR derecelerinin belirgin düştüğü, karaciğer konjesyonu ve ödem gibi belirtilerin hafiflediği rapor edildi.

                  Bir diğer çığır açıcı gelişme, transkateter triküspit kapak replasmanıdır (TTVR). İlk defa Kasım 2016’da Cleveland Clinic’te (ABD), cerrahi şansı olmayan 64 yaşında bir hastanın triküspit kapağı, kateterle yerleştirilen özel bir biyoprotez stent ile değiştirildi. Bu işlem dünya çapında bir ilkti ve başarılı olması büyük heyecan yarattı. Hastanın genişlemiş triküspit halkasına kendiliğinden açılan bir stent-valf yerleştirilerek, kaçıran kapak yerine anında çalışmaya başlayan yapay bir kapak elde edildi. İşlem sonrası çekilen görüntülerde yeni biyoprotezin sıkıca yerine oturduğu ve kaçağı ortadan kaldırdığı izlendi. Bu başarı, “unutulmuş kapak” için yeni bir umut ışığı oldu. Devamında farklı şirketler ve merkezler tarafından çeşitli transkateter triküspit kapak cihazları (örn. TriClip, CardioBand, PASCAL, Evoque gibi) geliştirilmeye başlandı. 2020’li yıllara gelindiğinde pek çok hasta, açık kalp ameliyatı olmaksızın, kasıktan veya boyun venasından girilen kateterlerle triküspit kapaklarındaki sorunlardan kurtulmaya başlamıştır. Özellikle Avrupa’da yapılan TRILUMINATE gibi klinik çalışmalarda, triküspit kapağa mandallama yöntemiyle takılan cihazların 1-2 yıllık olumlu sonuçları yayınlanmış, hastaların yaşam kalitesinde ve sağkalım oranlarında iyileşmeler görülmüştür.

                  Böylece, antik dönemden günümüze triküspit kapağın öyküsü tam bir daire çizmiştir denebilir. Bir zamanlar yalnızca kadim bir hekim tarafından fark edilmiş bir anatomik ayrıntı olan bu kapak, yüzyıllar içinde önce hastalıklarıyla tanınmış, sonra cerrahların ustalık gösterdiği operasyonlarla onarılmış ve nihayet mühendislik harikası cihazlarla ameliyatsız tedavi edilebilir hale gelmiştir. Triküspit kapak, tarihin tozlu sayfalarında bir not olarak başlamış; ancak tıbbın ve teknolojinin gelişimiyle birlikte, insan kalbinin en az diğer kapaklar kadar kritik ve ilgiye değer bir unsuru olduğunu ispatlamıştır. Günümüzde kardiyoloji ve kalp cerrahisi, bu “üvey evlat” kapak için seferber olmuş durumda: Yeni tedaviler, yeni araştırmalar ve inovatif yaklaşımlarla triküspit kapağın tarihine her geçen gün yeni bir sayfa ekleniyor. Dün üç yaprakçığı ile merak uyandıran bu kapak, bugün yüksek teknoloji ürünü çözümlerle hastalarına şifa dağıtıyor – tıpkı kalbin diğer kapakları gibi başrolde hak ettiği yeri alarak…


                  İleri Okuma
                  1. Lancisi, G.M. De Motu Cordis et Aneurysmatibus. Roma: Salvioni, 1728.
                  2. Ebstein, W. Ueber einen sehr seltenen Fall von Insufficienz der Valvula tricuspidalis, bedingt durch eine angeborene hochgradige Missbildung derselben. Archiv für Anatomie, Physiologie und wissenschaftliche Medicin, 33:238-254, 1866.
                  3. Kay, J.H., Maselli-Campagna, G., Tsuji, H.K. Surgical treatment of tricuspid insufficiency. Annals of Surgery 162(1):53-58, 1965.
                  4. Kay J.H. Tricuspid Valve Annuloplasty: Bicuspidization Technique. Annals of Thoracic Surgery, 1(3), 356–362, 1965.
                  5. De Vega, N.G. Anuloplastia selectiva, ajustable y permanente. Técnica original para el tratamiento de la insuficiencia tricúspide. Rev. Esp. Cardiol. 25(6):555-556, 1972.
                  6. De Vega N.G. La anuloplastia selectiva, regulable y permanente. Una técnica original para el tratamiento de la insuficiencia tricuspídea. Revista Española de Cardiología, 25, 555–556, 1972.
                  7. Da Silva J.P., Baumgratz J.F., et al. The Cone Reconstruction for Ebstein’s Anomaly: Initial Results. Journal of Thoracic and Cardiovascular Surgery, 128(5), 715–721, 2004.
                  8. da Silva, J.P., et al. The cone reconstruction of the tricuspid valve in Ebstein’s anomaly: the operation, early and midterm results. J. Thorac. Cardiovasc. Surg. 133(1):215-223, 2007.
                  9. Schofer, J., Bijuklic, K., Tiburtius, C., et al. First-in-human transcatheter tricuspid valve repair in a patient with severely regurgitant tricuspid valve. J. Am. Coll. Cardiol. 65(12):1190-1195, 2015.
                  10. Navia, J.L., Kapadia, S.R. First implant of a transcatheter tricuspid valved stent marks new frontier in percutaneous valve care. Cleveland Clinic – Consult QD, 2017.
                  11. Ramcharan T.V., et al. Ebstein’s Anomaly: Contemporary Surgical Approaches. Pediatric Cardiology, 43(2), 267–280, 2022.
                  12. Cleveland Clinic. Annuloplasty – Valve Repair Techniques. 2022.
                  13. StatPearls. Tricuspid Valve Repair. StatPearls Publishing, 2023.
                  14. Abbott. TriClip™ Transcatheter Edge-to-Edge Repair System – FDA Approval Press Release. 2024.
                  15. Radiopaedia. Tricuspid Valve, Tricuspid Regurgitation, Tricuspid Stenosis, Tricuspid Atresia. 2024.
                  16. Mandarim-de-Lacerda, C.A. Two millennia of anatomical discovery: Shaping the evolution of medicine. Int. J. Morphol. 43(3):891-900, 2025.
                  17. Jones O. Valves of the Heart. TeachMeAnatomy, 2025.


                  Click here to display content from YouTube.
                  Learn more in YouTube’s privacy policy.

                  Click here to display content from YouTube.
                  Learn more in YouTube’s privacy policy.

                  Click here to display content from YouTube.
                  Learn more in YouTube’s privacy policy.

                  .

                  Kaynak:

                  1. Navia J.L., Nowicki E.R., Blackstone E.H., et al. (2010). Surgical management of secondary tricuspid valve regurgitation: Annulus, commissure, or leaflet procedure?. Journal of Thoracic and Cardiovascular Surgery, 139(6), 1473-1482.e5.
                  2. Antunes M.J., Rodríguez-Palomares J.F., Prendergast B.D., et al. (2017). Management of tricuspid valve regurgitation: Position statement of the European Society of Cardiology Working Groups of Cardiovascular Surgery and Valvular Heart Disease. European Journal of Cardio-Thoracic Surgery, 52(6), 1022-1030.

                  Noradrenalin (NA)

                  Norepinefrin (noradrenalin), omurgalıların “savaş-kaçın” (fight-or-flight) fizyolojisinin hem sinirsel hem de endokrin ayağında merkezî bir rol oynayan, biyojenik amin sınıfından bir katekolamindir. Klinik pratikte ise özellikle akut hipotansiyon ve şok tablolarında damar tonusunu yükseltmek için kullanılan, dar terapötik aralıklı ve titrasyon gerektiren bir vazopressördür. “Norepinefrin serum setleri” ifadesi, bu etkin maddenin intravenöz infüzyonla güvenli ve kontrollü verilmesini sağlayan, çoğu zaman hazır konsantrasyon/standart dilüsyon ve pompa uyumu esas alınarak düzenlenmiş uygulama sistemlerini (set–torba/şırınga–etiketleme–hat bağlantıları) anlatır.


                  1) Adlandırma ve etimoloji: “nor-ad-ren-al-in” ne der?

                  Adrenalin / epinefrin adları, adrenal bezin (böbreküstü bezi) medullasından salınan “adrenal” kökenli bir maddeyi işaret eder. “Nor-” ön eki ise farmakolojik ve kimyasal adlandırmada çoğu zaman şu fikri taşır:

                  • “Bir metil grubu eksik”: Norepinefrin, epinefrine göre amin ucunda N-metil grubunu taşımaz; bu nedenle “N-demethylated” (metilsizleştirilmiş) varyant gibi düşünülebilir.
                  • Biyolojik anlamı: Bu küçük yapısal fark, reseptör seçiciliğini belirgin biçimde kaydırır; norepinefrin çoğu dokuda α-adrenerjik etkileri baskın hale getirir.

                  Bu etimoloji, yalnızca bir isim oyunu değildir: yapıdaki bir metil grubunun var/yok oluşu, damar yatağı, kalp ve bronş düz kası üzerindeki etkinin “tonu”nu ve klinikte neyi hedeflediğimizi doğrudan değiştirir.


                  2) Kimyasal sınıf, yapı ve temel özellikler

                  2.1. Sınıflandırma

                  • Biyojenik amin: Amino asitlerden (tirozin/fenilalanin) türetilen küçük aminler.
                  • Katekolamin: Aromatik halkasında iki komşu hidroksil (katekol çekirdeği) taşıyan aminler.
                  • Feniletanolamin iskeleti: Yan zincirde β-hidroksil içeren, adrenerjik aktiviteyle ilişkili tipik omurga.

                  2.2. Moleküler yapı

                  Noradrenalin için pratikte akılda tutulacak yapı öğeleri:

                  • Katekol halkası (3,4-dihidroksi) → hızlı oksidasyon eğilimi, ışık/ısıya duyarlılık, COMT hedefi.
                  • β-hidroksil grubu → doğrudan reseptör bağlanması ve stereokimya.
                  • Primer amin (epinefrinden farkı: N-metil yokluğu) → reseptör profili ve metabolizma farkları.

                  Empirik formül klinik metinlerde çoğunlukla C₈H₁₁NO₃ olarak verilir; farmasötik formda sıklıkla tuz halinde (ör. tartrat veya bitartrat) bulunur. Tuz formu, stabiliteyi ve çözünebilirliği artırır; “beyaz/kristal toz” ifadesi de buradan gelir.

                  2.3. Fizikokimyasal davranış (klinikte neden önemli?)

                  • Suda çözünürlük (tuz formuyla belirgin) → infüzyon çözeltilerine uygunluk.
                  • Oksidasyona yatkınlık → çözeltilerin renk değişimi (pembe–kahverengiye kayma) klinikte stabilite uyarısıdır.
                  • Işık duyarlılığı → bazı uygulamalarda ışık koruması gerekebilir.
                  • Damar dışına kaçışta doku hasarı riski → güçlü vazokonstriksiyon nedeniyle ekstravazasyon önemlidir.

                  3) Evrimsel ve fizyolojik bağlam: Neden “noradrenalin sistemi” var?

                  Omurgalıların çevresel tehditlere hızlı yanıt vermesi, iki paralel strateji üzerine kuruludur:

                  1. Hızlı sinirsel iletim (milisaniye–saniye): Sempatik sinir uçlarından noradrenalin salınımı, damar tonusu ve organ perfüzyonunu hızla yeniden dağıtır.
                  2. Daha yaygın hormonal etki (saniye–dakika): Adrenal medulladan katekolamin salınımı, sistemik dolaşım üzerinden etkileri “geniş alana” yayar.

                  Bu ikili sistem, evrimsel açıdan enerji kullanımını optimize eder: tehlike anında kaslara, kalbe ve beyne kaynak aktarılır; sindirim–deri gibi alanlar geçici olarak ikinci plana itilir. Noradrenalin, özellikle damar yatağını “yöneten” ve kan basıncını ayakta tutan tarafı temsil eder.


                  4) Biyosentez: Fenilalanin/tirozinden noradrenaline

                  Noradrenalin sentezi, yalnız adrenal medullada değil, sempatik postganglionik noradrenerjik nöronlarda ve beyinde (özellikle locus coeruleus başta olmak üzere noradrenerjik çekirdeklerde) gerçekleşir. Basamakların klinik önemi, bazı ilaçların bu basamakları etkileyebilmesinden gelir.

                  4.1. Basamaklar (kavramsal şema)

                  1. Fenilalanin → tirozin
                  2. Tirozin → L-DOPA (tirozin hidroksilaz; hız kısıtlayıcı basamak)
                  3. L-DOPA → dopamin (DOPA dekarboksilaz)
                  4. Dopamin → noradrenalin (dopamin β-hidroksilaz; kofaktör gereksinimleri)

                  Noradrenalin, adrenal medullada bir adım daha giderek epinefrine dönüştürülebilir; burada epinefrin sentezi için N-metilasyon gerekir ve bu, norepinefrinin “metilsiz” konumunu biyokimyasal olarak da açıklar.


                  5) Depolama, salınım, geri alım: Sinaptik kader

                  Noradrenalin nöron içinde veziküllerde depolanır ve uyarı ile sinaptik aralığa salınır. Etkinin sonlandırılması için üç ana yol bulunur:

                  • Geri alım (reuptake; NET aracılığıyla): Sinir ucuna geri taşınma, sinaptik sinyalin en hızlı “susturucusu”dur.
                  • Enzimatik yıkım: Hücre içinde ve dışında metabolizma.
                  • Difüzyon: Lokal uzaklaşma.

                  Klinikte bu ayrım önemlidir; çünkü bazı ilaçlar geri alımı baskılayıp (ör. NET üzerinde) noradrenerjik tonu artırabilirken, bazıları metabolizmayı etkileyerek etki süresini uzatabilir.


                  6) Metabolizma ve yıkım: COMT–MAO ekseni

                  Noradrenalin metabolizması iki büyük enzim ailesinin “çifte kilidi” ile yürür:

                  • COMT (katekol-O-metiltransferaz): Katekol halkasının metillenmesi.
                  • MAO (monoamin oksidaz): Amin grubunun oksidatif deaminasyonu.

                  Son ürünler arasında klinik biyokimyada sık izlenen metabolitler yer alır (ör. katekolamin yıkım ürünleri ve bunların idrar atılımı). Bu yıkım ekseninin bozulduğu durumlar, katekolamin fazlalığı semptomlarının şiddetlenmesine veya ilaç etkileşimlerine zemin hazırlayabilir.


                  7) Reseptör farmakodinamiği: Noradrenalin vücutta neyi “seçer”?

                  Noradrenalin etkisini adrenerjik reseptörler üzerinden gösterir:

                  • α₁: Damar düz kasında vazokonstriksiyon (özellikle direnç damarları)
                  • α₂: Presinaptik inhibisyon (noradrenalin salınımını frenleyen geri bildirim), ayrıca bazı damar yataklarında etkiler
                  • β₁: Kalpte inotropi/kronotropi artışı potansiyeli
                  • β₂: Bronş ve bazı damar yataklarında gevşeme; ancak norepinefrinin β₂ etkisi epinefrine göre daha sınırlıdır

                  Bu reseptör profili nedeniyle norepinefrin, “kan basıncı düşüklüğünde damar tonusunu toparlayan” bir ajan olarak düşünülür: periferik damar direncini artırır; barorefleks üzerinden nabız yanıtları karmaşıklaşabilir.


                  8) Sistem düzeyinde etkiler: Damar, kalp, organ perfüzyonu

                  8.1. Damar yatağı

                  Noradrenalin, özellikle direnç damarlarını daraltarak sistemik vasküler direnci yükseltir. Sonuç:

                  • Arteriyel kan basıncında yükselme (özellikle MAP artışı hedeflenir)
                  • Venöz sistemde tonus artışıyla venöz dönüş etkilenebilir

                  Bu etkinin “bedeli” şudur: Aşırı vazokonstriksiyon, bazı organ yataklarında perfüzyonu azaltabilir; iskemi riski özellikle yüksek doz/uzun süre kullanımda klinik değerlendirmeye girer.

                  8.2. Kalp

                  Noradrenalin β₁ üzerinden:

                  • Pozitif inotropi (kasılma gücü)
                  • Pozitif dromotropi (iletim)
                  • Pozitif lusitropi (gevşeme dinamiği) potansiyeli taşır

                  Ancak sistemik basınç artışı baroreseptör refleksini tetikleyip refleks bradikardi eğilimi oluşturabileceğinden, pratikte nabız yanıtı hastadan hastaya değişebilir.

                  8.3. Koroner ve serebral dolaşım (kavram düzeyinde)

                  Koroner damarlar, miyokardın metabolik gereksinimleri ve lokal düzenleyiciler nedeniyle “salt α-konstriksiyon” gibi davranmayabilir; sistemik basıncın artması koroner perfüzyon basıncını destekleyebilir. Beyinde ise otoregülasyon mekanizmaları devrededir; yine de aşırı vazopressör yükü klinik bağlama göre dikkatle yönetilir.


                  9) Patofizyoloji: Noradrenalin fazlalığı ve bozukluklar

                  Noradrenalin düzeyinin patolojik artışı, klasik olarak katekolamin üreten tümörler bağlamında düşünülür. Klinik fenotip:

                  • Hipertansiyon atakları
                  • Terleme
                  • Baş ağrısı
                  • Çarpıntı/taşikardi
                  • Anksiyete, tremor, solukluk gibi sempatik aktivasyon bulguları

                  Bunun yanında, katekolamin metabolizmasında görevli enzimlerin genetik/edinilmiş bozuklukları veya ilaçlarla etkileşimler de noradrenerjik tonun beklenmedik biçimde artmasına ya da uzamasına neden olabilir.


                  10) Klinik farmakoloji: Norepinefrin ne zaman ve nasıl kullanılır?

                  10.1. Temel klinik hedef

                  Norepinefrin, çoğu protokolde:

                  • Şok ve ağır hipotansiyonda MAP’yi hedef aralığa taşımak
                  • Damar tonusunu düzelterek organ perfüzyon basıncını desteklemek

                  için tercih edilir. “Acil ilaç” niteliği, hızlı etki başlangıcı ve titrasyonla hedefe yürütülebilmesinden gelir.

                  10.2. Uygulama ilkeleri

                  • İnfüzyon pompası ile titrasyon esastır.
                  • Doz “uzman bilgisiyle” hastanın hemodinamiğine göre ayarlanır.
                  • Güçlü vazokonstriktör olduğundan damar yolu seçimi kritik bir güvenlik öğesidir.

                  11) Kontrendikasyonlar, etkileşimler ve istenmeyen etkiler: Riskin dili

                  11.1. Kontrendikasyon mantığı

                  Bazı anesteziklerle birlikte aritmi riskinin artabilmesi, “miyokardın irritabilitesi” ve otonom tonus etkileşimi ile ilgilidir. Burada temel ilke şudur: Noradrenalin, hemodinamik olarak “kurtarıcı” olsa da elektriksel stabiliteyi bozabilecek bir zeminde dikkatle kullanılmalıdır.

                  11.2. Etkileşim spektrumu

                  Noradrenalinin metabolizma ve etki hattı üzerinden etkileşimler görülebilir:

                  • MAO/COMT ekseni ile etkileşim (metabolizma üzerinden)
                  • β-blokerler (kalp yanıtını değiştirerek)
                  • Trisiklik/diğer antidepresanlar, antihistaminikler, bazı anestezikler, ergot alkaloidleri, guanetidin/metildopa gibi ajanlar
                  • Diüretikler ve volüm durumu üzerinden dolaylı hemodinamik etkileşimler

                  11.3. İstenmeyen etkiler (mekanizma temelli okuma)

                  • Baş ağrısı, baş dönmesi, tremor, anksiyete, uykusuzluk: santral/periferik adrenerjik aktivasyon eşlikleri
                  • Göğüs ağrısı, çarpıntı, aritmi: miyokard oksijen dengesi ve iletim sistemi etkileri
                  • Solukluk, periferik soğukluk: periferik vazokonstriksiyon
                  • İskemi/nekroz riski: aşırı vazokonstriksiyon veya ekstravazasyon
                  • Nefes darlığı: hemodinamik değişimler, anksiyete veya eşlik eden klinik durumlar

                  12) “Noradrenalin serum setleri” nedir? Klinik-teknik bir kavramın anatomisi

                  Gündelik klinik dilde “serum seti” çoğu zaman yalnızca damla ayarlı bir infüzyon setini çağrıştırsa da, norepinefrin söz konusu olduğunda kavram genişler: Çünkü bu ilaç, yüksek riskli bir vazopressördür ve uygulama sistemi bir “ilaç + ekipman + süreç” bileşimidir.

                  12.1. Tanım

                  Noradrenalin serum setleri, noradrenalinin intravenöz infüzyonla verilmesi için kullanılan ve çoğu kurumda standartlaştırılmış şu bileşenlerin tümünü ifade edebilir:

                  1. İnfüzyon çözeltisi
                    • Hazır sulandırılmış torba (premiks) veya hastane eczanesince hazırlanmış standart konsantrasyon
                    • Alternatif olarak şırınga pompa için hazırlanmış konsantre şırınga
                  2. Uygulama seti ve hat sistemi
                    • İnfüzyon seti (IV set)
                    • Pompa uyumlu uzatma hatları
                    • Geri akış önleyici valfler / tek yönlü valfler (kurumsal uygulamaya göre)
                    • Çoklu infüzyonlarda “hat uyumu”nu sağlayan bağlantı elemanları
                  3. Doz ve güvenlik yönetimi unsurları
                    • Net etiketleme (ilaç adı, konsantrasyon, toplam miktar, hazırlama tarihi/saati, uygulama hızı aralığı)
                    • Yüksek riskli ilaç protokollerine uygun renk/uyarı etiketleri
                    • Işık koruması gereken durumlarda koruyucu kılıf veya opak materyal
                  4. Damar yolu stratejisi
                    • Tercihen santral venöz kateter üzerinden uygulama (yüksek konsantrasyon ve uzun süreli vazopressörde güvenlik avantajı)
                    • Zorunlu hallerde periferik uygulama yapılacaksa kısa süre, uygun damar, yakın izlem ve ekstravazasyon yönetim planı

                  Bu nedenle “noradrenalin serum seti”, tek bir “ürün” olmaktan çok, noradrenalin infüzyonunun standardize edilmiş uygulama paketi gibi düşünülmelidir.

                  12.2. Neden sıradan serumdan farklıdır?

                  Noradrenalin uygulamasını farklı kılan ana gerekçeler:

                  • Doz hatasına duyarlılık: Konsantrasyon/hız küçük sapmalarda bile hemodinamikte büyük değişim yaratabilir.
                  • Pompa gereksinimi: Damlama ile kaba ayar çoğu durumda güvenli değildir; titrasyon gerekir.
                  • Ekstravazasyon riski: Damar dışına kaçışta lokal iskemi/nekroz riski, set ve damar yolu disiplinini “yüksek dikkat” düzeyine taşır.
                  • Çoklu infüzyon karmaşası: Yoğun bakım ve acilde aynı anda sıvı, sedatif, antibiyotik, diğer vazopressörler çalışabilir; hatların karışması klinik hata kaynağıdır. Set standardizasyonu bu riski azaltır.

                  12.3. Pratikte “set” hangi biçimlerde görülür?

                  Kuruma ve ülkeye göre değişmekle birlikte, klinikte üç yaygın düzen görülür:

                  • Premiks torba + pompa: Üretici veya eczane çıkışlı hazır dilüsyon torbası, pompa ile titrasyon.
                  • Şırınga pompa seti: Özellikle yüksek hassasiyet ve küçük hacimde titrasyon için, noradrenalin şırınga içinde standart konsantrasyonda hazırlanır; şırınga pompası ve uzatma hattı kullanılır.
                  • Eczane hazırlığı + kapalı sistem: Steril hazırlama, kapalı transfer cihazları, barkodlu doğrulama ve standart etiketleme ile süreç güvenliği artırılır.

                  12.4. Güvenlik mantığı: Setin “görünmeyen” işlevleri

                  Noradrenalin serum setlerinin asıl işlevi, yalnızca ilacı hastaya ulaştırmak değil; hata olasılığını azaltmaktır. Bunun için set ve süreç şunları hedefler:

                  • Standart konsantrasyon → hesaplama hatalarını azaltır
                  • Tek tip bağlantı düzeni → hat karışmasını azaltır
                  • Pompa ile stabil hız → hemodinamik dalgalanmayı azaltır
                  • Belirgin etiketleme → “yanlış ilaç/yanlış hat” riskini azaltır
                  • Ekstravazasyon izlem planı → doku hasarı riskini erken yakalar

                  Bu yaklaşım, modern yoğun bakımın “yüksek riskli ilaçlar için mühendislik” mantığıyla uyumludur: farmakoloji, yalnız molekül bilgisi değil, uygulama sisteminin tasarımıyla tamamlanır.


                  13) Klinik dilde sık karışan noktalar: “serum” ne, “set” ne?

                  • Serum (günlük kullanım): Genellikle infüzyon sıvısı (izotonik, glukoz, vb.).
                  • Noradrenalin serumu: Noradrenalin içeren infüzyon çözeltisi (dilüe edilmiş).
                  • Serum seti: Bu çözeltinin damar yoluna verilmesini sağlayan hat ve bağlantı sistemi.
                  • Noradrenalin serum seti: Noradrenalin için özel güvenlik gereksinimleriyle standardize edilmiş uygulama sistemi (çoğu zaman pompaya bağlı).

                  Bu ayrım, klinik iletişimde hayati olabilir: “Serumu hazırladım” cümlesi yalnız torbayı; “seti bağladım” hat sistemini; “noradrenalin seti” ise çoğu ekipte “yüksek riskli vazopressör hattı”nı çağrıştırır.


                  Keşif

                  1. 19. yüzyılın sonu: Adrenal bezin gizemi

                  Noradrenaline giden yol, doğrudan onunla değil, adrenal bezlerle başlar.
                  19. yüzyılın ortalarında böbreküstü bezlerinin varlığı bilinse de işlevleri belirsizdi. Thomas Addison’ın 1850’lerde tanımladığı klinik tablo (sonradan Addison hastalığı olarak adlandırılacak) bu bezlerin yaşamsal önemini ortaya koydu; ancak hangi maddeyle bu etkiyi gösterdikleri hâlâ bilinmiyordu.

                  1890’lara gelindiğinde, İngiliz fizyolog George Oliver ve Edward Schäfer, adrenal bez ekstraktlarının hayvanlara enjekte edildiğinde kan basıncını dramatik biçimde yükselttiğini gösterdi. Bu deneyler, ilk kez vücutta dolaşan “kimyasal haberci” fikrini güçlü biçimde gündeme getirdi. Henüz adrenalin bile saflaştırılmamışken, noradrenalinin hikâyesi için zemin hazırlanmıştı.


                  2. Adrenalin’in sahneye çıkışı ve gölgesinde kalan bir molekül

                  1901 yılında Jokichi Takamine, adrenal bezlerden aktif maddeyi saflaştırmayı başardı ve buna adrenalin adını verdi. Bu başarı o kadar büyüktü ki, bilim dünyasının dikkati neredeyse tamamen adrenalin üzerinde yoğunlaştı. Uzun süre boyunca sempatik sinir sisteminin tüm etkilerinin adrenalinle açıklanabileceği düşünüldü.

                  Ancak bu dönemde dikkatli fizyologlar bir uyumsuzluk fark ediyordu:
                  Sempatik sinir uyarımı ile dışarıdan verilen adrenalin aynı etkiyi göstermiyordu. Bazı damar yatakları farklı yanıt veriyor, kalp hızı ve periferik direnç birebir örtüşmüyordu. Bu fark, henüz adı konmamış başka bir maddenin varlığına işaret ediyordu.


                  3. “Sympathin” kavramı ve kimyasal belirsizlik dönemi

                  1920’ler ve 1930’lar, noradrenalinin gerçek anlamda “doğmak üzere olduğu” yıllardır.
                  Bu dönemde Henry Hallett Dale ve takipçileri, sinir uçlarından salınan maddenin doğrudan adrenalin olmayabileceğini ileri sürdüler. Sempatik sinirlerin etkisini açıklamak için “sympathin” adı verilen varsayımsal bir madde tanımlandı.

                  Ancak sympathin tek bir molekül müydü, yoksa birden fazla madde mi söz konusuydu? Deneyler tutarsızdı. Kimileri kalbi daha çok etkileyen, kimileri damarları baskın biçimde daraltan bir etki tarif ediyordu. Bu karmaşa, adrenalin dışındaki katekolaminlerin varlığını güçlü biçimde düşündürüyordu.


                  4. Ulf von Euler ve noradrenalinin gerçek keşfi

                  1946 yılı, noradrenalinin tarihindeki kırılma noktasıdır.
                  İsveçli fizyolog Ulf Svante von Euler, sempatik sinir liflerinden salınan maddenin kimyasal yapısını sistematik biçimde analiz etti. Sonuç çarpıcıydı:

                  Sempatik sinirlerin primer kimyasal aracı adrenalin değil, onun metilsiz türevi olan noradrenalindi.

                  Von Euler, bu maddenin:

                  • sinir uçlarında depolandığını,
                  • uyarı ile salındığını,
                  • hedef dokularda özgül etkiler oluşturduğunu

                  göstererek, noradrenalini ilk kez net biçimde tanımladı. Bu buluş, sinir iletiminin yalnızca elektriksel değil, aynı zamanda kimyasal bir olay olduğu fikrini geri dönülmez biçimde yerleştirdi. Von Euler bu çalışmalarıyla daha sonra Nobel Ödülü’ne uzanan yolun taşlarını döşedi.


                  5. 1950–1960’lar: Katekolamin biyolojisinin altın çağı

                  Noradrenalinin keşfiyle birlikte adeta bir bilimsel patlama yaşandı.

                  Bu dönemde:

                  • Arvid Carlsson, dopaminin yalnızca bir ara metabolit değil, başlı başına bir nörotransmitter olduğunu gösterdi.
                  • Julius Axelrod, katekolaminlerin nasıl yıkıldığını ve özellikle COMT ile MAO enzimlerinin rolünü ayrıntılı biçimde tanımladı.
                  • Sinaptik geri alım mekanizmaları keşfedildi ve noradrenalinin etkisinin esas olarak geri alımla sonlandığı anlaşıldı.

                  Bu çalışmalar, noradrenalini yalnızca bir “damar daraltıcı hormon” olmaktan çıkarıp, merkezi sinir sisteminin ince ayarlı bir düzenleyicisi haline getirdi.


                  6. Beyinde noradrenalin: Locus coeruleus’un yükselişi

                  1960’lardan itibaren araştırmalar periferden beyne yöneldi.
                  Özellikle locus coeruleus adı verilen küçük ama etkisi büyük bir beyin çekirdeği dikkat çekti. Bu çekirdekten çıkan noradrenerjik liflerin:

                  • korteksin büyük bölümüne,
                  • limbik sisteme,
                  • omuriliğe

                  yaygın projeksiyonlar yaptığı gösterildi.

                  Bu bulgularla birlikte noradrenalin:

                  • dikkat ve uyanıklık,
                  • stres yanıtı,
                  • öğrenme ve hafıza modülasyonu

                  ile ilişkilendirildi. “Savaş ya da kaç” tepkisinin yalnızca periferik bir refleks değil, bilişsel bir durum değişimi olduğu anlaşılmaya başlandı.


                  7. Klinik devrim: Yoğun bakım ve acil tıpta noradrenalin

                  1970’ler ve 1980’ler, noradrenalinin klinikteki rolünün keskin biçimde tanımlandığı yıllardır.
                  Şok fizyolojisinin daha iyi anlaşılmasıyla, noradrenalinin:

                  • sistemik vasküler direnci artırmada,
                  • ortalama arter basıncını yükseltmede,
                  • organ perfüzyon basıncını korumada

                  benzersiz bir profil sunduğu görüldü.

                  Bu dönemde noradrenalin, özellikle septik şok tedavisinde giderek daha merkezi bir konuma yerleşti. Önceleri “fazla güçlü” ve “tehlikeli” olarak görülen bu molekül, doğru doz ve titrasyonla hayat kurtarıcı bir ajan olarak kabul edildi.


                  8. 1990’lar–2000’ler: Psikiyatri ve stres biyolojisi

                  Noradrenalin araştırmaları bu kez psikiyatriye doğru genişledi.
                  Depresyon, anksiyete bozuklukları, dikkat eksikliği ve travma sonrası stres bozukluğunda noradrenerjik sistemin rolü ayrıntılı biçimde incelendi.

                  Bu süreçte:

                  • noradrenalin geri alım inhibitörleri,
                  • çift etkili antidepresanlar,
                  • stres-yanıt devreleri

                  üzerine yoğun araştırmalar yapıldı. Noradrenalin artık yalnızca “acil servisin ilacı” değil, duygudurum ve bilişin kimyasal mimarlarından biri olarak görülüyordu.


                  9. Güncel araştırmalar: İnflamasyon, bağışıklık ve nörodejenerasyon

                  Günümüzde noradrenalin araştırmaları yeni bir boyuta taşınmıştır.
                  Son yıllarda özellikle şu alanlar öne çıkmaktadır:

                  • Nöroinflamasyon: Noradrenalinin mikroglia aktivitesi ve sitokin salınımı üzerindeki düzenleyici rolü
                  • Alzheimer ve Parkinson hastalığı: Locus coeruleus dejenerasyonunun hastalığın erken evrelerinde ortaya çıkması
                  • Bağışıklık sistemi: Noradrenalinin lenfoid organlar ve inflamatuvar yanıt üzerindeki çift yönlü etkileri
                  • Beyin–kalp ekseni: Stres altında kardiyovasküler riskin merkezi noradrenerjik ağlarla ilişkisi

                  Bu modern yaklaşımda noradrenalin, artık tek bir organın ya da tek bir semptomun molekülü değildir; bütüncül bir organizma düzenleyicisi olarak ele alınmaktadır.



                  İleri Okuma
                  1. Cannon, W. B. (1915). Bodily changes in pain, hunger, fear and rage. New York: D. Appleton and Company.
                  2. Dale, H. H. (1906). On some physiological actions of ergot. Journal of Physiology, 34, 163–206.
                  3. von Euler, U. S. (1946). A specific sympathomimetic ergone in adrenergic nerve fibres (sympathin) and its relation to adrenaline and noradrenaline. Acta Physiologica Scandinavica, 12, 73–97.
                  4. Blaschko, H. (1952). Amine oxidase and amine metabolism. Pharmacological Reviews, 4, 415–458.
                  5. Burn, J. H., Rand, M. J. (1958). Noradrenaline in the sympathetic nervous system. Annual Review of Physiology, 20, 281–302.
                  6. Axelrod, J. (1959). O-methylation of catechol amines in vivo. Science, 130, 800–801.
                  7. Kopin, I. J. (1964). Storage and metabolism of catecholamines: the role of monoamine oxidase. Pharmacological Reviews, 16, 179–191.
                  8. Langer, S. Z. (1977). Presynaptic receptors and regulation of the release of catecholamines. Pharmacological Reviews, 29, 1–46.
                  9. Guyton, A. C., Hall, J. E. (1996). Textbook of medical physiology. Philadelphia: W.B. Saunders.
                  10. Brunton, L. L., Lazo, J. S., Parker, K. L. (2006). Goodman & Gilman’s the pharmacological basis of therapeutics. New York: McGraw-Hill.
                  11. Marik, P. E., Bellomo, R. (2013). A rational approach to fluid therapy in sepsis. British Journal of Anaesthesia, 111(1), 6–17. https://doi.org/10.1093/bja/aet170
                  12. Rhodes, A., Evans, L. E., Alhazzani, W., et al. (2017). Surviving Sepsis Campaign: International Guidelines for Management of Sepsis and Septic Shock: 2016. Intensive Care Medicine, 43, 304–377. https://doi.org/10.1007/s00134-017-4683-6
                  13. Evans, L., Rhodes, A., Alhazzani, W., et al. (2021). Surviving Sepsis Campaign: International Guidelines for Management of Sepsis and Septic Shock 2021. Intensive Care Medicine, 47, 1181–1247. https://doi.org/10.1007/s00134-021-06506-y


                  Click here to display content from YouTube.
                  Learn more in YouTube’s privacy policy.